Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

Ağıtçılık ve Bilginin İktidarı

Müslüman Coğrafyalar arasında yapay sınırlar zayıfladı, televizyon ve internet sayesinde bilgi alışverişi kolaylaştı. Ama İslam dünyasında Miladi 20. yüzyılın bilgi üretimi önderlerinin yeri boş duruyor
Ağıtçılık; insani bir etkinliktir, başlangıcı itibari ile üzüntüyü ifade eder, süreklilik kazandığında ise ‘duygu tarihi’ işlevi görür, felaketlerin sonraki nesillerce de hissedilmesini sağlar.

Bununla birlikte ağıtçılık, herkesin tek etkinliği haline geldiğinde felakete karşı sorumluluğunu yerine getirme konusunda bir tatmin hissi (doyum duygusu) oluşturur, harekete geçme isteğine zarar verir, çaresizlik iddiasını meşrulaştırır ve süreklileştirir, bireysel ve toplumsal çözüm arayışlarının önünü tıkar.

Kadınlar, binlerce yıldır ağıtçılığın en büyük ustalarıdır, ancak onların ağıtları bireysel sorunlarına, derin acılarına çare olmadığı gibi kadınları kitlesel olarak da içinde bulundukları sorunlardan kurtarmıyor. Ağıtlar, kadın hakları yönünden tek başına olumlu bir işlev görmüyor. Aksine toplum o ağıtları dinledikçe kadınların acılarına alışıyor, o acıları hayatın akışının tabii bir unsuru gibi görüyor.

İslam dünyası, neredeyse en duyarsız fertleri de dâhil bir bütün halinde kendi sorunları üzerine ağıt yakıyor, ağlıyor. Değerli bir yazarın “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” hadis-i şerifinden esinlenerek kaleme aldığı şu şiir tadındaki satırlar, bu ağıtların özünü ortaya koyuyor:

“Gel ey merhamet!
Müslümanın
yüreğine gel, Peygamber
Yüreğinden bir ışıltı gibi
O bile hasret
kaldı sana ey merhamet!
Müslüman ki asla
ve kat’a merhametsiz
Olmazdı, o bile kıyıyor
ve kendi kardeşlerine
Kıyıyor bile” (1)

İnsanın ağıt yakanlarının bulunması bile bir varlıktır, bir ihtiyacı gideren bir etkinliktir. Nitekim rivayete göre, Resulullah (SAV) Uhud dönüşünde Ensar kadınlarının kendi şehidleri üzerine ağlayıp ağıt yaktıklarını gördüğünde Onun mübarek gözleri yaşardı ve “Ama Hamza’ya ağlayan bile yok” dedi. Bu haberi alan Ensar önderleri Sa’d bin Muaz ve Usey bin Hudeyr, Ensar kadınlarına “Gidin ve Resulullah’ın amcası üzerine ağlayın” dediler. Resulullah (SAV) Mescid’in kapısına çıkıp Ensar kadınlarını duyduğunda “Allah size rahmet etsin (evlerinize) dönün, şüphesiz (bu yaptığınızla) bizi teselli ettiniz” buyurdu. Resulullah (SAV) orada durmadı, yaralar içindeki sahabelerini toplayıp düşmanı Hamra’ül Esed’e kadar takip etti. Düşmanın meydan okuması karşısında sonraki yıl küçük Bedir de denen ikinci Bedir Gazvesi’ne çıktı. (2)
Resulullah (SAV) günün koşulları içinde bir çözüm arayışında idi, Rabbinin Ona emrettiği buydu, Rabbinin rızası bu doğrultuda idi.

Miladi 19. yüzyıl Afrika’sında müthiş bir İslami hareketlilik vardı. Kur’an ve Sünnete tabi olan büyük önderler, bir yandan bidatlere öte yandan putperestlere ve sömürgecilere karşı büyük bir savaş veriyorlardı. Ancak onların birbirinden haberi dünya Müslümanlarının ise onlardan hiç haberi yoktu. Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar kendi başkentlerinde neredeyse her Müslüman kabile adına bir enstitü kurmuşlardı; yöre halkının inancı, gelenekleri, zayıf noktaları, düşmanlıkları hakkında dersler veriyor, seminerler düzenliyor, kabile mensuplarını neredeyse fert fert kayda geçiyor, ardından o bölgeye işgal güçleri gönderiyorlardı. Aynı dönemde İstanbul’da bir medrese öğrencisi bir yana, belki ordu komutanları bile bırakın kabile coğrafyalarını, orta Afrika ülkelerinin haritadaki yerini dahi bilmiyorlardı. Hem o dönemde Müslümanların çizdikleri bir Afrika haritası, şöyle Müslüman kabilelerin coğrafyalarını gösteren bir harita var mıydı ki? Büyük bir ihtimalle yoktu. Müslümanların coğrafyaları bilinse de ne olacak? Ne onlara ulaşma imkânı vardı ne onlara gönderilecek teknik araçları ne de teknik adamları... Osmanlı, ancak birkaç sultanlığa eğitimci subaylar yollayabilmiştir; bu yöndeki haberler bile kuşkuludur. Müslümanlar sömürgeci güçlere bazen yalın kılıç ve mızrakla karşı koyuyor, sömürge tüccarlarından birkaç tüfek alabilmek için putperest kabilelere seferler düzenliyor, onlardan aldıkları esirleri köle olarak satıyorlardı. Bu durum Afrika’da bir iç parçalanma oluştururken sömürgeciler özellikle Müslüman kabile ve tarikatlar arasında bir ihtilaf çıktığında bir tarafa tüfek satma konusunda cömert davranıyor, Müslümanlarla putperestler arasındaki çatışmayı Müslümanların içine taşıyor, Müslümanlar arasındaki kan davalarını derinleştiriyor ve süreklileştiriyorlardı. Bir Müslüman tarikat, bir diğerini düşmandan silah aldığı için tekfir ediyor, bir süre sonra kendisi de güç durumda kalınca aynı yola başvuruyordu. (3)
İnsanlar, dünya problemlerinden kurtuluş için çözüm arayışına daldılar. Afrika’daki büyük sofi önderlerin ve onların tabilerinin torunları, verdikleri mücadelenin kısır kaldığını gördükçe sömürge şeflerine inandılar; 20. yüzyılda ya birer ulusalcı sosyalist diktatör oldular ya da ulusalcı sosyalist diktatörlerin birer askeri.

Bu arada orta Asya, bütün Afrika ve Rojava diye son dönemde adlandırılan Kamışlı-Efrin hattında büyük bir tasavvuf geleneğinin ardından ağır bir sosyalist dönemin gelmesi, birbirinden uzak bu üç coğrafyada aynı tarihi sürecin yaşanması kayda değer bir olaydır. Bunu sadece dışarıya bağlamak yanlıştır. Dış sebepler, ittifak içine gireceği iç sebepler bulmayınca tarihin akışını değiştiremez. Orta Asya ve Afrika sosyalist diktatörlükten döndü, Rojava’da ise yeni bir sosyalist gerçeklikten söz ediliyor. Tarihi bu kadar geriden takip etmek çok acıklı bir haldir ve üzerine ayrıca ağıt yakılacak bir haldir. Ancak ağıt, tek başına sadece acziyettir.

İLİM HAYAT, CEHALET ÖLÜMDÜR
İktidara ilişkin bilgi iki türlüdür: Birincisi, ‘ictimai ilim’ denen toplumsal bilgidir; insan kaynaklarının tespitini ve organize edilerek içine aldığı insan sayısının brüt güç toplamından daha büyük bir insan gücünün oluşmasını sağlar. Tespit, iletişim ve organize sayesinde az bir güçten büyük bir güç üretmenin yolunu gösterir.

İkinci bilgi ise ‘fenni ilim’ de denen teknik bilgidir, insanın hizmetine verilen kaynakların tespitini, işlenmesini ve insan kaynaklarının işini kolaylaştıracak, ona güç verecek bir üretime (icatlara) dönüştürülmesini sağlar. Teknik bilgi, bir yardımcı bilgidir ancak toplumsal bilgi üzerine oturursa iş görür, insan kaynaklarına güç katar.

Toplumsal bilgilerini tespit, iletişim ve organize anlamında işlevsel hale getirmeyenlere hiçbir teknik bilgi yardımcı olmaz. Bununla tespit, işleme ve icada dönüştürme çalışmalarıyla işlevsel (iş gören) bir teknik bilgiden yoksun toplumlar, ilerleyemezler ve teknik bilgiyi kendileri için besili atlar edinen küresel güçlere karşı koyamazlar.

Abdulcelil Candan Hoca (Allah rahmet eylesin), “Kur’an’ı Nasıl Anlamalı?” adlı kitabında “Kur’an’a göre ilim hayat, cehalet ise ölümdür” diyor.(4)

Kişilerin ecelleri gibi toplumların da ecelleri vardır. Her iki bilgi türünü edinmeyen toplumların ecelleri gelmiş kabul edilebilir. Bugünün dünyasında bilgisiz toplumlar, hayat hakkından yoksun toplumlar kategorisindedirler.

Miladi 20. yüzyıl ‘ictimai ilim’ anlamında Müslümanlar için büyük bir atılım çağıydı, o çağda sorunların tespiti ve çözümü yönünde büyük bir gelişim sağlandı. Müslümanlar arasında yapay ulus devlet sınırları vardı ama bu sınırlar Hac ve kimi üniversiteler sayesinde aşılıyor, Müslümanlar’ın bilgilerinin birikip bereketlenmesini, İslam dünyasının bir ‘bilgi bereketi’ çağını yaşamasını sağlıyordu. O yüzyılda her coğrafya bir veya birkaç bilgi önderi vardı. Türkiye’de Üstad Bediuzzaman Said-i Nursi, Pakistan’da Üstad Mevdudi, Mısır’da Seyyid Kutup – Muhammed Kutup kardeşler, İran’da Mutahhari, Şeriati ve nice isim, Suriye’de Mustafa Sibai, Yemen’de Abdulmecid Zindani, Tunus’ta Raşid El-Gannuşi toplumsal bilgi üretiminin önderleriydiler. Onların her birinin yanına Abdülkadir Udeh, Kelim Sıddki, Said Hava, Beheşti gibi nice bilgi derleyici ve üreticisi eklenebilir. Tercüme ve buluşmalar, bilgileri bir araya getiriyor, ortak bir bakış açısına dönüştürüyor, bereketlendiriyor, pratiğe aktarıyordu. Seyyid Kutub’un bilgi birikiminde, eserlerinde geçtiği üzere Pakistan ve Hindistan’dan Üstad Mevdudi ile Ebul Hasan En-Nedvi’ nin eserlerinin büyük katkısı vardı. Üstad Bediuzzaman dışındaki diğer bilgi önderlerinin birikiminde ise Seyyid Kutub’un katkısı inkâr edilemez.

Bugün Müslüman coğrafyalar arasında yapay sınırlar zayıfladı, ülkeler arası geçişler kolaylaştı, televizyon ve internet sayesinde bilgi alışverişi arttı. Buna rağmen Mısır’ın, Endonezya’nın, Malezya’nın, Arnavukluk’un, Kazakistan’ın, Suriye’nin, Irak’ın, Fas’ın, bilgi önderleri kimler? En araştırmacımız, Müslüman coğrafyalardan yaşayan kaç âlimin adını söyleyebilir? Örneğin Bosna’da Aliya İzzetbegoviç’in bilgi üretimi anlamında yerini kim dolduruyor? Irak’ta M. Baki Es-Sadr’ın yerinde kim var?

Eskiden bilgi azdı, bilgi merkezleri sayılıydı; Kahire, İstanbul, Kum Lahor, Şam, Necef, Beyrut, gibi merkezler buluşmayı sağlıyordu. Bugün bilgi arttı, herkes kendi ayakları üzerinde duruyor, özgüven var, yerelleşme var, kimsenin kimseye bilgi ihtiyacı kalmadı, herkes kendi bilgisini tüketmekle uğraşıyor denebilir. Böyle bir iddianın her maddesi tartışılır ama ‘kendi bilgisini tüketiyor’ maddesini kabul etmek zorundayız herhalde. Bir tüketim içinde olmasak Lübnan’da Hüseyin Fadlullah’ın ardından iki makale yazarak adını duyuracak bir bilgi önderi çıkmaz mıydı?

İKTİDAR BİLGİ KADAR VARDIR

Bilgide bereket, fikirde berekettir; fikirde bereket (ortak bir bakış açısına dayanınca) harekette bekerettir. Bilgide iktidar olmayanlar, fikirde iktidar olmazlar; fikirde iktidar olmayanlar, toplum iktidarını bulamazlar. Malumatına inanılmayanın gücüne inanılmaz. Devletlerin iktidarı, bilgideki iktidarları kadardır.

İslam âlemi, gerçek anlamda bir bilgi bereketsizliği çağı yaşıyor. Öncelikle Müslümanın bilgisine inanılmıyor, Müslümanın bilgin olabileceğine inanılmıyor. İki söz söyleyen bir Müslüman, verdiği bir bilginin doğruluğuna Batılı bir araştırmacıyı şahit göstermeden kimse ona inanmıyor, yanlış da konuşsa ‘Batılı bir düşünür’ deyince sözü güvenilirlik kazanıyor. Sonra bilginin arasına yerel sınırlar çiziyoruz. Artık Mısırlı âlim, Pakistanlı âlim yerine Mısır’ın âlimin, Pakistan’ın âlimi mantığıyla konuşuyoruz.

Bilginin yerellik özelliği yok mudur, vardır. Ama evrensellik özelliği de vardır, yerel bilgiler bir araya gelince evrensel tespitler doğuruyor. Esas olan bilginin yerel yönleriyle evrensel yönlerini ayrıştırıp her ikisini kendi gerçeği içinde işlevselliştirmektir, bilginin bereketi buradadır. (Üstad Bediuzzaman, Mevdudi, Seyyid Kutub ve Ali Şeriati’yi bir arada okudum, onların İslam dünyasının sorunlarıyla ilgili tespitlerinin neredeyse birebir aynı olduğunu gördüm.)

Batı, hızla bilgiyi merkezileştiriyor. Bilgi yurdu; Petersburg (Rusya) Frankfurt(Almanya), Londra ve Paris’ten Amerika ve Kanada’ya kayıyor.

İslam dünyasında ise bilgi yerelleşiyor, bereketsizleşiyor, işlevsizleşiyor, bilgi buluşunca buluşturur (birleştirir), bilgi ayrışınca ayrıştırır, böler. Müslümanların bilgisi bugün bölük pörçüktür.

Ortak duygular, ortak bakış açısı oluşumu ortak bilgi gerektiriyor. Âlimler Cemiyeti gibi cemiyetler bilgi bereketi açısından umuttur. İslam dünyasında bu tür umutlar buluştukça ümmetin kurtuluş umudu artar, ağıtların ardını hayırlı girişimler, ilmi çözümler alır.

İslam dünyasında âlim-amil ve muallim vasfını bir arada taşıyanların ürettiği bilginin buluşması, kurtuluşa giden yolu gösterecektir.

Kaynaklar:
1.Ahmet Taşgetiren, Altınoluk Dergisi
2.İbn-i Hişam
3.B.G. Martin, Afrika’da Sufi Direniş; Sylviane A.Douf, Allah’ın Kulları
4.Abdulcelil Candan, Kur’an’ı Nasıl Anlamalı?
 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.