Âyne'l Yakin'e Revan Olanlar

Âyne'l Yakin'e Revan Olanlar

Aşk ile yoğrulan ışık bu defa da göz merceğinde kırınıma uğruyordu. Burada “hikmet kâselerinden” ab-ı hayata bulanıyordu ışık.

Herhangi bir cisme gelen ışık ışınlarının cisimden yansıma yaparak göze gelmesi sonucu beyin yardımı ile görüntünün oluşması olayına 'görme’ denir. Işık, göze ve ardından beyne ulaşıp görüntü oluşturana kadar birçok fizyolojik olay ile karşılaşır.

...

Doğuştan körlüğümün son anlarıydı. Ameliyattan çıkalı henüz bir kaç gün olmuştu. Doktorlar tavsiye olarak gözümün üzerindeki bez parçasını çıkarmak için birkaç gün beklemem gerektiğini söylemişti. O an gelmişti artık. Son dakikalardı, yaşadığım heyecanının tarifine kelimeler kifayetsiz kalıyordu.  Ve gözümün üzerinde taş misali ağırlık yapan bezi açtım. İlk defa bir cisim ile göz göze gelmiştim. Ama görmenin böyle olduğunu bilmezdim.

Garip şeyler yaşanıyordu. Görmek için gereken bütün fizyolojiyi başka mânalarla hissediyordum.

...

Işık cisimden yansımış ve yola çıkmıştı. Gariptir ki ben de gözüme gelen ışığa yol arkadaşlığı yaparken bulmuştum kendimi.

Göze gelen ışık öncelikle biyolojik ismi ile saydam tabaka denilen “mâna tabakasında” kırınıma uğruyordu. Burada cisimden anlamam gereken mâna yoğruluyordu. Kırınıma uğramasaydı, cisimden esmayı kavramak da mümkün olmazdı. Şükür ki kırılıyordu. İlk kırınım, anlama dönüşüyordu.

Yol arkadaşım, yoldaşım ışıkla bir sonraki durağımız gözbebeğiydi. Gözümüzün bebeği, renkli, saf, temiz, berrak. Tıpkı güzel yüzlü, güzel gözlü Yusuf(a.s) gibi. Ve tam da burada “aşk dergahına” uğruyordu ışık. Aşkı, sevmeyi, muhabbeti gözbebeğinden gördüğüm cisme karıyordu. Aşk, cisimleşiyor. Cisim, aşka varıyordu. Aşk-ı Yunus'u bulma adına harmanlanıyordu ışık ile aşk.

Işık ile yol arkadaşlığım devam ediyordu. Yol ne de güzeldi ışıkla. Bir kaç milisaniyenin nasıl geçtiğini anlamıyordum. Uzunca yol (!) bir adımlık mesafe gibi geliyordu.

...

Aşk ile yoğrulan ışık bu defa da göz merceğinde kırınıma uğruyordu. Burada “hikmet kâselerinden” ab-ı hayata bulanıyordu ışık. Hikmet; fehm etme, mânayı kavramış olanın, derinlikleri de idrak etmesi... Cisimden esmayı bulduktan sonra, esmanın fehmine, sebebine ulaşma...Işık burada kırılmamış olsa, anlam dehlizinde şuursuz çırpınışlarla boğulurdu insan. "Cisim var, hayat var, biz varız ama neden?" sorusuna en uygun, en müspet cevabı oluşturuyordu göz merceği. Fehm ile...

Bu kırınımdan sonraki durak Sarı Benekti. Gözün en arkasında, kuytu köşede gizlenmişti Sarı benek. Görüntü buraya ters düşüyordu. Burası “fitne yuvasıydı”. Fücur vardı, fesat vardı, nefis vardı. Zaten bunlar hep kuytu köşede saklanmaz mıydı? Ve hep iyi giden şeyleri tepe taklak etmez miydi? Ama ışığınki de iş ya. Tıpkı insan gibi; fitnenin, fesadın saklandığı yere gidip onu bulması çok zor olmuyordu. Fitneye ulaşan görüntü de çok tabiidir ki ters algılanıyordu. Yanlış ve noksan...

Yolculuğun en sevmediğim kısmı burasıydı. "İnsan bile bile fitneye uğrar mı?" diye içimden sitem dolu sözcükler sıralarken, ışık beni duymuş olsa gerek. Zira sesli bir nida ile verdiği yanıtla irkiliyordum: 'Az önce hikmeti aştık. Hikmetin güzelliği sarı beneğin yani fitnenin, karanlığın varlığında gizli. Öğrenemedin mi hâla?  Karanlıklar olmasa aydınlığın ne değeri olurdu?'

Işığa verdiğim kıymet böylece misli ile artmıştı. Çünkü çok haklıydı. Fitneden geçip, yanlışı görmeden, ardından tövbe ile düzelmeden, günahın ne kıymeti kalırdı? Allah o halde neden günahı yaratırdı?

Ters algılanmıştı artık görüntü sarı benekte. Kuytuda, köşede... Lakin beyin onu yakalıyordu. Düzeltip öyle sunması gerekirdi. Fitneyi yani sarı benekte oluşmuş ters görüntüyü yakalayıp bir güzel evirip çevirmeli, aslına uygun hale getirmeliydi ki görme gerçekleşsin. Aksi halde sadece bakma gerçekleşirdi. Her şeyi tepetaklak, tersten okuma... Oysa bakma ile görme aynı şey miydi?

...

Yıllardır ne bakmayı ne görmeyi bilir bir âmâ olmanın içimde oluşturduğu sancı ilerleyişimi zorlaştırıyordu. Ama olsun, yolum da yol arkadaşım da sancılarıma derman oluyor, karanlıklarımı aydınlığa çeviriyordu.

Işık ile yol arkadaşlığımız beyin kıvrımlarına doğru devam ediyordu.

Beyin; Yüce Kudret'in insanlığa “filtre” olarak sunduğu Din-i Mübin vazifesi gereği, aldığı her görüntüde terslikleri düzeltip, kırıkları onarıp, uygun hale getirdikten sonra tekrar göze gönderiyordu.
Bu olmasaydı mâna da hikmet de aşk da avareydi, anlamsızdı. Zira ters algılanmış, yalın beşeri anlayış ile algılanmış mâna; mâna değildir, hikmet; hikmet değil, aşk da aşk değildir.

Mâna ile anlamlanmış, hikmet ile fehmedilmiş, aşk ile tutuşmuş, tutulmuş ve bağlanmış, fitne-fesadın tersliklerinden arınmış görüntü, göze varmış ve görme olayı gerçekleşmişti. Ben de kendi özüme dönerken ışığı da göze giriş noktasında uğurluyordum. O başkalarına aydınlık olmaya devam edecekti. Ben ise aydınlığı tanımaya başlayacaktım.

...

İlahi! Bizi bakma penceresinden sıyır ve görme penceresine ulaştır. Olanı-biteni, karanlığı- aydınlığı, şarkı- garbı, münkeri- nekiri, sözü- özü, sesi- nefesi... Her bir şeyi hakikat penceresi ile bizlere sun. Bizlere hikmeti göster ki nikmet beri olsun.

Görmenin ne büyük nimet olduğunu idrak edebilme ve 'sadece bakmak' penceresinden, ‘görme’ penceresine yükselebilme umudu ve duası ile.

Sıhhatle kalın                                                     

Hüseyin Gülsever

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.