Bir Sorun Bir Çözüm

Bir Sorun Bir Çözüm

Bizlerle pek çok alakadar bir zat, çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe daha fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” diye medet istiyor.

Bizlerle pek çok alakadar bir zat, çok defa dehşetli şekva ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe daha fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” diye medet istiyor. (1)

Mü’minlerin halis çalışmaları cemaatı adeta bir cazibe merkezi haline getirmiş durumdadır. Akdeniz, Karadeniz ve iç Anadolu bölgeleri yanı sıra doğu illeri Nur’un Lem’aları, Şuaları, Sözleri ve Mektupları ile ışıklanıp etrafa hikmet buselerini yaymaktadır. Davanın dellalı Kastamonu da işkenceli bir sürgün hayatındadır. Ona yönelik baskılar arttıkça nurlar daha bir enerji üretiyor. Dava daha bir yayılıyor ve cemaat daha bir tanınıyor. Böylece ihlâslı Mü’minlerin gidip dertlerini arz edeceği bir makam, bir merci bulma yollarının temel taşları döşenmiş oluyor. Dertlerin arzı ile devanın alınması aynı oluyor. İslam’ı boğmak isteyen din-iman düşmanlarını çıldırtan hadise de işte bu. Çünkü ne yapıyorlarsa bu mübarek davanın büyümesinin önünü alamıyorlar. Üstteki sorun ve aağıda zikredeceğimiz çözüm de böylesi bir dönemin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Doğrusu pek çoğumuzun zaman zaman ve bazen de sürekli kendimize yönelttiğimiz sorunlardan ya da sıkıntılardan biridir dile getirilmiş olan. Sorun genel ve yaygın olduğundan dolayı diğer mücahidlerin de okumalarında fayda mülahaza edilmiştir.

Dedi ki: “Bizlerle pek çok alakadar bir zat: ‘Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum”(diye) çok defa dehşetli şekva ediyor, medet istiyor.”

Doğru. Zaman pek çok fenalıklara ev sahipliği yapıyor. İnsanın azılı düşmanlarından biri olan iblis-i lain, Mü’minlerin peşini bırakmıyor. Hususen hayırlı hizmetler içinde bulunan Mü’minleri daha çok rahatsız ediyor. Nefis, bu meydanda bir yandan iblisin telkinâtlarına itaat ederek akıl ve kalbin atıl kalmasına çalışırken bir yandan da kendi isteklerini dayatmaya çalışır. Vehimler, vesveseler, korkular, kuşkular, acabalar, basitlikler, hal ve istikbalı içine alan birtakım dünyevi hesaplar, çoluk-çocuk, mal ve sair şeyler bu iki azılı düşmanın elinde birer silaha dönüşüyor ve bunlar ellerine geçirdikleri bu silahlarla Mü’mini kurşun yağmuruna tutuyorlar. Bir yandan bunun mücadelesine giren ve direnmeye çalışan Mü’min, öte yandan vesvese okları onu cidden meşgul etmeye devam eder: “Ben adam olamıyorum.” Kendimi toparlayıp düzeltemiyorum. İslam’a layık bir şahsiyeti oluşturamıyorum. Nasihatler, hikmetli dersler bana etki etmiyor. Nasih adam konuştuğunda ikna oluyorum; ama bir başıma kaldığımda aynı rahatsızlıklar yeniden nüksediyor. Sonra “gittikçe fenalaşıyorum.” Hâlbuki bu hayır hizmeti içinde kendimi iyi hissetmem gerektiği yerde kendimi öyle görüyorum. Daha da kötüsü ve beni en çok rahatsız eden şey ise; “manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.” Hâlbuki çalışıyorum. Hizmetin saflarında diğer mücahid kardeşlerimle beraberim. Üzerime düşen vazifede de yorgun düşecek kadar çalışıyorum. Fakat maalesef “manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum.” Kardeşimizin şekva ettiği hususlar aşağı yukarı bunlardır.

Sonra dedi ki: “Ona yazıyoruz ki: ‘bu dünya dar’ül hizmettir, ücret almak yeri değildir. A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, ahirettedir. O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, ahireti dünyaya tabi etmek demektir. O amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.” (2)

Kabul ki çözüm budur. Davayı ve dava hizmetçiliğini iyi anlamak lazımdır. Mesuliyeti, yapılanı-yapılmayanı ya da yapılamayanı birbirinden tefrik etmek gerektir. İstenilen ile yapılan arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkarsa sebebini bulup izale etmek lazım. Yapılmıyor değil de yapılamıyorsa, niçin yapılamıyor ise onu arz etmek lazım. İnsanın gücünün sınırları az-çok bilinmektedir. Sorumlu tutulduğu hususlar da öyle. O halde sıkmanın bir manası yoktur. “Ben adam olamıyorum” demek meselenin çözümü değildir. Samimi ise çözüme katkı olabilecek bir itiraftır. O zaman adam olabilmenin kurallarına riayet etmek kaçınılmazdır. Kur’an ve sünnet eczası bunun ilaçlarıyla doludur. Bunlardan adam olmanın ilaçlarını almak ve tarif edilen noktalara uymak kişiyi rahatlatacak bir adam seviyesine rahatlıkla çıkaracaktır. Burada dikkat edilecek önemli noktalardan biri şeytan ve nefsin hayır hizmetlerinde bulunan Mü’minlere saldırılarının daha fazla olduğudur.

Dedi ki: “bu dünya dar-ül hizmettir, ücret almak yeri değildir.” Bu koşuşturma alanının ücret yeri olmadığı anlaşılırsa mesele büyük oranda çözülmüş olur. Baharın göz görmez şafağında tohumu toprağın kapkaranlık gözeneklerine (büyük zahmetler çekerek) atan çiftçiler hasadını hemen alamıyorlar. Büyük zahmetlere katlanarak hayvanlarının bakım ve korumasını yapan çobanlar kabul ki karşılığını hemen alamıyorlar. Gecenin yarılması ile gözlerini ve ellerini yaran ve gündüzün tekrar geceye inkılabı ile işlerini bırakıp evlerine çekilen işçiler, memurlar, amirler, ağalar, beyler vs.ler hemen değil, ancak tayin edilmiş zamanlarda emeklerinin karşılığını alabiliyorlar. İnsana, hayvana ve eşyaya iyice bakılırsa bahse konu olan bu kanunun ilahi bir yasa olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. O halde “dünya ahiretin tarlasıdır” prensibi durup dururken değil, söz konusu hakikatlere çözüm olarak sevk edilmiş altın değerinde derslerdir. Bu dersi iyice idrak eden Mü’min bir insanın “manevi hizmetlerimin neticelerini alamıyorum” diye bir sıkıntısı, bir derdi ve bir şüphesi kalmayacaktır…

Devam ederek dedi ki: “A’mal-i salihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, ahirettedir.” Yani manevi hizmetimin neticeleri nerededir deyip şu geçici dünya hayatının birtakım geçici zevklerini arayıp durmanın bir manası yoktur. Kabul ki davaya ruhunu-canını vermiş bir davetçinin davasının hizmetinden aldığı zevkten daha güzel bir zevk yoktur. Akıllı insan dünyaya ait olan her şeyin zevkinin geçici ve eğer mübah dairesinde değilse neticesinin acı ve çok yakıcı olduğunu anlar. Bunu madden de manen de yaşar. Uzak örneklere gerek yok. Bulunduğu muhitteki ahalinin ahvalini şöyle yüzeysel olarak bir tetkik etmesi meselenin anlaşılması için yeterlidir. Burada ekilen tohumlar berzah âleminde, ahiret âleminde meyveye dururlar. Mü’minin burada ekeceği tohumun cinsi, davanın bereketli saflarında Mü’min kardeşleriyle beraber çektiği zahmetler, sıkıntılar, döktüğü ter ve gözyaşı, ayrılık ve hasretler, fedakarlıklar, büyük gayretler, davasından dolayı uykusuz geçirdiği geceler, farz ve sünnet olan diğer ibadetler ve daha iyilik adına yaptığı ne kadar eylemleri var ise hepsi, evet hepsi A’mal-i Salihanın korunağında mekin ve metin yerini alır. Bunlardan hiçbiri zayi olacak değildir. âlemlerin gidişatını kabzında tutan kuvvet, sevk ve idaresini yapan hâkim, yaş olsun kuru olsun ne varsa onsuz hareket etmeyen âlim, Habir, Hafiz… bütün bunları kayıt altına alır. İşte bu akide anlayışına varan bir Mü’min “ben manevi çabalarımın meyvelerini göremiyorum” diye hiç me’yus olur mu? “Çabalar›m bofla m› gidiyor?” diye hiç ümitsizli€e düfler mi? Bu mümkün mü?

Kald› ki dedi: “O baki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek ahireti dünyaya tabi etmek demektir” doğru mu yani bu? Açık olan şu ki dünyalıların bütün uğraşı bu tarz bir anlayışı kalb ve beyinlere aşılamaktır. Beşeri felsefe ve de düzenlerin sevk ve idaresinde hâkim olan anlayış budur. İnsanlar farkında olsun veya olmasın şu an yapılmakta olan da budur. Yoksa insanların ekmeğe muhtaç bırakılmasının altında başka ne mana olabilir? Siz bu ülkenin yerli kaynaklarının bu milleti doyuramayacağını mı sanıyorsunuz? Sistemin fakirlik üretmesi, çaresizliğinden değil, tercihindendir. Sistemin bozuk ve serseri bir insan tipini üretmesi, bunu istediğindendir. Sistemin gayr-ı ahlaki bir aile ve dolayısıyla bir nesil üretmesi, arzu ettiğindendir… İstemediği tek bir şey vardır: İnançlı bir nesil… Böylece Mü’minler dahi bu fasid yapının çarkları arasında kendilerini muhafaza etmede zorlanacak ve tutunamayacaklar. Sonra da birtakım bahaneler üretecekler ve “ben hizmetimin neticesini alamıyorum”, “aile, çoluk-çocuk açtır”, “işyerini açmazsam ya da ben orada hazır bulunmazsam kesinlikle olmaz”, “borç-harç zamanıdır, çok meşgulüm”, “akrabalar zorluyor, beni dışlıyorlar”, “hafiyeler takip ediyorlar”, “polisler gelip gittiler…” ve daha neler, neler … İşte baki meyveleri bu dünyaya çekmek…, bulamayınca da rahatsız ve ümitsiz olmak biraz da bu nedenlerdendir. Bir Mü’min için kabil mi ki kendi elleriyle kendini helake sürmesin. Bilinç sahibi bir Mü’min için mümkün değil. O halde dünyevi sıkıntılardan dahi azade olmanın tek bir yolu vardır. O da: Ahireti dünyaya değil, dünyayı ahirete tabi etmektir. Bütün zorluklara rağmen Mü’min bunu başarabilmelidir. Peki yapmazsa ne olur?

Dedi ki: “o amel-i salihin ihlâsı kırılır, nuru gider.”

Acı, acı olduğu kadar korkunç bir sonuçtur bu. Ahireti dünyaya tabi etmenin neticesi budur. İnşa ettiği o iyilik binasının harcı çözülür. Yapıyı birbirine tutturan demirler gevşer ve eğilir. İnşa ederken harcına katmış olduğu çimento vs. maddeler eriyip yok olur. Yani kısacası o salih amel ve eylemlerin ihlâsı kırılır ve sonra da onda hayır adına bir şey kalmaz. Çünkü ahireti dünyaya tabi kılmak olunca nur da çekilip kendi menziline gider. Allah(cc), Mü’minleri böyle bir sonuçtan muhafaza etsin. Amin.

Devam ederek dedi ki: (Ha! Şu kadarı var ki) “o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder”

Çok önemli. Demek ki Mü’mine düşen vazife Allah(cc) için çabalamaktır. Yani kendi şer’i vazifesini hakkıyla yerine getirebilmek için koşuşturmak ve gerçekten gayret etmektir. Bu çabasının meyvelerini görmek istemesi hatta bunları görmeye niyet etmesi bile vazifesi arasında değildir. Vazife ayrı, vazifenin neticesini görmek istemesi ayrıdır. Buna binaen o kendisine düşen vazifesini hakkını vererek en azından gücünü doğru ve tam olarak sarf ederek yerine getirmeye çalışır. Allah(cc) dilerse (o istemek durumuna girmeden de) çabasının karşılığını verir. Dünyada da verir, ahirette de verir. Dünyada verdiğini ahirette vereceğinden hesaplayıp düşürmez. Zira “O hesapsız rızık verendir” ve Mü’min dünyada çabasının meyvelerini gördüğü zaman böbürlenip büyüklenmez. Başka başka havalara girmez. O, bunu gördüğünde daha fazla gayret, daha fazla çaba daha fazla ibadet daha fazla şükür… Evet, daha fazla şükür eder. Rabbim bizleri istikamet üzere hakkın rızasıyla mutabık yürüyen Mü’min kullarından eylesin. Amin.

KAYNAKLAR

(1) Kastamonu Lahikası

(2) Kastamonu Lahikası

İnzar Dergisi

diyarbakır haber

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.