Mutsuzluk üzerine

Yani tam da senin ve benim üzerimize kardeşim!.. Mutsuzluk bir kasırga gibi ev ev, şehir şehir, ülke ülke dolaşıyor içimizde. Şuna bak hele, bacak kadar çocuk, “stresliyim, depresyondayım!” diyebiliyor size. Bu tek numune bile asrımıza mutsuzluk asrı demeye yeter. Zira çocuk toplumun aynadaki en çıplak görüntüsüdür ve maalesef aynada da gördüğümüz budur.

Çocukluk günlerimi hatırlıyorum da biz kesinlikle mutsuzluk, huzursuzluk kelimelerini bile bilmiyorduk. Elbette ki sıkıntılarımız çoktu; ama mutsuzluğumuz hiçe yakın bir tarifle yoktu. Ana ve babalarımız mutsuz muydular? Bilmiyorum; ama galiba onların da sadece sıkıntıları vardı. Doğrudur, sıkıntıdan mutsuzluğa giden bir yol vardır; ama takdir edersiniz ki bunlar aynı şeyler değildir. Arkası yırtılmış “tırabzan” la yürümekte bir sıkıntı vardır; çünkü ikide bir ayağından düşer, koşamıyorsun falan filan…  ve biz, yıllarca bu tırabzanla yürüdük. Bu sıkıntı bir mutsuzluk mu peki? Hayır!.. Hayır, diyorum, çünkü biz bu kauçuk ayakkabıyla mutluluk yollarında yürüdük hep.

Belki de büyüklerimiz mutsuzdular. Mesela babam ciddi ciddi ikincievliliği düşünüyordu, annem bu yüzden mutsuzluktan yudumlamış olabilir. O zamanlar, evli iki üç kardeş birlikte yaşıyordu; bundan kaynaklanan sıkıntılardan, eltiler mutsuz olabilir. Köyümüz iki partiydi, köy kavgaları hep olurdu; köylü mutsuz olabilir… Bütün bunlar olsa dahi bugün yaşadığımız şey, mutsuzluk yaşının aşağıya düştüğüdür. Eğer bugün mutsuzluk yaşı çocuk yaşlara kadar inmişse bu, üst yaşlarda mutsuzluğun katmerleştiği anlamına gelir. Evet, eğer çocuk mutsuzsa, büyük kahroluyor demektir. Hele bir de o bacak kadar boyuyla stresten, depresyondan bahsediyorsa, varın siz büyüklerin halini düşünün. Uyuşturucu, kendini jiletleme, … İşte, çağımızın hal-i pürmelali.

Evet, konumuz mutsuzluktu. Daha doğrusu asrımızın mutsuzluğu ya da daha özele indirirsek, benim ve senin mutsuzluğu… Hani, o sıkıntılar da bitti. Artık kimse tırabzan ayakkabıyı giymek şöyle dursun tanımıyor bile. Artık bütün eltiler kendi özel dairelerinde yaşıyor. Köy partileri de dağıldı tek tek. Peki, aradığımız huzur ülkesi nerde kaldı?

Biz, Müslümanız; her şeyi ama her şeyi iman-küfür, Allah-Şeytan endeksli düşünürüz. Biliyorum bu son cümlem kimi modern, entelektüel, kendini aşmış Müslüman beyefendilerin yüz hatlarında bir gerilmeye sebep olmuştur. “Bu kadar sığlık olmaz ki, bunların hiç mi psikolojiden, sosyolojiden, felsefeden haberleri yok” diye düşünmüşlerdir. Evet, gururla belirteyim ki biz böyle düşünüyoruz. Biz bilumum “loji” ile biten bilimleri,  bilimlerin sahibinin ve bu bilimleri bilen bilimadamlarının yaratıcının adıyla düşünüyoruz.

Biz bu perspektiften bakarken aklımıza hemen şeytanın ilk insana düşmanlığı geliyor. Şeytanın; ilk insanı, huzur ve mutluluğun diyarı olan cennetten, dert ve sıkıntıların mecmuası olan dünyaya atmak için gösterdiği gayreti görüyoruz. Mademki insanın bahtsızlığı oradan başladı meseleyi de oradan irdelemek gerek. Özellikle cennette bile insanın nimetleri görmeme ve elinde olmayana olan tamah hastalığı. Yine,Şeytanın bu yara üzerine tuz biber oluşu…

Allah, imanın kaynağı yani olanı, nimeti görmek; Şeytan, küfrün elebaşı yani olanı örtmek, kapatmak… Kur'an'ın kaç yerinde yüce Allah, nimetlerini  sayar da sayar. Ya, “febieyyialairebbikumatükkezziban/ Artık rabbinizin hangi nimetini inkâr edeceksiniz?” ayetine ne demeli. İnsanın nankörlükten yüzü kızarıyor gerçekten. Bunu niçin anlatıyorum, zira burası mutluluk veya bahtsızlığımızın başladığı yerdir aynı zamanda.

Konuyu tam da böyle önemli bir yerde kesmek şık olmadı, biliyorum. Ama biraz köşenin azizliği biraz da kalemin sallapatiliği işte. Önümüzdeki Pazar buradan başlarız, inşallah.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.