Şehadetle Dirilen Topluluk

Şehadetle Dirilen Topluluk

O ateşle dolu hendeğin adamları kahrolsun! Hani onlar o ateşin çevresine oturmuşlar, Mü’minlere yaptıkları (işkenceleri) seyrediyorlardı.

“O ateşle dolu hendeğin adamları kahrolsun! Hani onlar o ateşin çevresine oturmuşlar, Mü’minlere yaptıkları (işkenceleri) seyrediyorlardı. Onlardan, sırf göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, aziz ve hamid Allah’a iman ettikleri için intikam aldılar. Oysa Allah her şeyi görür.” (Buruc: 4-9)

Buruc Suresi, sadece Allah(cc)’ın birliğine iman edip O’na teslim oldukları için Mü’min bir topluluğun başına gelen korkunç ve bir o kadar da dramatik bir sahneyi insanlığın müşahedesine sunmaktadır. Bu eziyet ve işkenceye maruz bırakılmalarının tek gerekçesi, ‘Aziz’ ve ‘Hamid’ olan Allah(cc)’a iman’ etmeleri idi. İşte sırf bunun için bu cezaya, yani ‘ateşte cayır cayır yakma’ cezasına çarptırılmışlardı. Bütün dönemlerde kâfirlerin ve mürtedlerin Mü’minlere ve müvahhidlere reva gördükleri ceza, hiç kuşkusuz işkence ile beraber ölümdür. Onun için Rabbimiz, ‘kahrolsun’ buyuruyor. Yani yeryüzündeki bütün kâfirler ve mürtedler kahrolsun.

Bu mustazaf topluluğun işlemiş olduğu kabahat ve cürüm o kadar büyüktü ki, cezalarının infazı da dünya varoldukça bütün insanlığa ibret olacak boyutta idi. Ateşle doldurulmuş hendeklere tek tek atılmak suretiyle diri diri yakılmalarıydı. Hem de büyük bir meydanda, insanların gözleri önünde ve de ilahlık iddiasında bulunan zalimlerin o iğrenç kahkahaları ve sevinç çığlıkları arasında…

Hakikaten o Mü’minler topluluğu büyük ve korkunç bir sınavla baş başa idiler. Ateşle doldurulmuş o hendeklerin alevleri göğe doğru yükseliyor ve çevreye saldığı hararetle de ta uzaklardaki insanların yüzlerini yalıyordu. Adeta bir mahşer sahnesi oluşmuştu.

Sanki sair cehennemin ürkütücü manzarasıydı.

Bu ürkütücü ve korkunç manzara, Mü’minleri imanlarından döndürmek içindi. Fakat tağutlar, karşılarında duran her bir yiğidin birer iman timsali olduğunu bilmiyorlardı. Bir anlık imansız yaşamaktansa ateşte cayır cayır yanmanın Mü’minler için daha evla ve tercihe şayan olduğundan gafildiler. Onun için bu tehditkâr manzaranın değil onları imanlarından döndürmesi, bir anlık tereddüdü bile onlara yaşatmadı. O yiğit Mü’minler, insanlık tarihine bir not düşmek istiyorlardı. İnsanlara iman etmenin ne olduğunu ve imana sadakatin ne anlama geldiğini öğretmek istiyorlardı. İman etmenin bir ahid olduğunu ve bu ahde vefanın mana ve mefhumunu, pratik hayatlarında tarihin tanıklığına sunmak istiyorlardı. İmanları uğruna ölümün, yani şehadetin muallimi olmak istiyorlardı…

Bu konuyla ilgili Sahih-i Müslim’de Hz. Resulullah(sav)’tan rivayet edilen uzunca bir hadis-i şerif vardır. Hadis’in bütününü buraya alma imkânımız yoktur. Onun için hadisin kısa bir özetini buraya aktarmakla iktifa edeceğiz. Bu hadis-i şerifin, Kur’an-ı Kerim’deki bu korkunç hadisenin mütemmimi ve tavzih edicisi olduğunu göreceğiz.

“Hz. İsa(as)’dan sonraki dönemde yaşayan bir kral’ın yaşlı bir kahini/sihirbazı vardı. Adam ihtiyarlayıp yaşlandığı için bir gün krala der ki: ‘Bana zeki bir genci getir ki ona kehanet ilmini öğreteyim de, benim vefatımdan sonra o sana kahinlik yapsın.’ Kral da ona Abdullah bin Tamir isminde zeki bir genci getirip teslim eder.

Bu genç her sabah evden Kahin’in yanına ders almaya giderken, yol güzergahında bulunan bir Rahib’e de takılır. Ve ondan dini bilgiler alır. Derken bu genç dualarıyla birçok müzmin hastanın iyileşmesine vesile olur. Kral bu durumdan haberdar olur ve bu genci sorgudan geçirdikten sonra, onun Rahib’ten ders aldığını tesbit eder. Ve kral Rahib’i hemen öldürür. Bu genci de öldürtmek için birçok yol dener, fakat hiçbirisinde başarılı olamaz. Kral genci öldürememenin acziyet ve şaşkınlığını yaşarken, genç kendisine der ki: ‘Sen beni asla öldüremezsin, ancak sana söyleyeceklerimi uygularsan beni öldürme işinde başarılı olursun! Beni bir hurma ağacına bağlarsın, okdanlığımdan bir ok alır yayın ortasına takarsın ve ‘bu gencin rabbinin adıyla’ deyip oku fırlatırsın. Böylece beni öldürmeye muvaffak olursun!”

Kral da büyük bir meydanda kalabalık bir insan topluluğunu oluşturur ve gencin öğrettiği formülü uygulamaya koyulur. ‘Bu gencin rabbinin adıyla’ deyip oku fırlatır ve ok gencin şakağına isabet eder. Genç hemen oracıkta şehit olur. Oradaki bütün topluluk da hep bir ağızdan ‘Biz de O gencin rabbine iman ettik’ derler.

Kral, bir Mü’minden kurtulayım derken, büyük bir topluluğun iman etmesiyle adeta çılgına döner. Bu iman eden insanları imanlarından döndürmek ve dönmeyenleri de cezalandırmak için büyük hendekler kazdırıp, içini ateşle doldurtur. İman eden insanlar sıraya dizilip tek tek hendeklerin yanı başına getirilirler. ‘Ya imanlarından dönmeleri veya ateşe atılmaları’ tercihiyle baş başa bırakılırlar.

O Mü’minlerden hiçbirisi imanından dönmez ve tek tek ateşe atılırlar. Bir Mü’min kadın kucağında bebeği olduğu halde hendeğin kenarına getirilir. Kadıncağız yavrusuna bakıp küçük bir tereddüt geçirir. Bebeği dile gelir ve; ‘Anneciğim sabret, şüphesiz sen hak din üzeresin” der. Kadın da kucağındaki yavrusuyla ateşe atlar!”

Kimi rivayetlere göre yaklaşık yirmi bin Mü’min ateşe atılır ve onlardan tek bir kişi dahi imanından dönmez. Hepsi de imanları uğruna ateşle olan imtihandan firesiz geçerler.

Hakikaten öğüt dolu ibretengiz bir manzara. Bir tarafta İslam’i davetin hakkını veren bir genç… İnsanlara ilahi mesajı ve Rabbani tebliği sunmak için, İslam’ın amansız düşmanı olan Kral’ın eliyle şartları ve ortamı oluşturarak gösterdiği hüner ve mahareti ve akabinde tebliğin gönüllere nüfuz etmesi ve yerleşip tahkim olması için kendini davetin aşk mihrabında kurban etmesi… Diğer tarafta da, gencin o tebliğ terennümüyle cezbeye gelmiş ve hep bir ağızdan: “Biz de O gencin rabbine iman ettik” feryadıyla arş-ı alayı titreten ve imanlarıyla itminan-ı kalbe kavuşup asude olmuş örnek bir topluluk…

Hakikaten ihlâsın, takvanın ve teslimiyetin en tepe noktaya, zirvenin en nihayetine çıktığı bir manzarayla karşı karşıyayız. Riyadan, samimiyetsizlikten ve bütün dünyevi bağlardan azade olmuş ve en ihlâslı bir atmosferin hâkim olduğu ve gerçekten iman hakikatinin ve sırrının tebellüğ ettiği ve gün ışığı gibi ortaya çıktığı canlı ve parlak bir tabloyla karşı karşıyayız.

Bu Kur’ani atmosferi yaşarken, zihnimizde bizi Hz. Resulullah(sav)’ın şu veciz ve hakikat dolu Hadis-i Şerifine götürüyor: Hz. Resulullah(sav) buyuruyor ki: “Üç haslet vardır ki, onlar kimde bulunursa, onlarla imanın halvetini /tadını bulur. Ona Allah ve Resulünün bütün masivadan daha sevimli / daha tercihe şayan olması. Sevdiğini sırf Allah için sevmesi. Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmaktan ikrah ettiği gibi ikrah / nefret etmesi!” (Sahih-i Müslim)

Hadis-i Şerifin manasıyla manzarayı irdelediğimizde, zikri geçen topluluğun gerçekten imanın tadını aldığını ve imanın hakikatlerine ulaştıklarını görürüz. Üstad Bediüzzaman’ (ra)ın; “Hakiki imana sahip olan dünyaya meydan okur!” dediği ‘Hakiki iman’ bu topluluğun sahip olduğu iman olsa gerek.

Azgın kral olan Zu Nuvas, Mü’minleri yakıp kül etmekle iman davasını yok edeceğini sanıyordu ve bu alçak anlayışının bir gereği olarak da binlerce masum ve günahsız insanı bu korkunç kıyıma maruz bırakıyordu. Oysa tevhit inancının ve şehitlerin ruhlarının asla ölmeyeceğini bilmiyordu. Bu yiğitlerin davaları ve mübarek ruhları, dünya durdukça kitlelere ruh ve canlılık bahşedecektir. Rabbimizin buyruğuyla Zu Nuvas ve avanesi kahroldu. Mü’minler ise Me’va, Naim, Adn ve İlliyyin cennetlerinde, Rablerinin bahşettiği nimetlerle sevinçlidirler.

Bu Kur’ani kıssaya tekrar baktığımızda görülecektir ki, davetçi gencin o mahşeri kalabalığa sunduğu tebliğ, sadece birkaç sözcükten ibarettir. “Bu gencin Rabbinin adıyla!” Evet sadece bu kadarcık bir tebliğ. Fakat sözcük olarak bu kadar az bir tebliğle, büyük bir kitlenin gönüllerini fethetmeyi başarmıştır. O insanların kalplerine oluk oluk imanın nüfuz etmesini sağlamıştır. Bu olsa olsa Rabbimizin nusret, inayet ve lütfunun bir tecellisi olarak değerlendirilebilir. Bu hadiseden de iyi anlaşılıyor ki, kerem sahibi Rabbimiz ihlâslı ve takva sahibi kullarıyla beraberdir. O’nun rahmet eli onların işlerinin içindedir. İhlaslı ve samimi Müslümanların işlerinin bereketli oluşu da bu hakikate mebnidir.

İşte İslam davetçileri için en güzel misal ve ders alacakları en güzel örnek!... Eğer İslam davetçileri olarak işlerimizin bereketsizliğinden yakınıyorsak ve davamızın zaferler elde edemeyişinden muzdaripsek, mutlaka durumumuzu ciddi olarak gözden geçirmemiz ve mabeynimizi ıslah etmemiz gerekir. Kesinlikle vuku bulan aksaklıkların müsebbibi bizleriz. Allah(cc) katında hiçbir makbuliyyeti olamaz:

“Onların(kurbanların) ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır, fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır…” (Hac: 37)

Kimi insan, davetin sadece sözlü bir tebliğden ibaret olduğunu sanır. Oysa sözlü tebliğ, tebliğin sadece bir cüzüdür. Aslında en etkili ve kalıcı tebliğ, ameli olandır. Yani müslümanın ahlakıyla, şahsiyetiyle iman ve Dinine olan sadakatiyle ve insanlarla olan muameleleriyle sunduğu tebliğdir en etkili olan… İslam’ın bütün güzellikleri ve cazibeliği davetçinin şahsında ve hayatında yansımasıdır asıl olan. Eğer yaptığımız tebliği hayatımız ve amellerimiz doğrulamıyorsa ve Allah (cc) korusun sözlerimizle amelimiz çelişiyorsa bırakın insanların İslam’a yönelmelerine katkı sağlamak, belki sergilediğimiz çelişki ve tutarsızlıklarımızla İslam’ın önünde ciddi bir set ve mania oluşturur, İnsanların İslam’a antipatiyle yaklaşmalarına sebebiyet veririz. Onun için davetçinin sözü ile özü bir olmalıdır. Hayatıyla davranışlarıyla ve muameleleriyle İslam’ ın şahidi olmalıdır.

Ziya paşanın da dediği gibi:

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde!”

Adem(as)’dan günümüze değin, hak ve batıl arasında cereyan eden mücadele ve kavgada ruhunu kurban eden bütün İslam şehidlerine minnet duygularımızı ifade etmekle beraber, Rableri katında en üstün ve yüce derecelerle taltif olunmalarını diler, onların engin maneviyatlarının ve ölmez ruhlarının her daim bizlerle beraber olmasını kerem sahibi mevladan niyaz ederiz. Bu rahmet, bereket, nusret ve izzet kapısının kıyamete değin ardına dek açık kalmasını yüce Rabbimizden taleb ediyoruz.

Allah yolunda öldürülenleri sakın ‘ölüler’ saymayın. Hayır, onlar, Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar. Allah’ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki onlara hiç bir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir. Onlar, Allah’tan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah’ın Mü’minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler. (Al-i İmran: 169-171)

İnzar Dergisi

diyarbakır haber

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler