Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

Şehir yönetimlerinde yer almak

Kimi sosyal bilimciler, yeni dünyada ulus devletlerin güç kaybına uğrayacağını, şehir yönetimlerinin dünyayla kuracakları ilişkiyle ulus devletlerin yerini alacağını belirtiyor, yarının dünyasında Parisli, Londralı olmanın Fransız, İngiliz, daha da ötesi Fransalı, İngiltereli olmaktan daha anlamlı olacağını düşünüyor
 

Geçmişin şehirleri, özellikle Batı dünyasında, küçük bir kaleden ibaretti, Kalenin yanı başında yaşayan halkın, şehirle ilişkisi sınırlıydı. Şehir halkı, küçük bir idari ve askeri sınıftan ve onlara hizmet eden sayılı kişilerden oluşuyordu.

Sanayileşmeyle birlikte şehirler saçaklandı, kalenin dışına taştı, şehir nüfusu arttı ve renklendi, ‘metropol’ denen büyük şehirler oluştu, toplumun önemli bir kesimi şehir yönetimlerinin kararlarından etkilenmeye başladı. Şehirler, ülkelerle özdeşleşti.

Bugün metropolü de aşan yeni bir şehir gerçeğiyle karşı karşıyayız: Bu, ‘megapol’ denilen ‘bölgekent’ gerçeğidir.

Türkiye’de İstanbul, İzmit, Kocaeli ve Ankara gerçeğinin ardından geçen yıl yapılan yasal düzenlemelerle bölge kentlerin sayısı otuzun üzerine çıktı. Bölgekent gerçeğinde belediyenin sınırı il sınırı olarak belirlendi.

Şehirler, nüfus olarak büyümenin ardından mekan olarak da büyüdü, köyleri, kasabaları içine aldı. Geçmişte bir köylü için şehir, küçük bir azınlığın yaşadığı uzak ve garip bir yer, sonra ürettiğini sattığı bir pazar ve en son yakınlarının yerleştiği ve kendisinin de zaman zaman gidip çalıştığı bir yerleşim alanı iken, bugün köylü, şehrin kanuni bir mensubudur.

Düne kadar Ömerli’nin, Midyat’ın, Dargeçit’in bir mezrası için Mardin, ‘Bajar’ denen bir kale iken yarın Mardin bölge kent belediyesi, o mezranın yolunu yapmaktan sorumlu olacak, musluğundan özgürce akan suyundan para isteyecek. Bu gerçek karşısında kimse kendini şehir yönetiminin dışında tutamaz şehir yönetimine karşı duyarsız kalamaz.

Öte yandan Avrupa yapı itibariyle tektipçidir, Batı şehirleri de Hıristiyan (Katolik) tektiplik, ulusal tektiplik ve en son küresel tektiplik yaşadı.

Bir zamanların Avrupa şehirlerinde farklı dinlerden insanlar bir yana, farklı mezheplerden olanların bile yaşamasına izin verilmiyordu. Sonra mezhep baskısı kalktıysa da ulusal modern tektipçilik güç kazandı. En son, şehirler, küreselleşme ile kimliksizleştirilmeye, birbirine benzemeye başladı. İslam dünyasında da ulus devlet sürecinde tektipçilik dayatıldı. Trabzon’un sokaklarında dolaşan bir Karadenizli ile Edirne’de yaşayan bir Trakya’lının aynı kıyafet içinde olmasının, aynı etkinliklerde bulunmasının ulusal birliği güçlendireceğine inanıldı. Ancak bu proje, Trabzon’u, Edirne’yi özünden koparıp Paris’in, Berlin’in, Atina’nın kötü bir kopyasına dönüştürdü. Dünyanın hepsini geçmişin bir köyü gibi birbirine benzetme hedefine dayanan küreselleşme güç kazanıyor ama ona karşı yerelleşme hareketleri de oluşuyor.

Amerika’dan Japonya’ya şehirler kendi kimliğini yeniden arıyor. Bir yandan dünyayla ticari ve iletişim bağları içinde olan öte yandan ‘kendi’ olabilen, başka şehirlerden farklı bir şahsiyete sahip bir şehir... Bu, aslında insanın kendisini arayışıdır, küresel hegomanyaya karşı bir isyanıdır. Bu, bir kimlik arayışıdır, insanlar gibi şehirler de kendi kimliğini arıyor.

Bu arayış sürecinde söz sahibi olanlar, şehirlerinin kimliğinde söz sahibi olacaklardır. Kimlik, kolay oluşmaz ve kolay da değişmez. Kimliğe oluşum döneminde müdahale etmeyenler müdahale etmekte çok geç kalacaklardır.

Bugün küresel şehir denilen Londra, Paris ve belki artık İstanbul gibi şehirler, birer dünya minyatürü iken (dünyanın küçük bir örneği iken) Trabzon, Konya, Diyarbakır, Van gibi bölge kentler ise kendi bölgelerinin bir minyatürü olmaktan da öte ta kendisidirler.

Hayat, şehirden ibarettir, şehir yönetimleri dışında kalmak, hayata yön verme girişimlerinin dışında kalmaktır.

Geçmişte, İslam dünyasında şehir yönetimlerinin akide olarak bir noktada olan kişilerin elinde olduğu ve onlar arasında el değiştirdiği günlerde zühd gereği şehir yönetimlerinin dışında kalmayı tercih etmek anlaşılabilir bir durumdu. Bu, çoğu İslam şehrinde aslında bir tür işbilimiydi, idareye yatkın olanlar ‘amil, vali, kadı, şehremin’ gibi sıfatlarla şehir yönetimindeydi, mürşid ve zahidler ise toplumun ıslahı ile meşguldu, sivil toplum çalışanı olarak ilim ve irşadla uğraşıyordu. Kimi yerlerde problemler yaşansa da çok yerde hayat bu şekilde bir denge içinde yol alıyordu. İdareci sınıf, dünyaya dalınca zühd ehlince uyarılırdı, zühd ehli batini fikirlere sapınca idareciler tarafından durdurulurdu.

Bugünün dünyasında şehir yönetimini terk etmek, şehir yönetimine karşı duyarsız kalmak şehri başkalarına bırakmaktır, günahkarlar bir yana şehri kimi yerlerde İslam’a karşı düşmanca hisler içinde olanlara, İslam’a karşı savaşanlara bırakmaktır. Bu, bir tür dolaylı laikliktir. İslam dünyasında bu dolaylı laiklik bir dönem resmen teşvik edildi. Müslümanlara ‘siz kendi alanınız içinde kalın, böyle işlere karışmayın, siz özgür olun, biz özgür olalım, birlikte yaşayıp gidelim’ dendi Oysa toplumsal hayatın ipleri onların elindeydi, toplumsal hayat onların mühendisliğine bırakılmıştı. Gün geldi onların mimarı olduğu hayat tarzı, camilerin kapısına dayandı, hatta turistik seyahata çıkıp ya da Taksim’de, Beşiktaş’ta isyan edip camilerin içine girdi.

Bugün şehir yönetimlerinden her uzak duruş, onlar için özgürlük ve müdahale alanı genişliği demektir. ‘Hem uzak duruş hem şikayet’ tercihi ise zaman aktıkça Batı şehirlerinde kilisenin zaman zaman yaptığı etkisiz şikayetlere benzeyecek, belki bir gün şikayet etme cesareti bile kalmayacak. Nitekim, bugün hem kilisenin hem israil havralarının şehir hayatları karşısındaki tutumu ‘zoraki bir onaylama’ biçimini almış. Hem kilise hem havralar, her tür ahlak dışı yaşamı resmen onaylayan törenler bile yapmaktadır.

İslam dünyası içinde benzer hayaller kuranlar, çoktur ve etkindir. Bu, İslam şehirlerinin tam anlamıyla ölümüdür. Şehir yönetimlerine uzak kalmak bu ölümü dolaylı olarak onaylamaktır. Batı’da uzun bir dönem Sola biçilen bir rol vardı: Muhalefet adı altında şikayet etmek ve entelektüel etkinlikler yapmak. İslam dünyasında da Türkiye, Pakistan, Mısır, hatta Cezayir gerçeğinde bu rolü kısmen İslami kesimlere devretme niyetleri bir dönem güç kazandı. Bu, aslında şikâyetle tutum olmaya dayanan bir kadrolu muhalefet türüdür. Bu kadrolu muhalefet tuzağından kurtulmanın en yakın yolu, şehir yönetimleri içinde yer almaktır. Sadece bir sivil toplum kuruluşu olarak değil, doğrudan karar mercilerinde yer almak… Şehrin maddi ve manevi hizmetlerini koordine etmek… Ve bundan çok daha ötesi, dünyayı yeniden İslam şehirlerinin huzuruna kavuşturmak.

ŞEHİR YÖNETİMLERİ DEĞİŞTİ

Şehir, mekân ve insan gerçeğine bağlıdır. Şehrin coğrafik konumu ve insan yapısı, şehrin kimliğini etkiler. Bir şehrin diğer şehirden farklı olması, bu gerçekle uyumlu bir durumdur.

İslam, bu gerçeği dikkate alıyor. Daha ilk İslam şehirleri farklı fıkıh akımları oluşturacak kadar özgün özellikler taşımış. Basra Ekolü, Küfe Ekolü gibi nahiv akımları bir yana Irak ehli, Şam ehli, Medine ehli ve İmam Şafii Hazretleriyle birlikte Mısır görüşü oluşmuş.

Sonraki dönemlerde de hiçbir zaman İstanbul, Şam ve Buhara’nın kıyafeti, İslami ölçüler dışında asla bir olmamıştır. Oradaki kıyafet oraların koşullarında İslamileşmiştir. Ulus devlet sürecinde şehirlerin bu özgünlüğü yok edildi. Şehrin sosyal hayatı, başkentteki hayata benzetildiği gibi şehir yönetimleri de başkentteki yönetimin bir şubesine dönüştürüldü. O dönemde gerçek anlamda bir “şehir yönetimi” yoktu. Şehre başkent adına vekaletlik yapan kişiler vardı. Seçilmişlerin, atanmışlardan bu alanda kayda değer bir farkından söz etmek mümkün değildi.

Bugün,

Bir: Şehir yönetimlerinin seçilmişliği bir değer olarak kabul görüyor, şehir yönetimleri, temsil gücüyle resmi görevinden daha üst bir yerde duruyor.

İki: Yapılan yasal değişiklikle ve bütün dünyada, seçilmiş olmanın kazandığı değerle  şehir yönetimleri maddi alanlarda merkezi hükümetten daha bağımsız kalabiliyor, manevi(sosyal) olanlarda da proje geliştirilebiliyor.

Bununda ötesinde kimi sosyal bilimciler, yeni dünyada ulus devletlerin gittikçe güç kaybına uğrayacağı şehir yönetimlerinin dünyayla kuracakları ilişkiyle ulus devletlerin yerini alacağını belirtiyor. Yarının dünyasında Fransız, İngiliz daha da ötesi Fransalı, İngiltereli olmaktan daha anlamlı olacağını düşünüyor. Bu abartılı bir tez gibi görünse de dünyanın en azından bugün için bu yönde yol aldığı da açıkça görülüyor.

 ŞEHİRCİLİK MÜSLÜMANLARIN İŞİDİR

Şehrin iki özelliği vardır; Büyük bir nüfusa sahip olmak ve farklı toplum kesimlerini bir araya getirmek. Eski Avrupa şehirleri, hem nüfus olarak çok küçük hem de tek kesimden oluşuyordu. Büyük şehirler on yirmi bin gibi bir kasaba nüfusundan ibaretti. Toplumun bütün kesimleri, iradeciler, askerler ve kilise ehlinden meydana geliyordu. Bu bir tür taslıkçılıktı.

“Miladi 8.yüzyılda Küfe 100 bin, Basra 200 binin üzerinde nüfusa sahipti. 9.yüzyılda ise Bağdat 2 milyonun üzerinde bir nüfusu barındırıyordu. Tarihte bilinen nüfusu milyonu geçen ilk şehir Bağdat’tır. Bu anlamda ilk büyük metropol sayılabilir.”

Bu dönemde Bağdat’ta ve çevre şehirlerde devasa Hıristiyan mahalleleri ve Yahudi mahalleleri vardı. Az da olsa her zaman bir Mecusi nüfus da var olmuştur.

Hz. İsa(as) sonrası dünyada gerçek anlamda ilk şehirler İslam şehirleridir. Şehircilik de Müslümanların işidir. (1907’ye kadar Londra da gerçek anlamda bir şehir yönetimi bile yoktu.) Müslümanlar, Haçlı Savaşları öncesinde şehirlerin devletleşmesi gibi kötü bir deneyim yaşadılar. Selahaddin Eyyübi Hazretleri son verdi Osmanlı da tedviren merkezi yönetimi hep güçlü tuttu. Ulus devlet sürecinde ise Batı şehirciliği, bütün İslam dünyasında (belki Mekke, Medin’e dahil) dayatıldı.

Oysa Batı şehirciliği, İslam şehirciliğinden çok farklıdır. İslam şehri Tevhid inancının ürünüdür; mimari olarak bütünlük içindedir. Başka topluluklara yüce Allah’ın Rahman sıfatının gereği olarak açıktır. Batı şehirciliği teslise dayalı küçük şehircilikten modernizmin bölünmüşlüğüne (şirkine, çokçuluğuna) yöneldi. Modern Batı şehirlerinde farklı toplum kesimleri varsa da aynı inançtan olanlar bile birbirinden kopuktur. Bütünlükte huzur, bölünmüşlükte huzursuzluk vardır. İslam’ın huzuruna kavuşmak için İslam şehirciliği yeniden inşa edilmelidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.