Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

Sivil eğitim son mu bulsun?

Resmi eğitimle ilişki, “devlete evlatlık vermek”, “çocuğunu eğitme hakkını devlete devretmek”, “devletten (zorunlu veya gönüllü) eğitim hizmeti almak” başlıkları altında sınıflandırılabilir. Bir veli olarak imza atarken bunlardan hangisini seçtiğimizi bilmek durumundayız.

 

Hz. Peygamber (sav)’in risaletinin “Oku!” emri ile başlamasında büyük bir hikmet vardır.

O emirle sadece şirk koşma anlamında değil, bütün anlamları ile cahiliye dönemi kapandı; bilgi (ilim) dönemine girildi.

Bir puta tapmak için bilgiye gerek yoktu. Aksine puta tapmak, bilgiden uzak olmayı gerektiriyordu. Oysa Allah’ın birliğine inanmak, insanın ancak kendi yaradılışı, kainatın yaradılışı üzerine düşünmesi ve bu düşünsel etkinlikten doğru bilgiye ulaşması ile mümkündür.

İslam’dan önceki çağlarda “bilgi” bazı el üretimleri dışında genellikle sadece zihinsel bir sermayeydi. Bir iktidar kaynağı değildi. Resulûllah (sav)’ın peygamberlik görevini üstlendiği günlerde, belki dünyada bilgiye en çok emek veren toplumlar, siyasi iktidar olarak dünyanın en geri toplumlarıydı. Yahudiler, oradan buraya sürüldükten sonra bölük pörçük yaşayan etkisiz bir toplumdu. Bizanslılarla özdeşleştirmeyecek olsak (ki özdeşleştiremeyiz) Yunanlılar, dünya iktidarında pay sahibi değildi. Büyük manastırlarında dünyanın en değerli kütüphanelerine sahip Süryanilerin hiçbir siyasi varlığı yoktu.

Resulûllah (sav)’ın Bi’setiyle birlikte bilgi bir iktidar kaynağı hâline geldi. Öyle ki siyasi hiçbir varlığı olmayan ve dini etkinlik olarak da tükenme noktasında olan Yahudiler ve Süryaniler, sadece bilgi sayesinde, İslam’ın ikinci asrının başlarından itibaren sarayların neredeyse azizi oldular. Belki tarihte ilk defa bilgileri (siyasi ve dini gericiliklerine rağmen)  onların müreffeh yaşamasını sağlıyordu. Aristo ve Eflatun gibi Eski Yunan filozofları siyasi mirastan tamamen yoksun bir topluma ait olmalarına rağmen sarayların baş köşesine oturuyorlardı.

İslam çağı, bilgi çağıdır ve insanın bilgiyle imtihan çağıdır. İlkel putperestliğin  tükendiği bu çağda insan bilgiyle yükseliyor ve bilgiyle imtihan oluyor. Bilginin kaynağına sadık kalan, tevhid ehli olarak kalırken bilgiyi vahiyden koparan, İslam çağının günümüze denk gelen diliminin en yaygın ideolojisi olan kula kulluğa düşüyor. 1

Tevhid mücadelesi, bu özelliğiyle bir doğru bilgi mücadelesidir. Bir insanı tevhide davet etmek, onu doğru bilgiye inanmaya davet etmektir.

“Allah, size annelerinizin karnından hiçbir şey bilmiyor hâlde çıkarttı ve sizlere işitme (duyusu), gözler ve kalpler Verdi, ta ki şükredesiniz” (Nahl / 78)

“Muhakkak, Allah’tan kulları arasında ancak bilgi sahibi olanlar gereği gibi korkarlar.” (Fatır  / 28)

“Muhakkak göklerle yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığına ve birilğine delil olacak) pek çok ayet vardır.” (Al-i İmran / 190)

“Göğün boşluğunda Allah’ın buyruğuna boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşlara bakmıyorlar mı?” (Nahl / 79)

“O, akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır.” (Yûnus / 100)

Eğitim, bilgi aktarımının kurumlaşmasıdır. Dolayısıyla bilgi çağı, eğitim çağıdır. Bilgi, bu çağın en büyük değeri olduğundan eğitim, bu çağın en büyük değeridir. Hiçbir akçe bu çağda eğitim kadar değerli değildir.

Eğitim, bu çağda en önemli iktidar kaynağıdır. Yeryüzüne hakim olmak isteyen, hilafet görevini hakkıyla yerine getirmek isteyen her yapı, eğitime sarılmak durumundadır.

Hz. Peygamber (sav)’in risaletinden bu yana bilgiye değer vermeyen, eğitimi kurumsallaştırmayan Müslim-Gayri Müslim hiçbir yapı, kalıcı bir iktidara ulaşmamıştır.

Dünyanın doğusunu baştan başa ele geçiren Moğolların tarihe bir medeniyet olarak değil, yağmacı bir ordu olarak geçmesi kesinlikle haksız bir değerlendirmenin neticesi değildir.

Müslümanların da dünya iktidarından yoksun kalmaları, bilgiye, eğitime sırt çevirmelerinden bağımsız değildir.

Müslümanlar, dünya iktidarını, ilme sırt çevirerek kaybettiler, dünya iktidarını yeniden ancak ilme, eğitime sarılarak elde edebilirler. Ondan ötesi, geçici bazı başarıları asla geçmeyecektir.

Dolayısıyla Müslümanların eğitime önem vermemesi düşünülemez. Bununla birlikte Müslümanların bu çağda bilgi ve eğitimle imtihan olmaması da düşünülemez.

SİVİL EĞİTİM, İSLAM’IN İNSANLIĞA BİR ARMAĞANIDIR

Asr-ı Saadet’te hayat bir bütündür; o büyük asır için “resmi-sivil” ayrımı yapmak kolay değildir. Bununla birlikte Mescid-i Nebevi etrafındaki etkinlikleri “resmi”; ev ve gölgeliklerdeki etkinlikleri “sivil” sınıfında görebiliriz.

Resulullah (sav)’ın zamanında Mescid-i Nebevi’de yoğun bir eğitim etkinliği vardı. Rivayetlere göre, Resulullah, kimi günlerde (örneğin eski ümmetleri anlatırken) gün boyu minberde kalıyordu; O, anlatıyor, sahabeler dinliyorlardı.

Resulullah (sav)’ın hitapları dışında da sahabeler Mescid’de Kur’an dersleri veriyorlar, yeni Müslüman olanlara ibadetleri öğretiyorlardı. Ama o “örnek nesil” asla Mescid-i Nebevi’deki “resmi” eğitimle yetinmiyordu. Evlerde, çarşıda pazarda hurmalıklarda ve diğer gölgeliklerde sürekli bir eğitim hâli vardı. Yesrib, baştan başa bir mektebe dönüşmüş, İslam medeniyetinin beşiği olarak “Medine” olmuştu. Insanlar, ya okuyor ya okunanları dinliyorlardı; insanlar ya öğretiyor ya öğretilenleri öğreniyorlardı. Daha yerinde bir tespitle hem okuyor hem okutuyorlardı hem öğreniyor hem öğretiyorlardı.

Bir sahabe, bir gölgeliğin yakınından geçerken o gölgelikteki topluluk, onu durduruyor, ona “Ey Allah’ın kulu, bize Resullah’tan öğrendiklerini öğretmez misin?” diyor ya da kendisi “Ey gölgelenen topluluk, Resulullah, bugün bize ne dedi, size haber vereyim mi?” diyerek öğretme talebinde bulunuyordu.

Bu, dünya işlerinde de böyleydi. Ensar, Muhacirlerden ticareti öğrenirken Muhacirler Ensardan ziraat dersleri alıyordu.

Herhalde bu, tarihteki en büyük bilgi seferberliğidir. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir yerde böyle bir bilgi eğitim seferberliğine tanıklık edilmiş değildir.

Öğretmen, Hz. Peygamberdi; öğrenen Onun sahabeleriydi. Ama Müslümanlar, mesciddeki ‘resmi” eğitimle yetinmiyor; “sivil” eğitimlerini günün her saatine yayıyorlardı. Çünkü Resulullah “resmi” eğitimle yetinmiyor; evinde pak eşlerine anlatarak, işlerini gören çocuklara anlatarak gün boyu eğitime devam ediyordu.

Bu yönüyle “resmi” eğitimle yetinmemek, Resullah’ın sünnetidir. “Resmi” eğitimin yanında ya da resmi eğitime rağmen sivil eğitim, İslam’ın insanlığa büyük bir armağanıdır.

İslam tarihinin bütün safhalarında resmi eğitim, hangi niteliği alırsa alsın, Müslümanlar arasında sivil eğitim devam etmiştir.

Bilgi iktidarı çağında yaşıyoruz. Her yer mescid olduğu gibi, her yerin mescid olması gerektiği gibi, her yer mekteptir, her yer mektep olmalıdır.

Resmi eğitim, hangi niteliği alırsa alsın, Resulullah’ın bir sünneti olarak, İslam’ın bir armağanı olarak sivil eğitim devam etmek durumundadır. Resmi eğitim, zamana göre nitelik değiştirir, olumluluğu hiçbir zaman garanti altında değildir. Sivil eğitim, mekteptir. Mektepler, bir toplumun geleceğidir. Mekteplerini kapatan bir toplumun geleceği yoktur.

İslam dünyasındaki resmi eğitim, topluma yabancıdır, ulus devletler için bürokrat yetiştirebilir ama toplum önderlerini yetiştiremez. Bunun için İslam dünyasındaki sağ-sol Müslüman bütün siyasi önderler, devlet yönetiminde nereye gelmiş olursa olsun, toplum önderliği yeteneklerini aldıkları gayri resmi eğitime, sivil eğitime borçludurlar.

DEVLETE EVLATLIK VERMEK

1924’te Tevhid-i Tedrisat ile birlikte “sivil eğitim” tamamen yasaklandı. Devlet, eğitme-öğretme görevini kanuni dayanağı olsun olmasın, pratikte kendi üzerine aldı. Halkın bu etkinliğe ortaklık etmesine asla izin vermedi. Sivil olarak Elif-ba okutarak dahi olsa buna aykırı davrananlar en ağır cezalara çarpıtıldı. O dönemde eğitim görmek isteyen ya resmi eğitimi seçer ya da eğitimsiz kalırdı. Resmi eğitime alternatif  bir eğitim bir yana, onunla birlikte bir eğitim yürütmek bile tehlikeliydi. Medreseler bir yana Üstad Bediüzzaman’ın cezaevlerinde kibrit kutularına yazarak, Süleyman Hilmi Tunahan’ın banliyö trenine binerek sürdürdüğü eğitim için bile kovuşturma-soruşturma ve ceza konusuydu.

O dönemde resmi eğitim zorunlu değildi. İstemeyen, eğitimsizliğe katlanmak koşuluyla çocuğunu resmi eğitimden uzak tutabilirdi. (Hatta koşullar, özellikle “istemeyen kesimlerin” çocuklarını okutmayacağı şekilde ayarlanmıştı.)

Ancak resmi eğitimi seçip okulun kayıt defterine veli olarak imza attıktan sonra kişinin çocuğu üzerindeki “velayet hakkı” adeta son bulurdu. Bu, bir tür, “devlete evlatlık vermek”ti.

Çünkü bu imzanın atılması çocuğun devlete devredilmesi ile neredeyse aynı anlama geliyordu. Bu, bir tür çocuk devir işlemiydi. O imzadan sonra çocuk, artık devletin gibiydi. Devlet, onu eğitecek, adam yapacak, iş verip kendi adamı yapacak, o artık “din ve dünyaya” babası ve annesi gibi değil, devletin resmi bakış açısıyla bakacak, kafası resmi işleyecek, elleri, ayakları devlet için çalışacak.

Bu süreçte okulların çoğu yatılıydı. Veliler, okula pek uğramaz, devlet de velinin okula uğrayacağı ortamı pek oluşturmazdı. Programa veli müdahalesi ise kimsenin aklından bile geçemezdi.

EĞİTİM HAKKINI DEVRETMEK

Eğitime veli katkısı, 1980’den sonra yaygın olarak gündeme geldi. Ama asıl 28 Şubat sürecinde sekiz yıllık zorunlu eğitime geçilirken ‘toplumun yeteri kadar modernleştiği” öngörüsüyle velinin, öğrencinin eğitim sürecine aktif olarak katılması sürecine gidildi.

Ne var ki burada bir hile söz konusudur. Zira burada velinin katkısı gerçek bir katkı değildi. Büyük ihtimalle “çocuğu veli eliyle istenmeyen yapılardan koruyalım’’ düşüncesine de dayanıyordu. Bu doğrultuda bu katkı, velinin devletin eğitim programına yadımcı olması, velinin hazırlanmasında asla söz sahibi olmadığı bir programın yürütülmesinde “gönüllü bir eğitimcilik üstlenmesi” şeklindedir.

DSP’li bakanlarca hazırlanan, dolayısıyla CHP mantığını yansıtan bu katkı, geçmişte CHP tarafından “imece” denen, bir tür angaryadır. Devlet, programı kendi yapıyor, o programa müdahale etmenize asla izin vermiyor. Ama aynı programın yürümesi için sizin “öğretmen ben miyim, yoksa okuldaki midir?” diyeceğiniz kadar sizden katkı alıyor. Cezalandırılan birinin kendi yakınına dövdürülmesi misali, veli burada, onaylamadığı bir programı, doğru bulmadığı bilgileri çocuğuna devlet adına uygulamak, öğretmek durumunda kalıyor. Bu, başlı başına bir insan hakkı ihlalidir. Çünkü veli bu programda, çocuğun eğitim görevini hem devlete zorunlu olarak devrediyor, hem de o eğitimin içinde angarya olarak zorla çalıştırılıyor.

Son dönemde, Türkiye’nin değişim süreciyle birlikte okul çeşitlendirme ve seçmeli ders imkanıyla velinin çocuğunun eğitimine müdahale hakkı genişledi. Resmi eğitim içinde oluşan seçenekler çocuğunuzu hem resmi eğitime verip hem (kısmen de olsa) onu kendi inancınız doğrultusunda okutma imkanı oluşmaya başladı. Bu, çok değerli imkandır. Bu yeni süreç sivil eğitimi anlamsız kılar mı? Asla!

Bir önceki hafta eğitimin “amaç ve hedefler” ve programı ile ilgili eski çerçeve anlatıldı. Ama o çerçeve bir yana Resulullah’ın  öğretmen olduğu Medine’de “sivil” eğitim devam etmişken bugün sivil eğitim nasıl gereksiz olabilir?

Tarihin hiçbir döneminde Müslümanlar eğitim hakkını yüzde yüz resmi alana bırakmamışlar. Çocuğun eğitimini yüzde yüz resmi kurumlara bırakmak, bu modern eğitim bir yana, eğitimin yüzde yüz İslami olduğu bir ortamda bile İslam tarihindeki yaygın uygulamaya aykırıdır.

Her gün bir Hadis okutmakla da olsa sivil eğitim devam etmeli, evler, bütün İslam tarihinde olduğu gibi “mektep” olma özelliğini korumalı.

Eğitim, başkasının vicdanına; çocukların geleceği, ihtimallere bırakılamaz.

 

1 “Kula kulluk” cahiliyenin bütün türlerinin ayrılmaz özelliğidir. İnsan, ya Allah’a kulluk eder ya da kullara. Ancak insana (yani kula) kulluk modern çağda bir ideolojiye dönüştü. Daha önceki putların ardına saklanıyordu ya da başka totemlerin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.