Tarihimiz ve halimiz

Geçen haftaki yazımda genel olarak tarihimiz ile ilgili iki eser paylaşmıştım sizlerle. Söz tarihimizden açılmışken, istedim ki tarihten devam edeyim. İnsanlık medeniyetinin zirvesi olan şanlı bir tarihimiz olsa da maalesef bugün içinde bulunduğumuz durum itibari ile hazin bir halimiz, ağlayan bir tarihimiz var.

Necip Fazıl'ın dediği gibi;

Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!

Taşlarına kapanmış ağlıyor koca tarih!

Tek başına bu mısralar dahi tarihimiz karşısında insanı ağlatmaya yetiyor.  Koca bir tarih ağlıyor!

Mekke-Medine ağlıyor, Kudüs ağlıyor, Şam ağlıyor, Bağdat ağlıyor, Kahire ağlıyor, Diyarbakır ağlıyor, Endülüs ağlıyor, Semerkant ağlıyor, Buhara ağlıyor...

Kabe ağlıyor, Mescid-i Aksa ağlıyor, Sultanahmet ağlıyor, Ulu Cami ağlıyor...

İki yüzyıldır kesintisiz devam eden bu kahredici ağlayışımız Osmanlı ile başladı. O günleri ve de bugünleri en güzel ifade eden de M. Akif'in Bülbül şiiri olsa gerek:

Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;

Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin ?

0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;

Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,

Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,

Gezersin, hânmânın şen, için şen, kâinatın şen.

Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?

Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?

Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:

Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!

Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;

Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!

Ne husrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,

Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,

SALÂHADDÎN-İ EYYÛBÎ'lerin, FATİH'lerin              yurdu.

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!

Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!

Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...

Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Osmanlı'dan sonra ağlayışımız, matemlerimiz devam ediyor ve bugün bütün bir İslam Coğrafyası, bütün bir ümmet ağlıyor.  Peki, biz bu hallere nasıl geldik? Devasa bir tarihe, büyük bir medeniyete, koca bir tarihi mirasa sahipken biz bu hallere nasıl düştük?

Bu konuda söylenecek çok şeyler var elbette ama Y. Bahadıroğlu'nun durumu özetleyen bir tespiti vardır: Osmanlı'nın nasıl yükseldiğini ve nasıl yıkıldığını görmek isteyenler Topkapı Sarayı'na baksın. Orada sergilenen ilk dönem padişahlarının kullandığı eşyalar gayet sadedir. Yükselme dönemi sonrası padişahlarının kullandığı eşyalar ise saf altındandır. Altından kaftanlar, ibrikler, bardaklar, çanak çömlekler, altın süslemeli eşyalar. Yani ne zamanki ilme, fenne, irfana değer verdik, yükseldik; ne zaman ki dünyaya, zevke, lükse daldık, alçaldık.                  

Aliya İzzetbegoviç de “bütün dinler ve ihtilaller acı ve ızdırap içinde doğar, konfor ve lüks içinde ölürler” diyor.

İlimden, fenden, irfandan uzaklaşıp, zevk ve safaya dalınca da birliğimizi kaybettik. Daha önce kalbimiz bir iken şimdi kalplerimiz çeşit çeşit oldu. Bir taraftan dünya düşkünlüğümüz belimizi kırdı, diğer taraftan mezhepçilik  ve ırkçılık hastalıkları kalplerimizi parçaladı. Sonunda ümmet olarak bu hallere, bugünkü fitnelere düştük.

Halimiz iyi değil ama ümitsiz de değiliz. Tarihte çok daha kötü dönemlerden geçti bu ümmet. Tabiri caizse öldü, öldü, dirildi. Şu anda ölümler yaşıyorsak, bu bir daha dirilmeyeceğiz manasına gelmez. Yeter ki Allah'a, Kuran'a, Peygambere  dönelim, kendimize gelelim.

Şiirle başladık, Japonya'ya İslam dini ilk defa kendisinin gayreti ile giren Abdurreşid İbrahim Efendi'ye ait bir dua şiiriyle bitirelim.:

Ya İlahi bize tevfikini gönder... Amin!

Doğru yol hangisidir, millete göster... Amin!

...

Boğuyor alem-i İslamı bir azgın fitne,

Kıt'alar kaynayarak gitti o girdap içine!

Mahvolan aileler bir sürü masumundur,

Kalan avarelerin hali de malumundur.

Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor arşa enin!

Dinsin artık bu hazin velvele Ya Rab! Amin!

Vel-hamduli'llahi Rabbi'l-alemin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.