Ya Rabbi, göğsüme genişlik ver!

Göğüs darlığı, hakikatten dünyadaki cehennemin adı. Buna müptela olanda, dünyada mutluluk yasak. Rahatı, normal insanın kat kat üstünde olsa da yeter ki bir şey ters gitmeye görsün, derhal çehresi değişiyor, morali bozuluyor, saçını başını çekiştiriyor. Yaz, birden kara kışa dönüyor.

Ama derya gönüllülük yok mu, derya gönüllülük… Büyük cennetin dünyadaki mübaşiri. Kara kışta sobanın yanında mırın mırın uzanan kedi.

  Hayır, mutsuzluğumuzun asıl sebebi zarftır, mazruf değil. Yani bizi mutsuz kıldığını düşündüğümüz şeyler değil, o şey veya şeylerin içine atıldığı bizleriz. Zarfiyetimiz, genişliğimiz oranında o içimize düşenlerden etkileniriz.

Düşünün ki bir deryada günde kaç yüz ton hayvan ölür, leş olur; düşünün ki kaç köyün,  kaç şehrin pisliği bir deryaya boşalır. Ama derya yine de asude, yine de masmavi. Kendisi asude olduğu gibi masmavi bemberrak yüzüyle insanları da asude eder. Mazruf berbat ama zarf harika. Niye? Çünkü çok geniş.

 Sıkıntılarımızın mazruftan daha çok bizim zarfiyetsizliğimizden kaynaklandığına şu aşağıda gelecek hikayeden daha güzel örnek olabilir mi, bilmiyorum.  

Bir Hint filozofu, öğrencisine çapın /zarfın önemini kavratmak istiyor. Filozof, bir tas suyun içine bir avuç tuz koyup içmesi için öğrencisine uzatıyor. Öğrenci suyu ağzına alıyor ama hemen sonra hepsini dışarı püskürtüp: “Off, çok tuzlu!” diyor. Filozof, bu defa öğrencisini fokur fokur kaynayan bir pınarın başına götürüyor. Tasın içine kattığı tuzun aynısını bu defa da pınarın içine atıyor ve öğrencisine “iç” diyor. Öğrenci suyu lıkır lıkır içtikten sonra filozof soruyor: “Nasıl?” Öğrenci ağzının kenarını elinin tersiyle sildikten sonra: “ Gayet tatlı, güzel bir su…” diyor. Bunun üzerine Filozof, şu ibretlik sözü söylüyor: “Evladım, dünyadaki sıkıntılar da suya kattığımız tuz gibi sabittir; değişen, kaplardır.”  Evet, sıkıntı bazen geniş gönüllü birine denk gelir, onda erir; bazen de dar gönüllü birine denk gelir de onu eritir.

Bir önceki Pazar yazımızda, Allah'ın insana kaldıramayacağı yükü yüklememesine rağmen bizim bunu niye kaldıramadığımızı sormuş ve yazıyı öyle bırakmıştık. Bunun sebebi zarfiyetsizlikten oluşan kuvvet yitimidir. Biz yanlışlarımızla, günahlarımızla kuvvet kaybediyoruz. Biz; Allah'a tevekkül, namaza i'tina, sünnet-nafile, hayır-hasene ile kuvvet toplama telaşında değiliz. Biz kuvvet toplamıyor, kuvvet kaybediyoruz. Sıkıntı, insan gücünün kaldıracağı düzeyde, ama sen insanın kaldıracağı yük seviyesinin altına düşmüşsün.

Aynı şeyi biz günlük hayatta az mı görüyoruz? Bir sıkıntı birisine vaveylalar kopartıp, saçını başını yoldururken; bakıyorsun ki aynı sıkıntı, bir diğerine vız gelip tırıs gidebiliyor. Bir önceki neslin gayet kolaylıkla taşıyabildiği sıkıntıları biz niye taşıyamıyoruz? Aynı sıkıntının bizim simamız ve onların simalarındaki izdüşümleri neden farklı farklı? Şu garabete bak hele, biz onların çocukları değil miyiz, yahu?

Kabul edelim ki gönlümüz dar. Onu genişletecek çareler aramamız gerekiyor. Mide ekmek istediği gibi gönül de gıda istiyor. Peki, ona börek mi verelim. Hayır… Onu; namazla, oruçla, Kuran'la güçlendirmek; ona nefes aldırmak lazım. Gönül nefes almak ister, ona Allah ile nefes aldırtın. Ta ki ohhh desin, rahatlasın, ta ki derya gibi asude olsun.

Unutmayın, gönlü derya gibi olanın, sırtı dağ gibi olur.

Ve asla unutmayın, dilderya olan rubahar olur!

Onu için Allah'a yalvararak diyoruz ki; "Rebbi-şrehli sadri we yessirli emri." Amin. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.