28 Şubat Darbesi

Abdullah ASLAN

Türkiye’nin yıllar boyu hep utanç günleri, dönemleri oldu. Cumhuriyet döneminin 100 yıla yakın geçmişinin darbe ve darbe girişimleri ile dolu olduğu inkâr edilemez.

Bu ülkede halkın başına indirilen balyozlarla koca ülkenin Başbakan’ının idam edildiği dönemler oldu.

Her bir darbe döneminde ülke yıllarca geriye gitti. Öve öve bitirilemeyen Cumhuriyet ve Demokrasi dönemlerinde neredeyse her on yılda bir ülkenin ve ülke insanının canına okundu. Binlerce çocuğumuz, gencimiz eğitiminden oldu; hastane kapılarında can veren annelerimiz, ninelerimiz oldu.

Türkiye, çok partili döneme geçtikten sonra neredeyse her on yılda bir darbe veya askeri muhtıralara sahne oldu. İnsanların gönüllerine girileceğine haklarına girildi, hanelerine tecavüz edildi.

Her bir darbenin sonunda TBMM ve siyasi partiler kapatıldı, millet iradesi hiçe sayıldı, başta yaşam hakkı olmak üzere temel insan hakları çiğnendi.

Bu darbelerden birisi de tabi ki pek çok insan hakları ihlali ile neticelenen ve milyona varan insanımızın mağdur olmasına sebep olan ve diğer darbelerden değişik yönleri bulunduğu için de “Postmodern Darbe” diye nitelenen 28 Şubat Darbesi oldu.

28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi… Diğer darbelere benzemeyen ve Postmodern Darbe diye nitelenen darbenin bir süreçten ibaret olduğu sizlerin de malumu.

Merhum Necmettin Erbakan'ın Başbakan, Tansu Çiller'in Başbakan Yardımcısı olduğu 28 Şubat 1997'de olağanüstü toplanan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve sözüm ona irticaya karşı, ordu ve bürokrasi merkezli bir sürecin adıdır, 28 Şubat süreci. Süreç, Erbakan'ın istifasına ve 54. Türkiye Hükûmetinin dağılmasına yol açtı.

Türkiye siyasi tarihine kara bir leke olarak geçen kararlar ve bu kararların uygulanması sırasında Türkiye'de siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda çile dolu günler yaşandı.

"İrticayla mücadele eylem planı" ile anılan ve tamamen toplumun İslami, ahlaki ve temel değerlerine savaş manasını taşıyan bu kararların ve yaptırımların uygulanıp uygulanmadığını denetlemek için de ayrıca Çevik Bir öncülüğünde “Batı Çalışma Grubu” kuruldu. Tüm bu grup ve oluşumlar kanun, yasa, temel insan hakkı tanımadan kestiğim kestik, biçtiğim biçtik modundaydı.

Medine Bircan Hanımefendi başörtüsünden dolayı üniversite (ÇAPA) hastanesine alınmadı. Onun oğlu, annesinin SSK karnesindeki başörtüyü photoshop yardımı ile değiştirmeye çalışırken annesi hastane kapısında can verdi.

28 Şubat sürecinin en derinden etkileyip mağdur ettiği kesim şu anda bile cezaevlerinde bulunan kesimlerdir. Bu memlekette 90’lı yıllarda Kur’an Kurslarına, camilere, başörtüsüne yönelik olmadık saldırganlıklar yapıldı. Cezaevlerine atılanların içlerine 20-25 yıl doldurulan çilenin yanında aileleri cezaevi yollarında ömür tüketti, çocuklar babasız, anneler çocuklarına hasret bir ömür sürdürmek zorunda kaldı. İşin acı tarafı bu mağduriyetleri hala yaşayanlar var.

Bu zulüm belki zamanın Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun umduğu gibi tüm şiddetiyle 1000 yıl sürmedi ki zaten öyle sürmesi de beklenemezdi, ancak Ergenekon davalarıyla ortaya çıkan bütün o yasadışı faaliyetler ortaya çıktığı halde hala o sürecin etkilerinin devam ediyor olması düşündürücü olsa gerek.

Ocak ayında vefat eden ve 28 Şubat darbesi mağdurelerinden Zekiye Yağmurcu’nun vefat etmeden önce attığı ‘hala tüm haklarımı alamadım’ şeklindeki mesajı, bize bugün bile görevlerimizin bitmediğine dair uyarı anlamını taşımalıdır.

Yine geçenlerde cezaevinden bir mahkûmun ‘28 Şubat mağdurlarıyız’ içerikli mektubunu aldım. Mektupta mağduriyetlerini ifade eden mahpus, dini hassasiyetine vurgu yaptıktan sonra hiçbir suçlamayı kabul etmediği halde kendi iradesi dışında başka bir yerde çıktığı iddia edilen bir bilgisayar çıktısı üzerinden cezalandırıldığını söylüyordu. Mektupta başka bir mahkûm için de; Türkçe yazmayı ve konuşmayı bilmediği halde bu sefer onun el yazmasına istinaden mağdur edildiği, son bir hafta içerisinde onun hem annesinin hem de çocuğunun vefat ettiği, ancak pandemi gerekçesiyle ailesiyle açık görüş ziyareti dahi sağlanmadığı belirtiliyordu.

Tabi bütün bu başlarına gelenlerin, 28 Şubat sürecinde kotarılan kumpaslar sonucu olduğunu ve o zamanın mağdurları olduklarını ifade ediyordu, mektubun sahibi.

Tam olmasa da 28 Şubat etkilerinin veya mağduriyetlerinin devam ettiğini söyleyebiliriz. O günleri yaşatanlara hakkımız helal değildir. Rabbimizden dileğimiz, bu zulmü yaşatanların kendi yaptıklarıyla muamele görmeleridir.

Yeri gelmişken başka bir şey daha ifade etmek istiyorum: O devirde zamanın Genel Kurmay Başkanı 28 Şubat süreciyle ilgili konuşurken bunu hangi anayasa maddesine dayandırdığını da söylemişti. Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, "28 Şubat kararları TSK’nın değil, MGK’nın kararlarıdır. Kararlar Anayasamızın üçüncü maddesinde ifadesini bulan değerleri aşındırmaya çalışan irticai faaliyetlere karşı alınmıştır" açıklamasında bulunmuştu.

Anayasanın değiştirilmesinin, daha doğrusu yeni sivil anayasanın konuşulduğu bugünlerde “değiştirilemez” diye tutturulan o ilk maddeler üzerinden hangi zorbalıkların yapıldığını dikkatlere sunmak istedim.

Burada demem o ki; yeni anayasa teklifini sunanların ilk dört maddeyle ilgili “dokunmayız” tavırlarını değiştirmeleri icap ediyor. Aksi halde… Yani 28 Şubat darbesinin dayandırıldığı madde/maddeler duracaksa şayet, o zaman bu millet ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ diyecektir elbet.

Evet sonuç olarak; 28 Şubatlar bitsin diye bugün her ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. Temel insan hakları ve ulvi değerlerimiz, birilerinin bağırışları gerekçesiyle görmezden gelinemez, gelinmemelidir, aksi takdirde bu vebal bugün muktedir olanların boynunda olacaktır.

Selam ve dua ile.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.