Eğitime güven duymak

Dr. Abdulkadir TURAN
‘Eğitimin Temel Amaçları’ konusunda, dış ve iç tepkiler ve Anayasa değişikliği gerektiren zorluklar yüzünden henüz bir adım atılmadı. Dolayısıyla mevcut eğitim programına eksiksiz uyulsa bu memlekette her renkten velinin öğrencisi, evden ailesi gibi çıktığı halde okuldan eve bir CHP’li olarak dönecektir

İslam’dan önce yaygın bir ‘adama’ geleneği vardı. Yahudi ve Hıristiyanlar, okutmak istedikleri çocuklarını mabede, manastıra vakfediyorlardı. Bugün de özellikle Katolik Hıristiyanlarda devam eden bir vakfedişle birlikte aile, çocukla ilgili bütün haklarından feraget eder, onun geleceğine yön verme hakkını mabede, manastıra devrederdi. Bu, ‘Eti de kemiği de senin’ geleneğidir. Mabede, manastıra adanan çocuk, artık anne-babasının çocuğu değil, mabedin, manastırın çocuğudur.
Toplumda modernist bir değişim gerçekleştirmek isteyen ulus devletler, ‘Eti senin, kemiği benim’ deseler de gerçekte bu adama (vakfetme) geleneğini devraldılar. Eğitim kurumlarını kendi ideolojilerini geleceğe taşıyacak modern manastırlar gibi tasarladılar. Başta yatılı okullar olmak üzere çocukla inanç arasındaki bağı koparmak için çocukla aile arasındaki bağı koparmaya çalıştılar. ‘Çocuk ailesinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar başarılı olur’ cümlesinde özetlenen bir kanaati kendi emelleri için kullandılar; velinin çocuğun geleceğini belirleme hakkını elinden almak için projeler geliştirdiler.
Bunun neticesinde biyoloji (bedeni) bize ait ama inancı, hayat tarzı bize ait olmayan, bizden olduğu halde bize karşı mücadele eden, bize karşı savaşan bir nesil yetişti. İslam memleketlerini geri bırakan, anarşizme ve iç savaşlara sürükleyerek dış güçlerin oyun alanı halinde tutan bir nesildi bu.

Son dönemde eğitim alanında hem düzelmeler görüldü hem de eğitim kurumları çocuğun geleceğine yön vermede veli ortaklığını kabul etmeye başladı. Vakanın ilginç yanı, velilerin bir bölümünün bu ortaklıktan memnun kalmamasıdır. Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, eğitim kurumlarının veliye programa müdahale hakkı tanımadan velinin desteğini talep etmesidir. Veli, bunu ‘kötü emellere alet olmak’ olarak algılıyor ve bundan rahatsız oluyor. Bu haklı bir gerekçe üzerine kurulu bir rahatsızlıktır. Ancak o aynı velilerin ‘Eğitim programlarında biz de söz sahibi olmak istiyoruz’ yönünde bir girişimde bulunmamaları bu haklılığın içini boşaltıyor.

İkinci kısım veliler açısından ise durum çok farklı... Onlar, kendilerini çocuklarının eğitimine katkıda bulunmaya layık görmüyorlar; çocuğun eğitimine katkıda bulunma zorunluluğunu haksız yere sırtlarına yüklenmiş bir yük gibi düşünüyorlar. “Hem okula verdim hem ödevinden, terbiyesinden ben mi sorumlu olacağım? Öyleyse okul ne iş yapıyor?” diyerek veliyi çocuk eğitimine ortak etme programından şikayet ediyorlar. Çocuk eğitimi, şüphesiz ağır bir sorumluluktur. Bu veliler bu sorumluluğun ağırlığından kaçmaya çalışıyorlar.

Bu, hem İslami sorumluluk açısından hem de mevcut eğitim gerçeği açısından yanlış bir tutumdur.

Velinin çocuğa karşı sorumluluğu, soydan gelen (nesebi) bir sorumluluktur. Bu sorumluluk devredilemez. İslam, çocuğun kendi sorumluluğunu üstlenmesinde Nisa Süresi 6. ayette buyrulduğu üzere ‘rüşd’ kavramını ortaya koyuyor. Müfessirler, bu kavramı “dini ve dünyevi sorumluluğunu üstlenebilecek olgunlaşmaya kavuşmak” olarak açıklıyorlar. Öte yandan çocuk örfen babanın maiyetinde olduğu sürece baba, aynı zamanda bir toplum biriminin reisi olarak çocuklarından sorumludur. Çocukların İslami bir hayat tarzı edinmeleri, yetenek ve bilgilerini toplum lehine kullanmaları bu sorumluluğa dahildir.
“Mum, dibine ışık vermez” yaygın anlayışı ile çocuklarını kendi yanlarında okutmaktansa başka alimlerin medreselerine veren kimi alim ve mürşidlerin tutumu ile bugünkü eğitim sisteminde çocuklarını okulun kapısına bırakıp kaçan velinin tutumu arasında ise hiçbir ilgi yoktur. Onların teslim ettikleri kişi, kurum, program ve çevre yüzde yüz güvenilir olmasına rağmen onlar yine çocuklarının üzerinde gözetleyici idiler, bazen çok uzun yolculukları göze alarak çocuklarını bizzat medreselerinde ziyaret eder, onları kendi ortamlarında denetlerdiler. Bu hem eğiticinin işini kolaylaştır hem de öğrenciye şevk ve azim verirdi. Bugünün koşullarında yüzde yüz İslami bir eğitim kurumuna çocuğunu teslim edip “Ne yapıyorlarsa yapsınlar? İyi eğitimci iseler eğitsinler, günah benden gitti, her şey onların boynunda...” demek İslami bir tutum değildir. O alimlerin tutumu onlara savaş kazandırırken böyle sorumsuz bir tutum, kişiyi mükafattan yoksun bırakır ve bir olumsuzluk durumunda veli o günahta o olumsuzluğun ortağıdır.

Oysa biz, yüzde yüz İslami kurumlardan söz etmiyoruz. Her yönüyle bizim dünyamızın dışında gelişen eğitim kurumlarıdır söz konusu olan. Böyle bir eğitim sisteminde “Alın sizin olsun!” diyerek çocuğunu teslim etmek mümkünmüdür?

EĞİTİM SİSTEMİNDE DÜZELME VAR
Eğitim sisteminde bir düzelme yok mu? Var. Bunun en güçlü kanıtı, geçmişte çocukları adeta beşikten kaçırıp okullara kaydetmeye çalışan çağdaşçı çevrelerin bugün zorunlu eğitime katılma yaşının küçültülmesine karşı çıkmalarıdır. Zorunlu eğitime katılma yaşı ile ilgili değişik görüşler ortaya atılabilir. Ancak onların kaygısı yaşla ilgili değildir. Onlar, resmi eğitimin kendi ideoloji ve yaşam tarzlarından uzaklaştığını, “dindar bir nesil yetiştirme” yönünde değiştiğini düşünüyorlar ve mümkün oldukça çocuklarını resmi eğitimden uzak tutmanın yollarını arıyorlar. Gittikçe gettolaşan bu çevrelerin iktidar olma umudu sönerse “Eğitim, zorunlu olmaktan çıksın” kampanyaları düzenleyeceklerinden hiç kuşku yok.

İmam Hatip ortaokullarının yeniden açılması ve bütün okullarda Kur’an-ı Kerim ve Siyer derslerinin seçmeli ders olarak okutulması tarihi bir değere sahiptir, hiçbir şekilde küçük görülemez. Eğitimin önemini bilen dünya güçleri de bunu küçük görmüyor ve bunun sürekliliğinin önünü kesmenin yollarını arıyorlar. Geride bıraktığımız baharda ‘ağaç sevgisi’ iddiasıyla yol açılan anarşizmin gerçek nedenlerinden biri de budur. Bununla birlikte eğitim sistemi; misyonu (inancı, felsefesi) vizyonu, kadroları, programı, ders kitapları ve çevreyle bir bütündür. Bu unsurlardan herhangi birindeki aksaklık, o unsurun ağırlığı ölçüsünde eğitime zarar verir. Bunların hepsinde problem varsa bu durumda problem ağır demektir.
Şimdi, bu unsurların her biri üzerinde duralım:

EĞİTİMİN MİSYON VE VİZYONU DEĞİŞMEDİ
Eğitimin misyon ve vizyonu, ‘Eğitimin Temel Amaçları’ olarak ifade edilir. Bu amaçlar, Anayasa’da yer aldığı üzere seküler ve ulusalcı bir insan tipi yetiştirmeye odaklanmıştır. Bunun pratik karşılığı CHP’nin inanç, felsefe ve yaşam tarzını benimsemiş, o uğurda mücadele vermeye ve toplumun diğer kesimleriyle didişmeye hazır ‘çağdaş insandır.’
Eğitimin bütün etkinlikleri ‘temel amaçlar’ doğrultusunda şekillenir. Temel amaçlar değişmeden yapılan yenilikler korsan kalacaktır. Ancak Anayasa değişikliğini gerektiren bu yöndeki bir adım, dış ve iç tepkiler dikkate alınarak henüz atılmadı. Dolayısıyla mevcut eğitim programına eksiksiz uyulsa bu memlekette her renkten velinin öğrencisi, okuldan eve bir CHP’li olarak dönecektir.

EĞİTİM KADROLARI PROBLEMLİ
Türkiye, sadece siyasi olarak değil toplum olarak da değişim geçiriyor. Bu değişim, çok yönlü olarak olumlu yönde eğitim kadrolarına da yansıyor. Eğitimdeki neredeyse her olumlu noktayı, bu toplumsal değişimin ürünü olan fedakar öğretmenlere borçluyuz.

Bununla birlikte daha düne kadar “Başörtülü öğrencilerin velayet hakkını ailelerinden alalım” diyecek kadar ileri gidenler, eğitim kadrolarının tepesindeydiler. Başörtülü bir öğretmenin hak arayışını durdurmaya çalışan bir zevat da iki ay önce Bakanlık’ta bir hukuk müşaviriydi. Bütün bunlar bir yana “Çocuklar, ben çağdaşım, çağ dışı olan her şeyden nefret ederim, türbandan, ezan sesinden...” diye her gün nutuk atıp öğrencilere 19. yüzyıldan kalma sosyalist fikirleri çağdaşlık adına dikte eden örgütlü, sendikalı önemli bir öğretmen kadrosu da var. Bunlar, eğitimin resmi temel amaçlarından da güç olarak fedakar öğretmen ve idarecilerin olumlu her tür etkinliğini engelliyorlar, mahkemeye veriyorlar, öğrencileri ‘çağdaşlaştırmak’ için yılbaşı etkinliği, sene sonu balosu diyerek ahlak dışı etkinliklere zorluyorlar. Anayasa’da yer bulan ‘Eğitimin Temel Amaçları’ onların lehine olduğu için idareci ve öğretmenler onlara karşı koymakta güçlük çekiyor, yasal olarak yaptırım endişesi taşıyorlar.

DERS KİTAPLARI DEĞİŞMEDİ
Mevcut ders kitapları, mevcut temel amaçlar doğrultusunda hazırlanmış. Bu temel amaçlar, 28 Şubat Süreci’nde o kadar sıkı uygulandı ki ilköğretim kitaplarının örnek cümlelerinden ‘Ahmet, Ayşe, Ali, Fatma’ gibi isimler dahi ‘Kaya, Çağatay, Dilek, Dilay’ gibi isimlerle değiştirildi, başörtülü babaanne fotoğrafları kondu. Hedef, ulusalcı ve çağdaş bir insan tipi olunca bunun ders kitabındaki karşılığı bu oluyor.

Ama ders kitapları konusunda sorun bundan da büyüktür. Ders kitaplarındaki misyon, kendisini Tarih, Dil ve Edebiyat ve Biyoloji derslerinde gösterir. Halen ‘milli tarih’ adı altında İslam öncesi tarihi yücelten, İslami dönem tarihi aşağılayan bir tarih okutuluyor, yakın dönem tarihinde ise hakkın yerine açıkça batıl konuyor, CHP’nin felsefesine resmi bir programla hizmet ediliyor.

Edebiyat kitaplarında da İslam edebiyatı yok sayılırken binlerce yıl önceki ve bugün kimi Batılıların bile ‘bunun hiçbir değeri yok’ dediği eski Yunan edebiyatının her ayrıntısı ezberletiliyor. Belki Yunanistan bile o eski edebiyatı kendi çocuklarına bu kadar ayrıntılı okutmuyor.

Yeni dönem şair ve yazarlardan ise öyle isimler programda yer alıyor ki bugün olsa ahlaki problemleri ile ilgili olarak haklarında Kırmızı Bülten çıkarılır, çocukların onlardan korunması için uluslararası tedbirler alınır. Biyoloji kitapları da materyalist Darwinci izler taşıyor.

ÇEVRE OLUMLU DEĞİL
Televizyon ve internet çağında eğitimin uzak çevresi bütün dünyadır. Dünyanın mevcut halinin Müslümanların lehine olmadığı açık. Yakın çevre ise evden okula öğrencinin eğitim etkinliğinde içinde zorunlu olarak bulunduğu alandır. Basit çetelerden uyuşturucu çetelerine okul yolu ve çevresi adeta kuşatılmış durumda. Öğretmenlik yaparken bunu hissederdim, bu ortamda ise torbacılıktan ceza alan bir mahkumun “Çıksam aynı işi yaparım, beğenmeyen çocuğuna sahip çıksın” deyişine şahit oldum. Okul çevrelerinde bira içen 12-13 yaşlarındaki çocukların velayet hakkından söz eden yok, aksine onların aileleri ‘çağdaş-okumuş aile’ diye daha iyi ağırlanıyor, daha ciddiye alınıyor.

Görüldüğü üzere, tablo iç karartıcı... Ancak bu tabloya bakıp eğitime sırtını dönmek de hayatı beğenmeyip intihara kalkışmak gibidir. ‘Oku’ emrinden bu yana bilginin iktidar olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kimse ne farz-ı ayn ne de farz-ı kifaye ilimleri küçümseyebilir. ‘Okuldan kaçmak’ çözüm değil; çözüm, istenen bir eğitim sistemidir. Böyle bir eğitim sistemi oluşuncaya kadar çocukları zararlı etkilerden korumak için daha çok sorumluluk yüklenmek gerekir. Okul-Aile Birliklerinin gün geçtikçe eğitim üzerinde ağırlığını hissetirdiği yeni bir döneme giriyoruz, bu birlikleri olumlu yönde etkilemek de çözüme katkıdır.
 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.