Kürt Gerçeği

Herkesimden güçlerin zaman zaman kullanıp, işleri bittikten sonra da icaplarına bakılan halklara en iyi örnektir Kürtler.

Herkesimden güçlerin zaman zaman kullanıp, işleri bittikten sonra da icaplarına bakılan halklara en iyi örnektir Kürtler. Osmanlının son dönemlerinden başlamak suretiyle, ümmet bilincinin raflara kaldırılıp ilkel milliyetçilik söylemlerinin cazip hale getirildiği ve bu durumun da ulus devlet modelleriyle pratize edildiği dönemlerden başlamak üzere günümüze kadar en fazla istismar edilen, en fazla tahkir edilen ve her şeye rağmen dili, kültürü ve tüm realiteleriyle beraber varlıkları dahi yok sayılan milletlere yine en iyi örnektir, Kürtler.

Kürtler, kimi zaman uluslararası çıkar dengelerine kurban edilirken, kimi zaman da bölgesel aktörlerin, rakiplerini dengeleyici bir unsur olarak en fazla kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istedikleri bir halk olarak görülmüşlerdir.

Ancak en dramatik olanı da, Kürtlerin kendi içinden çıkan ve Sovyet devriminin sahte özgürlükçü söylemlerine kendilerini kaptırıp sosyalist rejim kurma sevdasına düşenlerin, Kürtlerin ezilmişlik ve dışlanmışlık duygularını kullanarak onları, kurmayı hayal ettikleri müstakbel sosyalist devrimler için üzerinden geçilecek hazır basamaklar olarak görmeleridir.

Ancak tüm bu ayak oyunları sonucunda daha da ezilip her alanda kan kaybedenler hep Kürtler olmaya devam etmiştir. Kanaatimce bu durumun en önemli iki sebebi vardı:

Birincisi; Kürt karşıtı güçlerin, zaman zaman ulusal çıkarları için Kürtlerle, daha doğrusu kendilerini Kürtlerin yegane temsilcileri olarak lanse eden yapılanmalarla oluşturdukları sahici olmayan ittifaklardır. Ancak bu tür ittifaklar, dostane ittifaklar olmayıp, sadece taktik manevralardan ibaretti. Oysa taktik manevraları dostane stratejik doktrinlermiş gibi algılayıp kendilerini “yok sayanına” teslim eden bu yapılanmaların içine düştüğü yanılgı ve bunun sonucunda gelen hezimetler zinciri…

İkincisi; Kürtlerin içinden, sözde, Kürtlerin gaspedilmiş haklarını geri alma iddiasıyla ortaya çıkan sol söylem öncelikli gruplardır. 1960’lı yıllardan itibaren etkili olmaya başlayan solcu-Marxist söylem ve bu söylemin sahipleri, seküler-şöven-militarist rejimlerce uygulanan akıl almaz baskılar sonucunda Kürt halkının kabaran öfkesini, sözde kuracakları sosyalist devrimin amaçlarına kanalize etmeleriyle oluşan durumdur. Bunların çabalarıyla Kürt halkının haklarının iadesinin sağlanması bir yana; bu halk öyle bir duruma getirildi ki, şöven-seküler rejimlerin baskı ve dayatmalarıyla dahi gerçekleştiremediği yozlaştırma projeleri, bu gruplar sayesinde gerçekleştirilme yoluna gidilmiştir. Kürt karşıtı rejimler ile sözde Kürt halkı uğruna mücadele verdiklerini zanneden Marxistleştirme projesinin mimarları, görünürde karşıt cephelerde görünmelerine rağmen, amaç ve ideallerde aynı şeytani cephenin yılmaz birer neferi olduklarını, dönüştürme ve yozlaştırma projeleri ve perde arkası senaryolarıyla ortaya koymuşlardır. Sanki görünmez bir el, laikçi-şövenist rejimlerin kendi mil(liy)etlerine dayattığı seküler politikaların, tüm realiteleriyle beraber yok sayıldığı için küstürülen Kürt halkına da benimsetilmesi için söz konusu bu devşirme Kürtleri harekete geçirmiştir. Çünkü “Görmemişin biri” misali, bu devşirmelerin, Kürtlerin haklarını, İslamdan uzaklaşmada, hatta inkarcılıkta aramaları, tüm enerji ve aktivitelerini bu önceliğe harcamaları, ancak bununla izah edilebilir.

Şüphesiz ki, yaşadıkları toprak parçalarında Kürtlerin kendilerine has sorun ve istekleri bulunmaktadır. Ancak hiçbir yerde, içinde yaşadığımız Türkiye kadar ilginç ve tuhaf manevralar yürütülmemektedir. Diğer yerlerde Kürtler çeşitli sorunlarla karşılaşmakta iseler de, hiçbir zaman varlıkları inkar edilme yoluna gidilmemiştir. Türkiye’deki uygulamalar, deyim yerindeyse “nev’i şahsına münhasır” uygulamalar olma özelliğini oluşturmuştur. Bu coğrafyada yaşayan Kürtlerin yaşadıkları sorunlar yeni olmayıp, cumhuriyetin kuruluş yıllarıyla başlayan ve günümüze kadar ulaşan sorunlardır.

Bilindiği üzere cumhuriyetin ilanıyla beraber Türkiye’de adeta toplum mühendisliği kurumu ihdas edilmiş, Kemalist tezler kapsamında toplumu şekillendiren sosyal, etnik ve dini olguların tümüne müdahale edilmiştir. Ezanın hangi dil ve makamda nasıl okunacağından tutun da, insanların neye nasıl inanması gerektiğine; hangi kıyafetleri giyeceklerinden tutun da, zorunlu kılınan şapkaya; hangi dili konuşacaklarından tutun da, insanların hangi etnik yapıyla tanımlanacağına; kimin neyi hangi alfabeyle okuyacağından tutun da, kimin nerede iskan edileceğine kadar her şeye müdahale edilip, kocaman Türkiye coğrafyası adeta tek tip robot üretecek fabrikaya dönüştürülmek istenmiştir.

Türkiye’de halen gündemi en fazla meşgul eden siyasal konuların başında islami değerlere yönelik yapılan baskıların yanında Kürt kimliğine yönelik yapılan baskılar ve bu iki konu etrafında şekillenen sorun ve tartışmalardır. Kürt sorunu kimi zaman terörle, kimi zaman Kürt halkı adına ortaya çıkan sapkın hareketlerle, kimi zaman da bölge kalkınmışlığının yetersizliğiyle izah edilmeye çalışılsa da, bu, sorunu çözmek bir yana, sorunu sorun olarak algılamama geleneğini devam ettirme çabasından başka bir şey değildir.

Kürtleri sorun olarak gören zihniyet, cumhuriyetin kuruluş felsefesini halka rağmen dayatan kurucu-şekillendirici zihniyettir. İşgale uğrayan toprakları kurtarma adına dini duyguları sömürüp sonradan zuhur edecek emellerini gizleyerek hilafeti gavurdan kurtarma sloganıyla, ittihad-ı müslimin şiarlarıyla, alimlere, şeyhlere, sonu, elinden ayağından öperim, cümleleriyle biten mesajlarla, camilerde hutbeler irad etmekle destek toplayan zihniyet, nasıl ki sonradan destek gördüğü bu kesimlere amansız bir imha harekatına giriştiyse;

Aynı şekilde Kürt aşiretlerini yine islami sloganlar ve milli duyguları okşayıcı mesajlarla arkasına alıp, cumhuriyetin ilanından sonra islami değerlerle beraber Kürt kimliğine karşı da imha politikasını dayatmaktan çekinmemiştir.

O dönemden günümüze yansıyan tarihi belgeler, etkileri günümüze kadar süregelen sorunlar yumağının nasıl da ikiyüzlü politik entrikalarla uygulama sahasına konulduğunu göstermektedir. Kurtuluş savaşı arefesinde Kürtler konusunda Atatürk’ü telaşlandıran şey, Batı hayranı kimi Kürt aydınların (tıpkı İttihadçılar gibi) kendilerini ilkel milliyetçilik akımına kaptırmaları ve bağımsız Kürdistan kurma fikirlerinin ortaya çıkması idi. İngilizlerin bunlar vasıtasıyla Kürtleri amaçları doğrultusunda kullanma istekleri ise, Atatürk’ü hayli düşündürüyordu. İşte o döneme ışık tutan bazı belgeler:

“Mustafa Kemal'in, 3. Ordu Müfettisi olarak Amasya'dan, Erzurum'daki Kazım Karabekir Paşa’ya gönderdiği, 24 Haziran 1919 tarihli mesajın bir bölümü:
"1- Mr.Novil adındaki bir İngiliz Yüzbaşısı, Urfa'dan Siverek yoluyla Viranşehir’e giderek, Milli aşiretlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş ve Urfa'ya dönmüş. Osmanlı hükümeti için çok kötü propagandalar yapmış. Ancak aşiret reislerinden aldığı kesin cevaplara sevinmemiştir. Kürtler, Türk kardeşlerinden kesinlikle ayrılmayacaklarını, bu uğurda son kişilerine varıncaya kadar ölüme hazır olduklarını söylemişler. Ayrıca İngilizler'in kendilerine vermek istediği önemli miktardaki parayı almayarak namus ve yurtseverliklerini göstermişlerdir..." (Atatürk'ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Nimet Arsan, Sayfa: 43)
Mustafa Kemal'in, Amasya'dan, 22 Haziran 1919 günü, Sivas Valisi Reşit Paşa’ya çektiği telgrafın ikinci paragrafı:
"Devletin bütünleşmesinin önem kazandığı bir sırada İngiliz propagandasının etkisinde ortaya çıkan ve Kürdistan'ın bağımsızlığını isteyenler, görüşmeler yoluyla kazanılarak Halifelik ve Saltanat çevresindeki ortak amacımıza getirildi. Çok şükür hata anlaşılarak aramıza dönmüşler ve kongreye (Sivas) çağrılmışlardır…" (Tarih Vesikaları Dergisi, Ankara, 1949, Sayi: 15, Sayfa: 162)

Göründüğü gibi Kürt halkı, düşmanla işbirliği yapmak bir yana, işgal güçlerine karşı başını M.Kemal’in çektiği cepheyle bütünleşme yoluna gitmiştir. Hatta bilahare Doğu ve G.Doğu illerinde yapılan şehir müdafaaları, Kürtlerin, Atatürk’ün deyimiyle “halifelik ve saltanat çevresindeki ortak amaç” için ne tür fedakarlıklara katlandığını göstermiştir.

Kürtler bu fedakarlığı yapar da, koskoca Kemal Paşa onlara bir jest yapmaz mı?

İşte belgeler:

“El-Cezire Cephesi Komutanı Tuğgeneral Nihat Paşa’ya,         1-Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk gruplarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç politikamızın gereğidir. Kürtlerle dolu bölgede ise, hem iç politikamız ve hem de dış politikamız açısından ölçülü yerel bir yönetim kurulmasını savunmaktayız.

2-Ulusların kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmiş bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. Kürtler'in bu döneme kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini kurmuş ve başkanları ile yetkilerini bu amaç için bizce kazanılmış olması ve oyladıklarında kendi kaderlerine gerçekten sahip oldukları BMM (Büyük Millet Meclisi) buyruğunda yaşam istekleri yayınlanmalıdır. Kürdistan'daki bütün çalışmaların bu amaca dayalı politikaya yöneltilmesi El-Cezire Cephesi Komutanlığı’nın görevidir.”(TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, Cilt: 3, Sayfa: 550)

Yine İstanbul hükümetiyle “Milli Mücadele” kadroları arasında 20-23 Ekim 1919 yılında Amasya’da gerçekleştirilen ve Amasya Tamimi olarak bilinen görüşmeler sonucunda karar altına alınan beş önemli maddenin gizli iki maddesinden biri de yine Kürtlerle alakalıydı:

“Hazırlanması en çok zaman alan bu protokolde Kürtlerle ilgili maddede, günümüz “Türkçesi ile, "Beyannamenin birinci maddesinde Osmanlı Devleti'nin düşünülen ve kabul edilen sınırının (Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra bu sınırın) en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. (Bununla birlikte, Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından desteklenmelerine, daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından) Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü..." deniyordu. Ancak bu paragrafta parantez içinde gösterdiğimiz cümleler 'Nutuk'un Türkçe harflerle basıldığı 1934, 1938, 1963 ve 1965 tarihli baskıları ile bunları esas alan hiçbir eserde yer almadı. Bu sansürü gün ışığına çıkaran ünlü tarihçi Faik Reşit Unat, Başbakanlık Arşivi'ndeki belgenin aslını 1961'de Tarih Vesikaları Dergisi'nde (S.18, s. 359-365) yayınladı.” ( 27.12.2005 Ayşe HÜR, Radikal Gazetesi)

Bu ve benzeri belgeler, Kurtuluş savaşında aktif rol alıp M.Kemal’in “Hilafet ve Saltanat”ın kurtarılması ile ilgili o günkü söylemlerine karşı Kürtlerin olumlu tutumlarına karşılık, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde yerel yönetim esasına dayalı bir tür özerklik va’diydi. Nitekim sonraki zamanlarda da bu görüşü destekleyen açıklamalara devam edilmişti.

Atatürk’ün, 1923 yılı 16 Ocak akşamı başlayıp 17 Ocak sabahına kadar, İzmit Kasrı'na davet ettiği dönemin ünlü gazetecileriyle yaptığı sohbet toplantısının bir bölümünde Kürtlerle ilgili sorulara verdiği cevap, eski vaatlerini pekiştirir mahiyette idi:

“(Günümüz Türkçesi ile,) "Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur. Ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir…” ( 27.12.2005 Ayşe HÜR, Radikal Gazetesi)

İşte buraya kadar her şey normal idi veya en azından öyle görünüyordu. Ta ki cumhuriyet kurulup ipler ele alınana kadar. Bundan sonra oyalayıcı siyaset ve beyanatlar, yerini jakoben uygulamalara bırakmaya başlayacaktı ki, gelecek sayıda inşallah bu konuya devam edeceğiz.

Geçen yazımızda halk desteğinin sağlanması amacıyla “Kurtuluş Savaşı” sürecinde dini ve etnik konularda “kurucu kadro”nun cazip vaatleri ve cumhuriyet ilan edilip ipler ele alınıncaya kadar takınılan sahte tavırlardan bahsetmiştik. Bu yazıda da Kürtlere karşı takınılan inkar ve imha politikalarına kısaca değineceğiz.

Etrafında insanların toplandığı Hilafet ve milletin hakimiyeti söylemleri, yerini şövenist söylemlere bırakmaya başladı. İslami değerlere karşı savaş açılıp şamanist değerler ön plana çıkarılmaya başlandı. “Güneş Dil Teorisi” adı altında ipe sapa gelmez projeler türetilip, tüm ırk ve dillere Türkçü kılıflar giydirilme yoluna gidildi. Din adamlarına ve dini kurumlara karşı amansız bir savaş açıldı. Kılık-kiyafetlerinden dolayı insanlar darağaçlarında sallandırıldı. “Hakimiyeti Milliye” söylemleri, yerini “tek parti/tek lider” uygulamasına bıraktı. Uygulamalar öyle bir hal aldı ki, insanlar, daha düne kadar savaştıkları “Gavur”u arar hale getirildi.

Tüm zorba dayatmalar karşısında neye uğradıklarını şaşıran insanlar ve özellikle başını İslam alimlerinin çektiği topluluklar, tek çareyi yeni dayatma politikalarına başkaldırmakta buldular. Anadolu’nun dört bir tarafında ayaklanmalar, kıyamlar baş göstermeye başladı. Ancak ayaklanmaların en yoğun ve en kapsamlı olanları, Kürdistan bölgesinde baş göstermekteydi. Kürtlük duygusundan ziyade islami yönlerin ağır bastığı nice kıyamlar, yeni oligarşik dikta yönetimini hayli zorluyordu. Bunlarla mücadelede Türk kamuoyunun desteğinin sağlanması için tekrar ikiyüzlü politikalar devreye sokuluyor ve ayaklanmaların mahiyetinin, sözde İngilizlerin de kışkırtmasıyla Kürtçülük-bölücülük içerikli olduğu konusunda halk ikna ediliyor, böylece gerekli maddi, lojistik destek tekrar sağlanmış oluyordu.

Bu arada İslam düşmanlığı, islami hassasiyetlerinden dolayı Kürt halkını da kapsama alanına almış oluyor ve İslam düşmanlığının yanında Kürt kimliği de hedef tahtasına oturtulmuş olunuyordu. İşte, günümüzde de hala önemini yitirmemiş ve bundan sonra da yitirmeyecek olan bölücü ve irticai tehlikenin alt yapısının felsefi temelleri böylece oluşturulmuş oluyordu. Yeni dikta rejimi, böylece içine girdiği ideolojik boşluğunu iki yeni “düşman”la doldurmuş oluyordu.

Günümüzde halen aynı duygu ve heyecanla sürdürülen İslam düşmanlığını ayrı bir çalışmanın konusu olarak bir tarafa bırakıp tekrar Kürt halkının dramına dönecek olursak;

Hazırlanan 1924 anayasası, ilk defa Kürt kimliğinin yanı sıra diğer etnik kimliklere vurulan darbeyi anayasal çerçeveye oturtuyordu. Anayasa'nın 88. maddesi "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur" diyordu. Bu madde, 1960 Anayasasında, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” şeklinde tarif edilirken, 1982 Anayasası’nın 66. maddesinde de bu hüküm aynen korunuyordu.

Ama iş, teoriyle sınırlı kalmayacak, pratikte de akıl almaz uygulamalarla desteklenecekti. Nitekim özellikle Şeyh Said kıyamı bahane edilerek 1925’te gelinen süreç, Hitler’in tezlerine kaynaklık edecek türden beyanat ve uygulamalara sahne olacaktı.

“Kürtler, Milli Mücadele’nin devamınca canla-başla beraberlik gösterdiler; Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davalarımızı (biz Türkler ve Kürtler) diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik“ diyen İsmet Paşa; 1925 Şeyh Said kıyamının bastırılmasından sonra, Başvekil sıfatıyla şu ırkçı, kafatasçı söylemle ortaya çıkıyordu:

“Milliyet yegâne vasıta-i iltisakımızdır. Diğer anâsır Türk ekseriyeti karşısında hâiz-i tesir değildir. Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.“ (Vakit Gaz. 27 Nisan 1925)

Daha 1924’ün sonlarından itibaren Türkçe tek bir kelime dahi bilmeyen Kürt halkına Kürtçe konuşma yasağı dayatılıyor ve konuşulan her bir Kürtçe kelime için 25 kuruş para cezası kesiliyordu. 1925’ten itibaren asimilasyon çalışmaları daha kapsamlı hale getirilip “Şark Islahat Planı” adı altında yok etme politikaları dayatılıyordu.

Mezkur planın 5. maddesi, "Ermeniler'den boşalan topraklara Balkanlar'dan ve Kafkasya'dan getirilecek Türk göçmenlerin yerleştirilmesini” ve böylece nüfusun dengelenmesini amaçlarken, 9.maddesi, "yönetimin Kürdistan'da kalmasını uygun bulmadığı Kürt ileri gelenleriyle akraba ve çevrelerinin yerlerinden edilmesini, devletle işbirliği yapmış ailelerin yerlerinde kalmalarını ve daha da güçlendirilmelerini içeriyordu. Planın 17. maddesi “Fırat’ın batısındaki illerin batı bölümlerinde dağınık biçimde yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanacak ve kız okullarına önem verilecek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktır,” hükmünü içerirken, planın 41. maddesi de: “Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilâyet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırı davranmakla suçlanacak ve cezalandırılacaktır,” hükmünü içeriyordu.

Yine “Şark Islahat Planı” çerçevesinde hazırlanıp 1930'lu yılların başlarında Kürtlerin yoğun yaşadığı illere gönderilen bir gizli genelgenin 9. maddesinde şöyle deniyordu; "Türklüğe ve Türkçeye pay ve paye vermek, som Türklüğün ve özellikle Türkçe konuşmanın yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu… belletmeyi gaye edinirken; Genelgenin 12. maddesi de Kürtlerin sosyal yaşamdaki aktivitelerini hedef alıyordu: "Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet duygularını daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı. Bu nedenle lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek ve özellikle kötü göstermek, (...) özetle dillerini, adetlerini Türk yapmak... önemli bir görevdir,” deniyordu.

Ancak bu tür uygulamalarla da yetinilmiyor, Kürt ahalisinin asimilasyonu için yoğun bir şekilde araştırma ve raporlar hazırlanıyordu. “Birinci Umum Müfettişliği”nce hazırlanan raporlarda ilginç tespitlerin yanı sıra tuhaf öneriler sıralanıyordu. Bu tespit ve öneriler özetle şu şekilde idi:

Tespitler: Fırat'ın doğusundaki bölgede Kürt nüfus yoğundur. Bu bölgede yaşayan Kürt nüfusu bir milyondan fazladır ve bölgedeki Türk nüfusu Kürt nüfusun dörtte birinden daha azdır. Gerekli tedbir alınmadığı takdirde, "Fırat'ın şarkındaki vilayetlerimizden sarfınazar etmek mecburiyetinde kalınabilir. Umumi Müfettişlik bölgesi içindeki toplam nüfus 1.222.113 olup bu nüfusun, 322.267'si Türk, 700.303'ü Kırmanç, 47.880'i Zaza, 107.628'i Arap, ve 23.143'ü Süryanidir. İstiklal Mahkemesi hakimlerinden Avni Doğan'ın sözleriyle, "Birinci Umumi Müfettişlik mıntıkasında Türkçe'den başka bir dil ve Türk'ün dileğine aykırı bir dilek hakim bulunmakta" idi.

Öneriler: "Türk nüfus ve nüfuzunu hakim kılmak için en mühim menzil hatları üzerindeki köylere Türk yerleştirmek ve yeniden Türk köyleri tesis etmek; Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan vilayet ve kaza merkezlerinde Türkçe'yi hakim kılmak; Kürt mıntıkası içinde bilhassa kız mekteplerine ehemmiyet vermek; Fırat'ın garbındaki vilayetlerimizin bir kısmında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak. Van'la Midyat arasındaki hattın batısında, Ermenilerden kalan araziye Türk muhacirleri yerleştirmek; Ermenilerden kalan emvalin satılmamasını hatta Kürtlere icar dahi edilmemesini sağlamak. Kürtlerle meskun bu bölgeye Yugoslavya'dan gelen Türk ve Arnavutlar'la İran ve Kafkasya'dan gelecek Türkleri yerleştirmek. Vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair müessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe'den maada lisan kullananları cezalandırmak. Askere alınanların başka bölgelerde askerlik yapmasını sağlamak ve bölgede yerli memur bulundurmamak. Bölgede görev yapan batılı memurları Kürt kızlarıyla evlenmeye özendirmek, bunlardan bölgede yerleşmek isteyenlere arazi vermek; bölgede yerleşik Türk, Kürt ve Aleviler arasında kız alıp vermeyi teşvik etmek. İdari tedbirlerle köylerden çocuk toplamak. Türk kültürü ve temsil esasına müstenit okutma yapmak".(bianet.org)

Bilahare çıkarılan zorunlu iskan kanunuyla istenmeyen Kürt aile ve şahsiyetler, Anadolu’nun değişik yerlerine sürülmüş, böylece kürt muhalefetinin önüne geçilmek istenmiştir. Yine çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunuyla dini eğitim veren kurumlar lağvedilip inançsızlaştırma projeleri devreye sokulurken, aynı zamanda medreselerin kapatılması, buralarda hayat bulan kürt dili ve edebiyatının gelişiminin de önünü kapatmıştır.

Görüldüğü gibi çeşitli yöntem ve araçlarla Kürt kimliğine yönelik düşmanca uygulamalar, cumhuriyetin kuruluş süreciyle başlamış ve günümüze kadar da devam edegelmiştir. Bu uğurda inkar ve yok sayma çabalarına, çok sayıda katliamlara rağmen bu sorunun üstesinden gelinememiştir. Sorunun çözümü için çeşitli zamanlarda, geleneksel Türk devlet sisteminde etki bakımından köklü bir geleneğe sahip olamayan sivil iktidarlar ve en son Ak Parti iktidarı bir takım girişim emarelerini gösterir gibi olsa da, Türk yönetim sisteminin köklü gelenek sahibi zinde mekanizmaları tarafından bu girişimler sabote edilmiştir. Hatta yakın dönem olan “12 EYLÜL” kıyım dönemini müteakip asimilasyon politikaları çerçevesinde Kürtlere ait köy ve kasaba isimlerinin Türkçeleştirilmesi, Kürtçeyi çağrıştıracak isimlere yasak konulup insanların takibatlara uğratılması, yine hiçbir değişime fırsat vermeyeceğini gösteren malum zinde mekanizmaların ürünüdür.

Ancak inkar ve imha politikalarına rağmen ortada bir realite vardır. O da şudur ki, dili ve kültürüyle beraber yakın zamana kadar mevcudiyeti dahi inkar edilen bir Kürt halkı gerçeği vardır. Eğer seksenüç yıllık cumhuriyet tarihinde bu sorun çözülemediyse bunun sebebi, sorunu sorun olarak algılamamak, ya da soruna gerçekçi teşhisler koymaktan özellikle kaçınmak olmuştur.

Hatta sorunu sorun olarak algılamama pozisyonu, politik bir yanlışlığın ötesinde, bilinçli bir karşı duruş biçimi olduğu aşikardır. Bunun da nedeni, kurulan ulus devlet mekanizmasının felsefi derinlik ve ideolojik temellerden yoksun olmasıdır. Toplumsal dayanışma ve birliktelik olgusunu İslami gelenekten alan bir topluma tez elden ecnebiden ithal ırkçı söylemlerin toplumsal dönüşüm projesi olarak dayatılıp benimsetilmesi, kısa vadede mümkün olmadığından, değişik minvaller üzerinden, toplumun etnik ve inanç yönünden zıt kamplara bölünüp zoraki düşmanların oluşturulması ve halk yığınlarını bu şekilde oyalama taktikleri önem kazanmıştır. Ancak gelinen süreçte Türk kamuoyunun bu tür yapay taktiklerle ulusçuluk putunun etrafında toparlanılmasında belli bir kıvama gelindiğini kabul edersek, bundan sonra sürdürülecek olan taktiklerin hedefi de, vaziyeti, geldiği minval üzere bir adım daha öteye taşımak olacaktır.

Sahte söylemler üzerine, ikiyüzlü politikalarla inşa edilen bir yapı ve bu yapı içerisinde yetişen sahte kahramanlardan, toplumsal huzur adına gerçekçi politikalar üretmeyi beklemek, sahte bir duruştan başka bir şey olamayacağı gibi, bunların çözümden yana bir irade ortaya koymak gibi bir dertleri de bulunmamaktadır. Zaten resmi devlet organlarının yanı sıra, kökleri NATO’nun Gladyo’sundan ABD’deki karanlık odaklara kadar uzanan ve toplumsal dinamikleri sabote edip buhranları tetikleme rollerini üstlenen gayrı resmi özel birimler oluşturup sükunet ve huzur ortamına allerji duyma alışkanlıkları hep bu tür amaçlara yönelik değil midir? Malum gelenek temsilcilerinden bu yönde çözüme götürücü yaklaşımlar beklemek, seksenüç yıllık yapay ideolojik ilkelerini çöpe atmalarını istemek olacağından, şairin deyimiyle “elleri eldivenlerinden kara” olan bu insanlardan olumlu yönde bir adım beklenilir mi?

Ama illa da gayri resmi özel birimlere rağmen birileri devlet adına ortaya çıkıp “gerekirse yanlıştan da dönülür” mesajını vermeye kalkarsa, ki kalkanlar oldu, o zaman da iş, “iyi çocuklara” ihale edilecektir.

Kürtler adına ortaya çıktığını iddia eden tepkisel yapılanmaların da belli bir süre sonra etki sahiplerince terörize edilip “gıjgıj” alanına çekilmeleri ile oluşturulan dumanlı havanın beraberinde getirdiği kaotik ortam ve bu kaotik ortamdan rant sağlama yarışlarının ortaya çıkardığı baronların da Kürt halkının acılarını dindirmesi mümkün değildir.

Dış tehditlere karşı kurulmasına karşın iç tehdit(!)leri tetiklemekle meşgul olanlar ile Kürtlerin mağduriyetini giderme amaçlı kurulan Kürtçü grupların çözüm adına bilahare yollarının nasıl kesiştiğini, teslimiyet ve çözümsüzlük doktrininin uygulanması ile yozlaşma kültürünün Kürt halkına benimsetilmesi/dayatılması noktasında nasıl birbirlerine yoldaşlık yaptıklarını, görünürde çatışmalarına rağmen kilitli sanılan kapılar arkasında nasıl bir dayı-yeğen ilişkisi gerçekleştirdiklerini, inşallah müteakip yazımızda ele alacağız.

Geçen yazımızda Kürtlere uygulanan inkar, baskı ve imha politikalarına kısaca değinmiştik. Bundan sonra da inşallah, yapay gerekçelerle Kürtlere karşı oluşturulan baskı ve bu baskılara karşı Kürt halkının hamiliğine soyunup bu konuya kendilerini taraf olarak gören kimi kesimlerin yaklaşım biçimlerini ve bulundukları noktayı ele alacağız.

Burada ilk olarak ele alınması gereken taraf, geçen yazıda da belirttiğimiz gibi gerçekçi olmayan ideolojik temellere dayandırılan cumhuriyet yönetiminin, oluşacağı muhakkak olan ideolojik boşluktan kurtulmak uğruna, islami kimlikle beraber Kürt kimliğini de düşman ilan eden devletin resmi organlarının/söyleminin yaklaşım biçimi olacaktır.

Devletin Kürt konusuna yaklaşım biçimi, elbette ki olmaması gereken ve ülkedeki tüm sorun ve çıkmazların da ana kaynağını teşkil eden militarist türü bir yaklaşım biçimidir. Bu bakış açısı, bir yandan kendince geliştirdiği sözde bilimsel araştırmalarla ortaya konan, Kürt diye bir kavmin olmadığı, kendilerini Kürt olarak görenlerin aslında Türk çınarının bir dalı olduğu, bunların deniz görmemiş Türkler ya da dağlı Türkler olduğu şeklinde izahatlar getirirken kurtuluş savaşı arefesinde yazışmalarında, kongrelerinde ve basın açıklamalarında verdikleri mesajlar ve taahhüt ettikleri bir tür yerel özerklik vaadlerini hatırlamaz olmuşlardır. Kürtlerle ilgili yoğunlaştıkları tek mesele, bilahare imhaya dönüşecek olan inkar tezleri olmuştur.

Cumhuriyetin ilanından sonra tüm ülke sathına karabasan gibi çöken “tek parti/tek lider” totaliter uygulamalarına karşı özellikle Kürdistan bölgesinde geliştirilen halk destekli kitlesel kıyamlara karşı takınılan imha politikaları ve bu politikalar ekseninde Atatürk başkanlığında dönemin bakanlar kurulu toplantılarında alınan gizli kararlarla, islami içeriği ön planda olan bu kıyamların Kürtçülük/bölücülük içerikli oldukları propagandası yapılarak batıdaki Müslümanların desteğinin kesilmesinin sağlanmasıyla beraber, ulusçuluk düşüncesinin kök salmasına zemin hazırlarlarken, aynı zamanda Şeyh Sait, Seyid Rıza ve Koçgiri gibi geniş kapsamlı başkaldırıları korkunç katliamlar yaparak bastırmışlardır. Bu tür katliamcı çözüm formülleri, sonraki dönemlerde de siyasi yelpazeden sosyo-ekonomik yelpazeye kadar uzanan çeşitli alanlarda asimilasyonist etmenlerle beslenerek resmi ideoloji için yol ışığı olmuş ve günümüze kadar da bu türden kanlı ve asimile esaslı metodlar hep etkili çözüm yolu olarak kabul edilegelmiştir.

Rejimin bekçiliğine soyunanlar, rejimi koruma adına halkın öz değerlerine karşı savaş açmış, halkı kendine düşman görmüş, halka rağmen halk adına dayatıcı politikalar üretip uygulama sahasına koymuş ve karşısında da doğal olarak halkı bulmuştur. Bu mantık neticesinde oluşan rejimin güvenlik ve bekası adına halkı düşman görme çelişkisi, kutsal bir miras olarak sonraki dönemlerde devletin tüm politikalarına yön vermiştir.

Kürt kimliğine yönelik düşmanca bakış, cumhuriyetin ilerleyen yıllarında da geçerliliğini korumuş, günümüze kadar da taşınmıştır. İnkar ve imha tutumu, yuvarlanan kartopu misali taşındığı her döneme yeni düşmanlık kalıntılarını bünyesine almış ve şu anda döndürülemeyecek bir ağırlığa ulaşmıştır.

Kürt kimliğine yönelik düşmanca tutum inadına körüklenerek ulusalcı temelde Türk toplumunun ulus bilincine erişilmesinde ana malzeme olarak kullanılmıştır. Bilindiği üzere ulusçuluk akımlarında ulusların geçmiş tarihleri, yaşadıkları önemli olaylar, geçirdikleri önemli evreler, ortak kabul görmüş tarihi kahramanlar, inanç ve kültürel motifler, yaşadıkları ana topraklar gibi nice etmenler etrafında ulusal bilinç geliştirilmeye çalışılırken; cumhuriyet aktörlerinin kendi halkına bu tür argümanları sunmada kullandıkları figürlerin inandırıcılıktan uzak olması, ciddiyetle bağdaşmayan “kurt”, “asena”, “ergenekon”, “kımız”, “şamanizm” gibi sembol ve inanışların halkın inanç ve kültür değerleriyle tezatlık arzetmesi neticesinde ulusçuluk projesinin bir türlü oturtulamaması, kurucu kadronun yanı sıra mirasyedilerini de, ulusal bilinci başka mecralarda aramaya sevk etmiştir. Ulusçuluk canavarının doğumundan önceki Türk-islam imparatorluklarında öne çıkan bilincin de, “Kabe arabın olsun, Çankaya bize yeter” felsefesine aykırı bulunması ve kendilerince belki de aşırı İslami eğilimli bulunması, hem düşman seçilen islami kimlikle mücadele önünde engel teşkil etmesi, hem de seküler milliyetçiliğe istenildiği ölçüde geçit vermemesi, aynı şekilde ulus bilincini gerçekleştirmede değişik mecralara yönelmelerinde etkili diğer bir yöntem olmuştur.

Amaç ve ideolojisi ne olursa olsun Kürtler adına ortaya çıkan her oluşum adeta “nimet” bilinip bu oluşumlar çeşitli entrikalarla terörize edilerek toplumda derin infiallerin oluşmasına zemin hazırlanmış, perde arkasından yönlendirilen karanlık senaryolarla toplumda travmalara yol açacak dramatik olaylar ekseninde etnik temellere dayalı toplumsal kutuplaşmalar oluşturulmuştur. Ulus bilincini başta Kürtler olmak üzere diğer etnik kökenlere karşı kin ve nefret temelinde oluşturmaya çalışan resmi ideoloji savunucuları, toplumsal kutuplaşmaları önlemek yerine her vesileyle teşvik etmiş, bunun neticesinde de uluslaşma adına kindarlaşma sürecini en ileri seviyelere çıkartmıştır.

Zaten Türk halkının ulusal reflekslerini hatırlatma/pekiştirme adına vurgu yapılan en önemli ögelerin, diğer uluslardakinden farklı olarak, kin ve nefreti aşılayan “bölücülük” ve “dış güçler” efsanesinden öteye geçemediğini kabul edersek, ulusal bilinç adına hangi eksende, nasıl bir toplumsal ayrışmanın oluşturulduğunu/oluşturulmak istendiğini daha iyi kavramak mümkündür.

Kabul edilebilirlik sınırlarını fazlasıyla zorlayan efsane türü argümanlarla doruğa çıkarılmak istenen Türk milliyetçiliğinin günümüzde geldiği nokta hayli ürkütücü boyutlara varmış bulunmaktadır. Son yıllarda Anadolu’nun değişik yörelerinde vatansever kılıklı “vatansatar” odaklarca ortaya konan ve kitlesellik boyutuna ulaşan kimi davranış biçimleri, ulus bilinci adına cinnet odaklarının türemesine, toplumun “linç toplumu”na dönüştürülmesi aşamasına getirildiğini göstermektedir.

Bazı yerleşim birimlerinde Türk-Kürt çatışmasının vardığı boyutlar, ikide bir bozuk sicilli “vatansatar” odaklarca sahnelenen bayrak eksenli toplumsal krizler, CIA ve MOSSAD’ın karanlık dehlizlerinde pişirilen senaryolar gereği popülarite kaybına uğrayan Türkçü-Kürtçü marjinallere prestij kazandırmak adına sahnelenen oyunlar ve provakatif eylemler/suikastlarla etnik temelli ayrışmaların derinleştirilmesi çabaları ile toplumun tüm kesimlerini kapsayacak çatışma ortamlarının oluşturulmak istenmesi, ırkçılık adına gelinen tehlikeli sürecin boyutlarını gözler önüne sermektedir. Tüm bunların neticesinde de her iki kesimden kriz aktörlerinin perde gerisi kirli ilişkileri, akan kanlar üzerinden daha fazla siyasi ve iktisadi rant elde etme çabaları, ekonomik faktörlerle izah edilmeye çalışılan kayıt dışı ekonomi ile yolsuzluk ekonomisinin, aslında savaş ağalarının yönlendirmesi ve idaresiyle devletin resmi ekonomisinin de kat be kat üstünde olması ve yeni baronların türemesine imkan sağlaması açısında önemi ve kontrolünün selameti açısından çatışma ve toplumsal kaosa yatırım çabaları, ulusçuluk patentli çatışma ortamlarının vazgeçilmezliğini ortaya koymaktadır.

Tüm bunlara rağmen tuhaf olan durum da, bölücülük bahanesiyle bina edilen Kürt karşıtlığının oluşturduğu bir tür “tepkisel” kafatasçı Türk milliyetçiliği adına Kürt ve Kürtlüğe ait ne varsa her şeye düşmanca tavır alış pozisyonu; buna karşılık yine Türk milliyetçiliğine karşı tepki olarak varlığını değişik düzlemlerde çeşitli usluplarla ortaya koyan tepkisel Kürt milliyetçiliği ile ortaya çıkan çelişkili durum… Aslında ilk bakışta etki konumundaki Türk milliyetçiliğine karşı tepki olarak gelişen Kürt milliyetçiliği gibi bir durum kendini gösteriyor ise de, Türk Milliyetçiliğinin de Kürt karşıtlığının veya düşmanlığının bir sonucu olarak geliştirildiğini, dolayısıyla etkisel olarak görünse bile tepkisellik arzettiğini görmemek mümkün değildir. Bu da ulusçuluk ekolünün temelde bir realite değil, karanlık odakların toplumları dizayn etme aracı olduğunu göstermesi bakımından üzerinde düşünülmesi gereken bir durum olarak karşımızda durmaktadır.

Bu tür genel değinilerden sonra resmi ideolojinin günümüzde Kürtlere yaklaşım biçimine tekrar dönecek olursak; aslında resmi yaklaşım biçimini birçok kaynaktan bulmak mümkündür. Ancak sadece bir kaynaktan alıntı yapmakla yetinelim. Çünkü bu kaynağın, son zamanlarda devlet içine sızmış çeteci yaklaşımda önemli bir rol oynadığını ve resmi ideoloji bekçilerine zihinsel finansman sağladığını hatırlayalım. Sakat bakış açısının ilki, halen Kürt varlığının kabul edilip edilmemesi noktasındadır: “Eğer Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kalacaksa, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin kendisine ‘ben Türküm’ demesini isteyecek, Türkçe konuşmasını isteyecektir. Bu aynı zamanda tarihsel açıdan da bir gerçekliktir. Çünkü, bugün kendisine Kürdüm diyenlerin çok büyük bölümü Kürt değil, has be has Türktür, ama zorla Kürtleştirilmişlerdir.” (F.Gökçe-Türksolu-90.sayı)

Eyvallah… Zaten 1923’ten beri savunulagelen sorunsal tezler de bu değil midir?

Şimdi de Kürt sorunu olarak önümüze çıkan gerçekliğe karşı yaklaşım biçimlerine, ve onlara göre Kürtlüğün ölçülerine bakalım: “Bu bakımdan Kürt sorunundan bahsediyorsak, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine sorun yaratan Kürtlerin yarattığı sorundan bahsetmemiz gerekir ki, bu sorunun çözümü zorla Kürtleştirilen Türklere Türklüklerini anımsatmak olmalıdır. TÜRKSOLU’nun ısrarla yapmaya çalıştığı, Kürtler tarafından zorla asimile edilmek istenen Türklerin milli haklarını korumaktır. …O nedenle her Kürt, Kürtçü değil anlayışı bir yerden sonra sarpa sarmaktadır. Doğru, her Kürt bugün için Kürtçü değildir. Ancak ben bölücü değilim, ama Kürdüm diyen, istese de istemese de, Türk ulus devletinin temelini dinamitlemektedir

O nedenle en iyi Kürt, ben Türküm diyen Kürttür... (a.g.e)

Bu tür bağnaz politikalarla Kürt halkının üzerinde estirilen devlet terörü neticesinde evleri başlarına yıkılıp köyleri yakılan yüzbinlerce Kürd’ün evsiz, barksız kalması ve batı illerine bir tür umut yolculuğuna çıkmak zorunda bırakılması ile ilgili yaklaşım biçimleri de, doğrusu mide bulandıracak cinstendir. Şöyleki: “…Kürtler, Türk nüfusun dört misli üremekte ve bu nüfus fazlalığının bir bölümünü Güneydoğu’da tutmakta, önemli bir bölümünü ise Türk bölgeleri istila etmek için göçertmektedir. (a.g.e-88.sayı)

Cumhuriyetin ilk yıllarında Kürt nüfusunun dengelenmesini amaçlayan bazı Kürt eşhas ve ailelerinin zorunlu göçü ve zorunlu iskan kanunu mantığıyla uygulanan bölgenin insansızlaştırılması projesi gereği ortada evsiz barksız bırakılıp değişik yörelere göç etmek zorunda bırakılan Kürt halkının bu çaresizliğinin altında da bakın ne tür niyetler aramaktadırlar: “…biz Türkler Türkiye’de bir Kürt meselesi değil bir Kürt istilası olduğunu düşünüyoruz. Yaşadığımız en önemli sorun budur… Kürt istilası iki ana hattan ilerlemiştir. Birinci hat Antep’ten Muğla’ya hatta Kuşadası’na kadar giden sahil şerididir. Bu hatta kalan tüm iller Kürt akınına uğramıştır. Nüfus yapısı tümüyle değişmiş, kentler Kürtleştirilmiştir...

İkinci hat doğrudan büyük şehirlere, sanayi merkezlerinedir. İstanbul, Ankara, İzmir, hatta Bursa ve Kocaeli gibi şehirler büyük oranda Kürtleştirilmiştir.

Bu iki hatta başarıya ulaşan Kürt istilacılığı şu anda iki yeni hat daha açmış bulunmaktadır.

1- Sivas-Tunceli hattından Doğu Anadolu, İçanadolu ve Karadeniz’e çıkma…

2- Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli hattından İstanbul’u Trakya’dan kuşatmak” (a.g.e)

Bu tür düşünceler, alıntının kaynağı göz önüne alınarak belki dar bir çevrenin görüşüdür denilebilir. Doğru, dar bir çevrenin görüşüdür. Bu tür görüşlerin Türk halkı arasında makul çoğunlukça da paylaşılmadığı da doğrudur. Ancak Türkiye’de paranoya haline getirdikleri “rejimi koruma ve kollama” görevinin de bu dar çevrenin tekelinde bulunduğunu, devlet kademelerinde tüm kilit noktaların bu dar çevre tarafından işgal edildiğini, cumhuriyetin bekasını sağlamak adına çözümü toplumsal kriz ve çatışma ortamlarını beslemekte bulanların da, etkili bir grup olan bu “savaş kliği” olduğunu unutmamak lazımdır.

Görüldüğü gibi bağlantıları itibariyle kökleri, karanlık dipsiz bir kuyuyu andıran ve devletin kontrol ve harekat mekanizmalarına tümüyle hakim olan bu kliğin halen geçerli resmi yaklaşım biçiminde hiçbir değişimin sözkonusu olmadığını görmemek mümkün değildir.

Son yıllara kadar kürt ve kürdistan kelimelerinin kullanılmasının dahi suç unsuru teşkil ettiğini, ancak etkisiz çevrelerce kürt varlığını kabul etme adı altında bu tür sözcüklerin ürkek ifadelerle telaffuz edildiğini görmekteyiz. Bu durum, gerçek bir tanıma olgusundan oldukça uzak olduğu gibi, bu yola başvurulmasının en önemli sebebi de, küresel konjöktür ve kürt sorununun artık yerel bir sorun olmaktan çıkıp insiyatifin uluslararası saldırgan güçlerin güdümüne girmesinden duyulan korku ve panikten kaynaklandığını, başka bir deyişle, kontrollü kriz, yerini kontrol edilemeyecek krize bırakmaya başladığını artık herkes görmektedir.. Kürt gerçekliğini sadece “kürt kökenli vatandaşlarımız” olgusuyla geçiştirmeye çalışan resmi ideoloji savunucuları, Kürt halkının en doğal haklarını dahi, çeşitli entrikalarla terörize ettikleri, manipülasyonlara hevesli PKK’ya indirgeme hevesinde olduklarını, uygulamalarıyla göstermektedirler. Ancak şu husus bilinmelidir ki, ne seksen yıllık kıyım kurbanı mazlum Müslüman Kürt halkı PKK ile özdeştir, ne de PKK Kürt halkının makul çoğunluğunun yegane temsilcisidir. Eğer 1984’te silahlı mücadeleye sarılan PKK büyüyüp bu günlere geldiyse, bunun yegane sorumlusu ideolojik resmi savaş kliğinden başkası değildir. Yine Kürt halkının dramlarını emperyalist emellerine alet etme gayesiyle Kürtleri bir o yana bir bu yana savuran uluslararası güçler bu insiyatifi ellerine alma derdine düşmüşse bunun da yegane sebebi, her türlü hak arama isteklerini öcü gibi görüp orantısız güç kullanımını kahramanlık olarak gören TC’nin geleneksel ideolojik aktörlerinden başkası değildir.

Ancak hiç kimse 1923/25’li yılların dünyasında yaşamamaktadır. O yıllarda uygulanan despotik uygulamaların yankıları, tepkileri, o günün şartları içerisinde belki dizginlenebilinirdi. Ama iletişim imkanlarının sınır tanımadığı, dünyayı adeta bir köye/mahalleye çevirdiği bir zamanda yaşadığımızı, dayatılan despotik uygulamaların, uygulanan ceberruti politikaların saklanması, dolayısıyla verilecek tepkilerin sınırlandırılmasının ve etkilenmelerin önüne geçilmesinin mümkün olmadığı bir zamanda yaşamaktayız.

Dün Topal Osman’ların kirli icraatlarından habersiz olduğu için halkın, herhangi bir tepki göstermemesi, bugünün pislik yediren, kanlı/karanlık eylemlere imza atan derin hüviyetli Topal Osmanlara tepkisiz kalacağı anlamına gelmez. Zihniyet gelişimi olmadıkça politika değişikliği mümkün değildir. Tek parti döneminin bağnaz zihniyetiyle günümüz sorunlarına çare bulunmaz. Olsa Olsa sorunlar daha da karmaşık bir hal alır, hem de içinden çıkılamayacak kadar. İşte günümüzde halen devam eden en büyük sorun da budur. Okuma yazma bilmeyen zavallı halkın dahi düşünce ufkunda günümüz gerçeklerine uygun belirgin bir değişim göze çarparken, resmi ideoloji savunucularının zihniyet gelişiminde hiçbir ilerlemenin kaydedilememesi, aslında bir yönüyle içinden çıkılmaz hale gelen Kürt sorunundan da, islami kimlik sorunundan da daha büyük bir sorun olmuştur.

Dünyadaki değişim süreciyle beraber hiçbir ülke kalmadı ki, önceliklerini, iç ve dış güvenlik stratejilerini, kendilerine yönelen tehdit unsurlarını tekrar tekrar gözden geçiriyor olmasın, ancak Türkiye müstesna. İlk günkü gibi “bölücü” ve “irtica” paranoyası halen ilk gün heyecanıyla korunmakta, devletin temel stratejilerini belirlemede ana ölçüt olarak kullanılagelmektedir. Böyle bir zihniyet, ancak sorun üreten, var olan sorunları da kangrenleştirmekten başka ne işe yarayabilir ki?

İnzar Dergisi

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Güncel Haberleri

Sanal kumar gençliği tehdit ediyor!
Lastik ustaları: Kış lastiği 7 derecenin altında zorunluluktur
"Yüzyılın Konut Projesi" başvuruları yarın başlıyor
1,8 milyon kişinin ehliyeti artık geçersiz!
Zorunlu kış lastiği uygulaması 15 Kasım'da başlayacak