“Sünni Refleksin” Devletleşmesi

Mehmet İkbal ATAK

Afganistan’ı takip eden Irak işgaliyle beraber yaşanan katliamlar ve işlenen insanlık suçları, mezhep ayırımı gözetmeksizin tüm Müslümanlar arasında Batı emperyalizmine karşı İslami bir refleks oluşturmuştu. Gelişen antiemperyalist İslami refleks, Batılı aktörlerin de dikkatini çekmiş, Batılı siyasal bilimciler bu alana eğilmiş, bunun neticesinde “Medeniyetler çatışması” tezi kıyasıya tartışma konusu haline gelmişti.

İşgalci Amerikan aktörleri de, bu paralelde bir düşünceye sahip olduklarını gizleme gereği duymayarak işgal konseptini pekala bir “Haçlı seferi” edasıyla dillendirmekten kaçınmamışlardı.

Aslında bir yönüyle de iyi olmuştu, çatışma dilinin adının bizzat Batılı aktörlerce konmasına… Ancak işgal konseptinin başarısızlığa uğraması, Batıya ekonomik krizler şeklinde fatura edilince saldırgan tutumun gözden geçirilmesine gereksinim duyulmuş ve “Haçlı” refleksi bir kez daha gizlenme gereği duyulmuştu.

Özellikle Obama’nın işbaşına getirilmesi, her ne kadar Amerikan bakış açısının radikal değişimi olarak yutturulmaya çalışıldıysa da, bugün itibariyle ortaya çıkan sonuç, İslam dünyasının siyasal jeopolitiğinin üzerine bina edildiği iç ihtilafların körüklenerek peydahlanacak iç çekişmelerin fitne politikalarına dönüştürülmesi ve hegamonik arzuların kırılgan fay hatları üzerinden sürdürülmesi gereği hasıl olmuştu.

İslam devriminden sonra İmam Humeyni’nin öğretileri, İran eksenli Şii hareketlerde olduğu gibi, üst kimlik olarak “Sünnilik” yerine evrensel İslam düşüncesini benimseyen farklı yerlerdeki Sünni İslami camiaları da Amerikanın manevra alanı olmaktan çıkardı. Ancak ana merkezin Şii olması, Amerikanın başını çektiği hegamonik odakların “Sünniliğe” oynamasına engel olamadı.

Bu bağlamda devrim sonrası İran ablukasında kullanıma sokulan sahte “Sünnilik” kartının gördüğü işlevin etkisini o döneme tanıklık edenler yakinen bilmektedirler. Dolayısıyla bunu tekrar zikretmeye gerek yoktur. Çünkü o gün için “devletleşme” refleksi aşılanarak politik bir kimliğe büründürülen yapay Sünniliğin bugün benzer amaçlara binaen yeniden dolaşıma sokulduğunu yakinen müşahade etmekteyiz.

Geçmişte ABD-Suudi ortak konsorsiyumunca yürütülen “Politik Sünnilik” bugün için farklı aktörlerin konsorsiyuma katılımıyla daha geniş bir yelpazede uygulama sahasına konulmuş durumdadır. Bu konsorsiyuma Katar ve Türkiye’nin yanı sıra farklı ebatlarda bir çok Arap ülkesinin katılması, yaşanan değişim süreçleriyle beraber etki alanının da genişlemesini beraberinde getirmiştir.

“Politik Sünnilik” kartının işlev görmesi, elbette geçmişte olduğu gibi bugün de sıcak çatışma alanlarının oluşturularak duygusal sömürünün etki alanının geniş tutulmasını gerekli kılmıştır. Bunun için de Suriye, gerek yönetimdeki Baas partisinin konumu ve sicili, gerekse de bölgesel üstünlük kurma denklemindeki rolüyle paha biçilmez kaftan görevini görmüştür.

Bugün yaşanan çatışmalar ve gerçek ya da dezenformasyon amaçlı bilgi akışı/kirliliği, Sünni dünyanın duygularını istismar etmeyi hedef alarak topyekün bir Sünni refleksin tahkimini öngörmektedir. Çatışma alanı şimdilik Suriye’dir. Ancak küresel aktörlerin yanı sıra Sünniliğe ipotek kuran bölge devletlerinin de Suriye sahasına müdahalesi, aynı zamanda Sünniliğe “devletçi” bir refleks de katmayı hedeflemekte, aynı devletlerin Amerikan ajandasını yürütmek adına ortaya koydukları tüm gayri ahlaki politikalar, aynı zamanda Sünni Müslüman çoğunluk tarafından da benimsenip desteklenmesi hedeflenmektedir.

Bu gaye etrafında çevrilen dümenler, aynı zamanda siyasal iktidarların kendi ülke içi politikalarına da bir sahiplenme duygusu katmakta olduklarını da belirtmek gerekir.

Mesela Arap ülkelerinin bizzat Amerikan dayatmacılığının ürünü olan İran karşıtlığı politikaları bu bağlamda ilgili ülke halklarının “devletleşen” Sünnilik refleksleri sayesinde büyük bir kabul görürken, israil karşıtı hiçbir politik argümanın bu süreçte kullanılmaması, aynı Sünni çoğunlukça sorgulama ihtiyacını da doğurmaması oldukça enteresandır.

Keza Türkiye örneğinde olduğu gibi, Sünni/dindar kimseler iktidarda olsalar da “Laik devlet”in yabancı ajandaya uygun dış politikasına duyulan güven, verilen sonsuz destek, aynı şekilde “devletleşen Sünnilik” dopingi sayesinde olmaktadır.

İyi de, geçmişte yaşananlar, İslam devriminin etkisini bloke etmeyi hedeflerken, bugün için tekrar “devletleşme” sosu katılan ve duygusal sömürüye dayanan Sünniliği canlı tutma gereği nedendir? Diye sorulabilir.

Başımızı Suriye çöllerindeki kumlara gömmekten alıkoyarsak, bunun tamamen Amerika’nın 2020 yılı planlarına dayanan enerji merkezli Asya politikalarına endeksli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Amerika, ekonomik darboğazdan kurtulmanın yolunu, uzak doğu Asya’ya açılmakta bulmaktadır. Bunun için de Ortadoğu denen bölgede rakip olarak karşısına çıkabilecek güçleri bertaraf ederek kendince bir kontrollü kriz mekanizması devreye sokup hedef bölgeye ağırlığını koymayı hedeflemektedir. Bu hedef, aynı zamanda ilgili bölge aktörlerini bir ölçüde istikrarsızlığa sürüklemekle ilgili bir durumdur. Yani İran’la beraber Rusya ve Çin’i istikrarsızlığa sevketmek suretiyle ekonomik canlılık vadeden bölgeye yerleşmek istemektedir. İşte Çin ve Rusya’nın Suriye ısrarının sırrı da burada yatmaktadır. Çünkü hem Çin hem de Rusya, tıpkı Suriye’de olduğu gibi uyguladıkları katı sistemler nedeniyle karıştırılmaya müsait ülkelerdir. Bunun bilincinde olan bu iki ülke, kendilerini hedef alacak Suriye benzeri bir kalkışmanın sponsor ülkelerce desteklenmesinin önünü alma stratejisini Suriye hattında bloke etme çabaları, Suriye sahasını fillerin tepindiği bir alan haline getirmektedir.

Rusya, bu alanda kapısına dayanan geçmişin renkli devrimlerinden dolayı tecrübeye sahiptir, Çin ise mutlaka bundan kendince bir ders çıkarmış görünmektedir.

Kaldı ki ikisinin de kendi içlerinde Sünni Müslümanlara uyguladıkları vahşi politikalar ortadadır. Burada da tıpkı Suriye benzeri bir ihtilaf tablosunun oluşması ihtimali belirivermektedir. İki ülke sınırları içerisinde de Müslüman-Sünni azınlıkların belli bir mücadelesi söz konusudur. Bu iki ülkeye yönelik Amerikanın 2020 yılına dair planının yürürlüğe konması, buradaki Müslümanların mücadelesine Amerikan parmağı sokulmakla ilgili bir durumdur. Böylesi bir durumda bir taraftan Müslümanların haklı mücadelesi, diğer taraftan da bu mücadeleye karışacak Amerikanın kirli eli, tıpkı Suriye sahasında olduğu gibi yeni bir tartışmanın kapısını aralayacaktır. Bayan Clinton’un BM vetosuna karşı, “Rusya’ya mutlaka bunun bedeli ödetilmeli” salvosu da bu stratejiden bağımsız bir çıkış değildir.

Irak işgal sürecini hatırlarsanız, Prens Bender – Dick Ceheny ortak girişimi olan sözüm ona “Cihadçı akımlar”ın Irak sahasına sokularak, artan Şii çoğunluğun etkisini sınırlama stratejisinin çarşı pazarları hedef alan kör terörle dengeleme çabaları hala hafızalardadır. Bugün için Irak’tan ödünç alınan “Sünni reflekse” dayalı “Cihadçı akımların” yine benzer bir operasyonla Suriye sahasına tayin edilmeleri, devletçi refleksle desteklenen Sünniliği bir hesaplaşma aracı olarak kullanma iradesinin ürünüdür. Bu irade, Amerikan karşıtı Irak direnişini terörize ederek rayından çıkarmayı başardığı gibi, Suriye’de de halkın meşru taleplerini terörize etmeyi başardı. Nerede başlayıp nerede bittiği bile anlaşılmayan “Irak İslam devleti/emirliği” bu minval üzere gelip dayandığı yer, Bab-ul Heva sınır kapısndaki bir büroda yeniden İslam emirliğinin ilanı oldu. Emirliğin ilk icraatı da İran bayrağı diye İHH flmasını ateşe vermek oldu.

Ve yine Prens Bender, Washington büyükelçiliğinden ayrılarak apar topar Suudi istihbaratının başına getirildi. Prens Bender’in ani görev değişikliği, başka alanlara yönelecek “cihad erlerinin” tayin ve terfilerinde yeni bir planlamaya işaret ettiğini belirtmek gerekir. Başta Irak ve Libya sahasında olmak üzere Afrika ülkelerinin bir çoğunda “icraatlar” sergileyen “cihad erleri”, en son üflenen surla beraber Suriye’de toplanmışlardı. Suriye’de rejimin geleceği hala belirsizliğini koruyorsa da, kurumsallaşmaya doğru giden iç karışıklık, “cihad” görevinin şimdilik yerini bulduğunu gösteriyor. Bundan sonra belki İran, belki de Rusya’ya bağlı Müslüman cumhuriyetler, yeni görev alanları olarak belirlenecektir.

Sözün özü, bölgesel figüranlarla desteklenen emperyal politikalarda Sünniliğin bir kullanım aracı olarak tedavüle sokulmasıdır.

Burada kimileri yine bildik ezberleri tekrarlayacaklardır:

“Esad katil değil midir?

“İran Şiiliği yaymıyor mu?

“Hizbullah neden Esad yönetimini destekliyor?

“Suriye’de hergün Müslümanlar katledilmiyor mu?

“Esadçı mısınız; Baasçı mısınız?

Falan… Filan!

Tekrarlanan/tekrarlanacak ezberlerde yüzde yüz haklı olsanız bile, bu durum, devletçi reflekse boyanan politik Sünnilik stratejisine alet olup istismar mağduru olmayı haklı çıkarmaz.

İran’ı, Hizbullah’ı, Esad’ı vs kötülemede yüzde bin oranında haklı olsanız da, bunlarla ilgili argümanlarınız yüzde onbin oranında geçerli olsa bile bu durum, Sünnilik refleksinin Amerikan emperyalizmi veya kuklalarınca deforme edilmesini haklı çıkarmaz, çıkarmayacaktır.

Diğer bir husus, “Sünni refleksin devletleşmesi” sözünden hiç kimse, Şia sevdasına dayalı bir Sünni karşıtlığını peydahlamak gibi ucuz kahramanlıklara imza atmamalı. Mesela değişim ve dönüşümden yana beliren AKP hükümeti, nasıl ki kısmi “muktedirlik” sonrası devletçi reflekse boyanıp aksiyonerliğini bir tarafa bıraktıysa, devletleşen Sünni refleksten kasıt da bunun gibi bir durumdur.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.