Toplumsal Cinsiyet mi Cinsiyetsiz Toplum mu?

Dr. Abdulkadir TURAN

Devletlerin uygulamaları, geçmiş çağlarda olduğundan daha çok, toplumsal yaşama sirayet ediyor. Geçmişte, toplumun belli kesimleri kendilerini devletin uygulamalarından koruyabiliyordu. Devletler de toplumların kendilerini korumalarına göz yumuyordu. Halbuki “özgürlük çağı” denen günümüzde devletlerin uygulamaları bir şekilde gelip kapınıza dayanıyor. İktidarlar dahi, yanlış kararlarının topluma olumsuz sirayet etmesinin önüne geçemiyorlar.

Bunun en bariz örneği, 2011’de imzalanan İstanbul Sözleşmesi’dir. Eminim ki sözleşmeyi imzalayan pek çok isim, oradaki kararların toplumun tepesine bu kadar çökeceğini düşünmemiştir. 2014’te yürürlüğe koyanların bir kısmı da muhtemelen sözleşmeyi “ölü bir Avrupa Birliği metni” olarak görmüştür.  

Nitekim sivil toplum kuruluşları ve basın yayın da meselenin nereye varacağını o günden görememişlerdir. Avrupa Birliği müktesebatı çerçevesinde her gün yeni metinlerin yayımlandığı bir ortamda bu sözleşmeyi de sair metinlerden saymışlar, dolayısıyla tepki göstermemişlerdir.

Oysa ilk Cumhuriyet devrimlerinden bu yana galiba ilk kez yasal bir metin, toplumun tepesine bu kadar tepeden yükleniyor. Sözleşmenin adım adım yürürlüğe girdiği günden bu yana, biz her gün bu sözleşmeyi, bu sözleşmenin kavramlarını ve toplum üzerindeki etkilerini konuşuyoruz.

Sözleşme, Anadolu’nun en dindar illerinden birinin büyükşehir belediyesini “Cinsiyetsiz Sinema Ödülleri”ne kadar götürdü. Toplumun tepkisi üzerine ödül töreni iptal edildi. Ne var ki sözleşmenin etkileri, ders kitaplarının dilinden haber diline, televizyon programlarının dilinden iş dünyasının diline alabildiğine kapsamlı bir değişim getirdi.

Daha düne kadar “işadamı”, “işkadını” kavramları vardı. Bugün bir sunucu, “işkadını” kavramını kullanabilir. Oysa “işadamı” kavramını kullandığında özür dilemek durumunda kalmaktadır. Onun yerini “cinsiyetsiz” “işinsanı” kavramı aldı. Ders kitaplarının dili de basılı yayının dili de bu yönde değiştirildi. Türkiye, 1950’li yıllardan bu yana dile bu kadar sirayet eden bir uluslararası metin veya bir yasa görmedi.

Bir yasal metni ihdas eden veya Türkiye bağlamında ithal edenlerin amacı ile o yasal metnin arka planı ve o arka plana sahiplenenlerin hedefleri farklı olabiliyor. Çoğu zaman yasal metin, ihdas eden veya ithal edenlerin değil, arka planına sahip çıkanların emellerine hizmet ediyor.

“TOPLUMSAL CİNSİYET” YA DA CİNSİYETİN HİÇLEŞTİRİLMESİ

İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli kavramlarından “toplumsal cinsiyet”in mahiyeti de sözleşmeyi imzalayanlarla sözleşmeye sahiplenenler tarafından farklı anlaşılıyor. Sözleşmeyi imzalayanlar, bu kavramın sadece kadın erkek eşitsizliğine dikkat çektiğini öne sürüyorlar. Dolayısıyla sözleşmeyi bir insan hakları sözleşmesi metni olarak değerlendiriyorlar ve sözleşmeden geri adım atmama konusunda diretiyorlar.

Sözleşmeye sahip çıkanlarsa bambaşka bir mahiyet öne sürüyorlar ve o mahiyeti, sırtlarını yasal metne vererek, tepemize vura vura toplumsal yaşamımıza dayatıyorlar.

“Toplumsal cinsiyet” kavramındaki amacı, sözleşmeye sahip çıkanların dilinden aynen aktarıyorum: “… kendini tanımlamanın değişik formlarının ileriye dönük olarak ‘cinsiyet’ten bağımsızlaştırılması ve böylelikle kendini tanımlamanın değişik formlarının hem erkek hem de kadın için mümkün kılınması anlamına gelir. Böylelikle ‘gender’ kategorisinin nihayet kaybolup gitmesi, ‘yapı bozuma uğraması’ sağlanacaktır; biyolojik cinsiyetin önemi, ‘saç rengi’ yahut ‘ayakkabı numarası’ kategorilerinin önem derecesine indirgenecek ve bu sayede kadın ve erkek için daha çok özgürlük alanı açılacaktır.”

Teknik dil, zihninizi bulandırmasın. Söylenenler gayet açık. Bunlar, toplumsal cinsiyet çalışmalarının amacı olarak insanın nihayetinde cinsiyetten bağımsızlaştırılması ve kadın erkek farkının ayakkabı numarası ile saç rengine indirgenmesi gibi hiçleştirilmesinden söz ediyorlar. Fütursuz bir cesaretle cinsiyet kategorisinin nihayet kaybolup gitmesi ve yapı bozumuna uğraması sağlanacaktır, diyorlar.

“İnsanın cinsiyetten bağımsızlaştırılması”, cinsiyetin “yapı bozuma uğraması” da ne demek? Bunu anlamayacak ne var?

Bu kadar cesur olmalarına da gerek yok. Zira “toplumsal cinsiyet” başlığı tek başına metnin amacını izaha yetiyor.

Konuyla ilgili çalışanların ifade ettiği üzere “cinsiyet”, insanın biyolojik olarak erkek ve kadın olmasıyla ilgilidir. Başka bir ifadeyle insanın cinsiyeti, vücut yapısından gelir ve insan o vücut yapısıyla hayatta babalık ve annelik başta olmak üzere bazı kaçınılmaz roller üstlenir.    

“Toplumsal cinsiyet” kavramı ise cinsiyete “toplumsal” nitelendirmesi getirmesiyle sosyolojik bir tespit yapar görünüyor. Hakikatte ise “estetik” değil, “cerrahi” bir işlemle cinsiyete müdahale ediyor. Kavram, görünüşte toplumun erkek ve kadın arasında kadının aleyhinde bir ayrım gözetlemesini tasvir ediyor. Hakikatte ise, devletin eliyle, kendi zihin dünyasının cinselliğini topluma dayatıyor. Cinsiyetin biyoloji ile bağını koparıyor; biyolojiye aykırı cinsiyet sapmalarını normalleştiriyor ve topluma “Bu, insan hakkıdır; ben getirdim; sen onaylayıp yaşamına geçirmek zorundasın!” diyor. Bu dayatma yönüyle sözleşme, Batı idareciliğinin faşist ruhunu bütün kapsamıyla yaşatıyor.

“Toplumsal cinsiyet” dayatması, erkeklik ve kadınlığı harçlayarak ve biyolojiden bağımsız, sınırsız bir cinsiyet getirerek “cinsi olmayan” yeni bir insan tipi inşa ediyor. Cinsiyeti sıfırlıyor, dolayısıyla cinsiyete bağımlı olan insan üremesini de tamamen tehdit ederek insanlığın gelecekteki varlığını risk altına alıyor.

Sözleşme, bu dehşete düşürücü kapsamıyla beşerin vahiyden tamamen kopup kendini kayıtsız şartsız yönetme hakkını elde etmesi durumunda kendisini nereye götüreceğini de mucizevi bir şekilde ortaya koyuyor.

Sözleşme, nüfus cüzdanlarında bile cinsiyetin belirlenmesini yasaklıyor, cüzdanı cinsiyet farkı açısından renksizleştiriyor. Onun yürürlüğe girmesiyle, kimliklerimiz bile ceplerimizde “cinsiyetsiz” olarak duruyor ki bu şapka kanunundan bile öte bir hâldir.

20. yüzyılda İslam dünyasına modern Avrupa adına yasal metinler dayatıldı ve o yasal metinlere devrim dendi. İstanbul Sözleşmesi ise kökleri II. Dünya Savaşı sonrası bunalımına dayanan ama 21. yüzyılın postmodern Avrupa’nın bir yasal metnidir. En az modern devrimler kadar bizim dünyamızın dışından gelme ve en az o devrimler kadar tepeden inmeci ve dayatmacı bir postmodern yasal metindir.

Sözleşmeyi imzalayıp pratiklerini ithal edenler veya vahye inandığı hâlde sözleşmeye tam olarak veya yarım ağızla sahip çıkanlar, İslam dünyasındaki kadın hakları ihlallerini, böyle bir sözleşmenin meşruiyetine gerekçe sayıyorlar. Ne zaman bu sözleşmeden söz edilse bizde de kadın hakları ihlal edilmiyor mu, sorusuyla söze başlıyorlar.

İSLAM DÜNYASI VE KADIN HAKLARI İHLÂLLERİ

İslam, ilahi bir din olarak kadın unsurunu asla ihmal etmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de güçlü bir kadın vurgusu vardır. Sünnette de kadın, toplumun bir kenarında değil, çekirdeğindedir. Ancak Kur’an ve Sünnete aykırı olarak kadın unsurunun sonraki kimi yaklaşımlarda hiçleştirildiği de malumdur.

Gazzâlî sonrası çağda ihya/diriliş/öze dönüş hareketi kapsamında kadının İslam toplumundaki yeri ıslah edildi. Bu ihyanın doruk devleti Eyyûbîlerde kadının toplumsal konumu hızla yükseldi. Kadınlar, en saygın konumlardan müderriseliğe yükselmekle kalmadılar, vakıflar kurarak ilim dünyasına hükmedecek bir konuma çıktılar. Kadının bu yeni konumu, kısa bir sürede iki simge şahsiyet üzerinden siyasete de yansıdı: Dayfe Hatun ve Şeceretüddür.

Büyük Sultan Melikü’l-Adil’in kızı ve Selâhaddin-i Eyyûbî’nin vefatından sonra gelini olan Dayfe Hatun, Halep Hükümdarı kocası Zahir Gazi’nin vefatının ardından gayri resmi Halep melikesi oldu. Devrin müverrih ve devlet adamı İbnü’l-Adîm’in ifade ettiği üzere, resmi hükümdar oğlu ve torununun çocukluğunda, Halep’in fiilî hükümdarı kendisiydi. Devletin idarecileri bir konu hakkında istişare edip karara vardıklarında Dayfe Hatun’a giderler ve ancak onun onaylaması ile kararlarını yürürlüğe koyarlardı. Bu, başbakanlık sisteminde tam olarak cumhurbaşkanlığı makamına denk gelen hatta daha çok günümüzde Fransa ve Rusya tipi sistemlerde cumhurbaşkanı ve devlet başkanlığına denk gelen bir konumdur. Dayfe Hatun, 1216-1243 yılları arasında yirmi yedi yıl boyunca hemen hemen aynı yetkilerle bu görevi sürdürmüş ve kendisi için “Melike Hatun (Hükümdar Hatun)” unvanı kullanılmıştır.

Bilindiği kadarıyla İslam dünyasında hiçbir kadın, Dayfe Hatun’dan önce onun kadar devlet idaresinde böyle açıktan ve böyle uzun süre hüküm sürmemiştir.

Dindar, bilge ve hayırsever bir hanımefendi olan Dayfe Hatun’un idaresindeki Halep, tarihinin müreffeh dönemlerinden birini yaşadıysa da Eyyûbî birliğinden uzaklaşmış ve dış düşmanlara karşı mücadelede zayıf kalmıştır.

Eyyûbîlerin diğer hükümdar kadını Şecerüddür’ün durumu ise daha farklıdır: Şecerüddür, Büyük Sultan Melikü’l-Adil’in torunu Melikü’s-Salih Necmeddin Eyyûb’un azatlı cariyesi ve gözdesidir. Melikü’s-Salih, tarihin kaydettiği en karizmatik liderlerdendir. Heybetli bir komutan, bir ihtilal önderi ve başarılı bir memlûk eğitmenidir. Mısır Memlûk Devleti’nin fiilî kurucusu ve kutsanan manevi atasıdır.

Şecerüddür, hayatı oldukça maceralı olan öyle bir karizmatik lider için iyi bir kadın olmuş, onu zor günlerde teselli etmiş, zorluklarını hafifletmiştir. Sultan, vefat ettiğinde ise Sultanın oğlu Muazzam Turan Şah, Hasankeyf’ten Mısır’a ulaşıncaya kadar devletin düzenini başarıyla korudu. Ancak Turan Şah, Mısır’a vardığında Şecerüddür kıskançlık krizine girmiş, neticede VII. Haçlı Seferi’ni akamete uğratıp Fransız Kralı Aziz Louis’i alt ederek esir alan ve henüz otuz yaşındaki büyük kahraman ve alim Turan Şah’ı memlûklere öldürtmüştür.

Suikastın ardından Şecerüddür, İslam tarihinde ilk kez bir kadın olarak resmen sultan olup devletin başına geçmiş, adına hutbe okunmuş ve para basılmıştır.

Şecerüddür’ün sultan oluş biçimi ve sonrasında yaşananlar, onun bizzat sarayın kadın hizmetkârlarınca terliklerle dövülerek öldürülmesine yol açmıştır.

Şecerüddür sonrası, Irak menşeli ama Şam ve Mısır’da yerleşik bir kısım ulema dünyasında; İran ve Irak coğrafyasında yaşanan Terken Hatun vakasının da katkısıyla, kabul edelim ki kadın hiçleşti. Dayfe Hatun gibi ulemaya çok katkı sağlamış bir melikenin bile hayat hikayesi tabakat kitaplarında geçmez. Zira sahabe kadınlar dışında, “kadının adı” adeta defterlerden silindi.

İslam dünyasının bu duruma müdahale etmesi, ancak 20. yüzyılda İttihad-ı İslam (İslamcılık) hareketiyle mümkün oldu. Bu sayede Zeyneb Gazalî gibi önder kadınlar yetişti. Ne var ki bu akım, henüz kendini tamamlamadan Suudi menşeli enstitüler bizzat Şecerüddür sonrası bir kısım ulemanın eserlerini güncelleştirerek kadını bir kez daha hiçleştirdiler.  

İslam dünyasının bugün yaşadığı musibetlerde kadının payı varsa o da ancak bedduasıdır. Zira İslam dünyasında kadın hakları ihlalleri, hakikaten bir toplumu topluca musibete düçar edecek bir adaletsizliğe varmıştır. Ama bu musibetten kurtulmanın yolu, Avrupa’nın II. Dünya Savaşı katliam ve tecavüzlerinin etkisi altında oluşan büyük bunalımının eseri postmodern çılgınlıklarına teslim olmak mıdır?

Bugün bütün dünya o çılgınlıkları, bir insan hakikati olarak görmekten bir insan sorunu olarak görmeye doğru bir değişim yaşarken bizim çağa uyma gerekçesiyle çağın gerisinden giderek o çılgınlıkları bir devrim yasası gibi ithal etmemiz bir tür intihardır.

Kadın hiçleştirilmesi yanlıştır ama kadını hiçleştirmenin alternatifi cinsiyetin hiçleştirilmesi değildir.  

Kurtuluş, ne kadını hiçleştirmededir ne de cinsiyetsiz toplumdur. Kurtuluş, ikisinden de beri olan İslam’ın yüce adaletindedir. Biz, kendimizi o yüce adalet doğrultusunda yeniden dizayn etmedikçe ne erkek ne kadınlar bağlamında asla yükselip huzur bulmayacağız.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.