Ve Kudüs düştü 2

Dr. Abdulkadir TURAN

 Hıristiyanlar ittifakta, Müslümanlar ihtilaftaydı. İttifakta olanlar kazandı, ihtilafta olanlar kaybetti. Büyük ödülü işbirliği yapanlar aldı. Birlikte hareket edemeyecek kadar kendilerini büyük görenler küçük düştü. Kardeşine boyun eğmeyen, düşmana boyun eğmek zorunda kaldı

Miladi 1054'te Katolik Papanın fermanı İstanbul'da Ortodoks patrikliğince yakılmış, papanın elçileri “vahşi yaban domuzu” olarak nitelenerek aforoz edilmişti. İki taraf, birbirlerini aynı dinden bile kabul etmiyorlardı. İki taraf da birbirleri için “putperest” tabirini kullanıyordu.

Katolik de Ortodoks da Müslümanlarla savaş halindeydi. Katolikler, Endülüs'te; Ortodokslar Anadolu'da... Ama herkesin dini kendisine ve herkesin savaşı kendisineydi. Katolikler, barbar toplulukların hızla Hıristiyanlaşmasıyla Avrupa'da günden güne güçlenirken Ortodokslar, bu büyümeyi tehdit görüyor, kendilerini o birliktelikten uzak tutuyorlardı.

Ortodokslar, 1071'de Malazgirt'te ittifak halindeki Müslümanlar karşısında ağır bir yenilgiye uğradılar. Selçuklu önderliğindeki İslam orduları, İstanbul surlarının neredeyse dibine kadar geldi. Bir zamanlar görkemli Hıristiyan konsillerinin toplandığı İznik, Anadolu Selçuklu devletinin başkenti oldu.

Malazgirt yenilgisinden sonra Bizans'ın başına geçen I. Aleksios, önce 1083-1084'te Almanlarla işbirliğiyle Normanlara karşı savaşmış, bu savaşta onlara büyük kayıplar vermişti, 1087'de de Trakya'daki küçük mezheplere karşı harekete geçmiş, binlerce Hıristiyan mezhep, meşrep farkından dolayı ölmüştü.

I. Aleksios'un bu savaştan öğrendiği bir şey vardı: Kendisi batıda farklı mezhepten kardeşleriyle savaşırken Müslümanlar, doğuda onun topraklarını ele geçiriyor, kiliselerini camiye çeviriyorlardı.

Hıristiyanlar neden mezhep farkını aşmıyor ve kendi aralarındaki savaşın yönünü Müslümanlara çevirmiyorlardı? Neden mezhep egolarını yenip birbirlerinden kazanım elde etmeye çalışmaktansa düşmanlarından kazanım elde etmeye çalışmıyorlardı?

Bir ortak nokta da bulabilirdi? Her iki taraf için de kutsal bir nokta: Kudüs. Hıristiyanların mukaddes şehrini kurtarma fikri bütün Hıristiyanları aynı çatı altında toplayabilirdi. (Fatimilerin daha sonra şehri ele geçirirken Hıristiyanları şehirden kovmaları, yüzyıllardır dokunulmayan kiliseleri bile tahrip etmeleri Aleksios'un işini daha da kolaylaştıracaktı.)

HIRİSTİYAN MEZHEPLERİN İTTİFAKI

Katolik Normanların ve farklı meşreplerden Ortodoksların kanını çok dökmüş olan Aleksios, mezhep nefsaniyetini yendi, ayrıntılar içinde boğulan ihtilafçı patrikleri kontrol altına aldı ve kendi patriğinin “dinsiz, putperest” olarak gördüğü Papa II. Urbanus'a bir mektup göndermeye karar verdi.

Ortodoks Aleksios'un elçisi, Mart 1095'te Piacenza Konsili sırasında Papa II. Urbanus'un karşısına çıktı. Ortodoksların lideri Aleksios, Katoliklerin en üst makamından yardım diliyordu.

Papalık, uzun süredir iç çatışmalarla uğraşıyordu. Fransız iç savaşı, Alman çatışmaları her gün yüzlerce Katolikin kanının dökülmesine yol açıyordu. Bizans'a yardım gitmezse Bizans çökecek ve bugün Ortodoks'un kapısına dayanan Müslüman, yarın Kotolikin kapısına dayanacaktı. Akdeniz adalarından tamamen çıkmış olan, Endülüs'te sürekli güç kaybederek güneyi terk etme noktasına gelen Müslümanlar, Katolik-Ortodoks ihtilafı yüzünden doğudan geleceklerdi.

Ama Ortodokslar, putperest değil miydi? Hatta batıl inançları ile Müslümanlardan bile daha düşman bir topluluk değil miydi? Daha 1054'te Papalığın elçisi mukaddes rahipleri “vahşi yaban domuzu” diyerek İstanbul'da aforoz etmemişler miydi?

Hadi, kendisi karar verdi. Yıllarca Ortodoks rahibelerin namusuna el uzatmayı helal gören grupları nasıl ikna edecekti?

II. Urbanus, ittifakı ihtilaftan daha yararlı buldu ve 1095'in Kasım ayında Clermont Konsili'ni toplayarak Ortodokslara yardım etme kararı verdi. Bunun için kimsenin itiraz etmeyeceği noktayı da buldu: Kudüs. Orası herkesin kutsalıydı.

İttifak noktasında buluşulsa, ihtilaf noktaları aşılır. Büyük hedefler hatırlansa küçük ihtilaflar unutulur. İhtilaflar, büyük hedeflerin oluşturduğu gölgelikte görünmez olur. İhtilaflar, büyük hedeflere ulaşma enerjisinde erir.

Avrupa'da önüne geçilmez bir aile asabiyeti vardı. Urbanus, her şeyi kendi lehine çeviriyordu.  Doğu'daki Hıristiyanlar için “Kardeşleriniz, dayılarınız, amcalarınız” deyip yola koyuldu, şehir şehir dolaşarak “Rabbimiz ve kurtarıcımız Mesih'in kabrini düşünün. Şimdi o kabir, murdar milletlerin elinde. Mallarınız ve aileleriniz sizi evlerinizde oturmaya meylettirmesin. Yurtlarınız, sizi çevreleyen denizler ve etrafınızdaki dağlar yüzünden size dar geliyor. Topraktan yeteri kadar yiyecek çıkmıyor. Bu yüzden birbirinizi boğazlıyorsunuz. Birbirinizi kırıp geçiriyorsunuz. İç savaşlar yüzünden birçoğunuz telef oluyor. Kalplerinizi kin ve nefret kirlerinden arındırın. Aranızdaki mücadeleye son verin. Kutsal kabre doğru yola çıkın. O toprakları murdar adamlardan alın, siz sahip olun onlara. Kudüs, güzel meyveleriyle eşi benzeri olmayan bir şehir… Orası saadet yurdudur. Sizden yardım istiyor Kudüs. Kalkın, yola çıkın, günahlarınızdan kurtulun. Bunu yaparsanız gökler katında en şerefli siz olursunuz.” “Haydi bugüne kadar Hıristiyan kardeşine karşı savaşanlar, şimdi dinsiz Müslümanlara karşı savaşın. Bu savaştaki zafer, kendi aranızdaki savaşlardan çok farklı olacak. Haydi uzun süredir soygunculuk yapanlar, şimdi şerefli birer şövalye olun. Haydi bugüne kadar kardeşlerine, akrabalarına karşı savaşanlar, şimdi barbar Müslümanlara karşı savaşın. Şimdiye kadar küçük ödüllerle yetinenler, büyük ödüller alın. Başkalarının yanında hizmetçilik yapanlar başkasının efendisi olun, üstüne giyecek tek kat bir giysiyi zor bulanlar, onur üniformaları giyin. Babalara, oğullara, yeğenlere, sesleniyorum, eğer biri sizin akrabalarınızdan birini vursa kendi kanınızdan olanın intikamını almaz mıydınız? Efendimiz İsa'nın ve kardeşlerinizin intikamını almanız daha da gerekli değil mi?” diyerek halka seslendi. Bu son cümlenin iki tarafı vardı: Hıristiyanı vurmayın, Yahudiyi vurun; Hıristiyanı vurmayın Müslümanı vurun!”

Yıllardır, oluk oluk akan kardeş kanından ve bunun yol açtığı, göçten, açlıktan, sefaletten, soygun ve hırsızlıktan bıkan halk bu sözler karşısında adeta büyüleniyor ve Papaya doğru koşuyordu.  Hiçbir barış girişiminin alternatif olamadığı iç savaşın tek alternatifi düşmanla savaştır.

“Tanrı Barışı”nın dahi alternatif olamadığı Hıristiyan iç savaşının alternatifi Müslümanlarla savaştı.

Savaş halindeki Avrupa, Papanın “Yeter, artık barışın” çağrısına her zaman uyduracak bahane bularak kulak tıkayan Katolik Avrupa neredeyse yekvücut olmuştu. Ama bu yetmezdi. Katolik halkın, Ortodoksları da benimsemesi gerekiyordu.

Urbanus, mezhep nefsaniyetini yendi, bir adım daha ileri gitti, bazı konuşmalarında Kudüs'e hiç değinmeden “Doğuda sizden yardım isteyen kardeşlerinizin yardımına koşun. Türk ve Arapların Bizans'ın başına getirdiklerini duyuyorsunuz. Onlar her gün daha çok daha çok Hıristiyan toprağı işgal ediyorlar. Onlar adam öldürüyorlar ve para kazanıyorlar, kiliseleri tahrip ediyorlar. Siz onlara izin verirseniz Tanrıya ait her şey onların saldırısına uğrayacak. Ben, Tanrı adına sizden talepte bulunuyorum, zengin fakir demeden hepiniz kardeşlerinizin yardımına koşun. Tanrının isteği bu yöndedir” dedi, mezhepler arasındaki düşmanlığa karşı kardeşliği hatırlattı.

Kendisinin gidemediği yerlere vaizlerini yolladı. Vaizler, özellikle çıplak ayakla dolaşarak kasaba kasaba, köy köy dolaşarak çağrıda bulundular. Aralarından Pierre I'Ermite (Münzevi Piyer) en etkileyici olanlardandı. “Ufak tefek, aşırı esmer, yıkanmayı lüks gören, pis bir adamdı. Uzun yüzüyle bindiği eşeğe benzerdi. Yırtık pırtık giyinir, (Papa adına) çıplak ayakla dolaşırdı. Hiç ekmek ve kırmızı et yemez, balık ve şarapla geçinirdi.” Bu çirkin ve pis haline rağmen Katolik köylülerini adeta büyülüyordu. Para bulundurmamakla “Meteliksiz” sıfatını alan Gautier de etkileyici konuşan diğer bir vaizdi ve Papanın yardım çağrısına kulak veren Adhemar... Düne kadar inzivada olan keşişler, savaşa gitmek için yarışırken Hıristiyan halk evinde bekleyebilir miydi? Çağrı öylesine etkileyici oldu ki eski elbiseler yırtılıp haç yapılarak Haçlıların elbiselerine dikildi.

ÇETELERİN FAALİYETLERİ İÇ SAVAŞ NEDENİ YAPILMIYOR

Savaşa çıkış tarihi olarak 15 Ağustos 1096 belirlenmişti. Ama Münzevi Piyer ve Meteliksiz Gatier'in köy ve kasabalardan topladıkları kişilerin sabırları yoktu. Bekletilirlerse bir soruna yol açabilirlerdi. Başlarında bu iki keşiş olduğu halde İstanbul'a doğru yola çıktılar. Hazırlanırken veya yolda Yahudilerden kimi buldularsa öldürdüler. Önce Macar köylerine dadandılar, sonra Bulgar Rum köylerine... Açtılar, yemek istiyorlardı, bulamayınca batıda alıştıkları soygunu sürdürüyorlardı. Belgrat'ı talan ettiler. Bir kısmı yollarda halk tarafından öldürüldü. Ama önemli bir kısmı İstanbul surları önüne gelmeyi başardı.

İstanbul'un zenginliği karşısında dehşete kapıldılar. Ne bulsalar almaya çalışıyorlardı. Ortodoksların Hıristiyan sayılması onların aklına hiç yatmıyordu. Hem Hıristiyan sayılmamaları lehlerine idi. O zaman onlara saldırmak meşru olacak. Ortodoks halk da onlara Hıristiyan gözüyle bakmıyor, onları putperest ve dinsiz görüyordu. Katolik Haçlılar, keşişlerinin uyarılarına rağmen, Ortodoksların malını, namusunu da helal saydılar. Evlere dadanıyorlar, kadınlara hücum ediyorlar, hatta bazıları özellikle rahibeleri hedef alıp, namuslarına el uzatıyordu. Onlara göre Katolik olmayan hiçbir papaz, papaz değildi; hiçbir rahibe, rahibe değildi. Ortodoks papazları insanları kandıran şeytanlar, Ortodoks rahibeleri ise ahlaki düşüklükten kiliseye düşmüş, şeytan metresi olarak görüyorlardı. Madem onlar Katolik değildi, Hıristiyan da olamazdı.

İstanbul için her şey dehşet vericiydi. Bunlar, onların kurtarıcısı olamazdı. Ama Aleksios, bu kontrol dışı çetelerin tutumlarına aldırmadı. Aşırı ve cahil Katoliklerin, onların arasındaki kimi bağnaz rahiplerin kendileriyle aynı mezhepten olmayanlara karşı tutumlarını kendisi için fırsat bilip “Katolikler, kiliselerimizde rahibelerimize el atıyor, o halde onlara karşı savaş meşrudur” diyerek özel birlikler kurmadı, büyük hedeflere doğru giderken bu tür problemlerin yaşanabileceğini bilecek kadar akıllıydı. İhtilaf çıkarmak isteyen bahane bulurdu, gayesi ittifak olan küçük sorunları büyütmez, sorun çıkaracak grupları besleyecek girişimlerin içinde olmazdı.

Nitekim, sorun aşıldı, “Halkın” hatta kimi tarihçilerce “Çapulcuların” Haçlı ordusu İstanbul'dan kontrollü bir şekilde Anadolu'ya geçirildi. İlk ekipler, Selçuklu Müslümanları karşısında darmadağın edildi. Ama ardından on binler geldi, her gelen grup da Aleksios tarafından Anadolu'ya geçirildi.

İTTİFAK EDENLER KAZANDI İHTİLAF EDENLER KAYBETTİ

Selçukluların başkenti İznik kuşatıldı. Sultan I. Kılıç Arslan, Danişmend Müslümanlarına karşı hücumda olunca başkenti düşmana kaldı. İhtilafa düşen, düşmanın işini kolaylaştırır. O Danişmendliler ile savaşa gitmişken, İznik alındı, bizzat Hanım Sultan da esir alındı, İstanbul'a götürüldü.

Aleksios, İznik'te katliama izin vermemiş; Haçlıların Müslüman kanı dökerek eğlenmelerinin önüne geçmişti. Bu nasıl Hıristiyandı? Katolikler, onu asla anlamıyordu. Ama Papa ve keşişler, büyük hedefe odaklanmışlardı. İhtilafa düşen kaybederdi.

I. Kılıç Arslan, Danişmendlilerle çatışmayı bıraktı, onlarla ittifak kurdu, İznik önlerine geldi ama artık çok geçti. Düşmanın sayısı onun ve Danişmendlilerin baş edemeyeceği kadar çoğalmıştı. Yol boyunca onlara tuzaklar kurdu, askerleri kahramanca savaştı, 21 Ekim 1096'daki Drakon Savaşı'nda daha da ağır bir darbe indirdi ama ihtilafla yolunu açtığı düşmanın önüne geçemedi. Batı Anadolu'daki topraklarını Bizans'a kaptırdı.

Haçlılar da Çukurova topraklarına kadar yol aldılar. Çukurova'nın o dönemdeki hakim unsuru Ermeniler, mezhep olarak Katoliklerden çok farklı, Bizanslardan da biraz farklı idiler. Bir Ermeni için Katolik, dinsizin ta kendisiydi. Buna rağmen Haçlılarla ittifak kurdular. Söz konusu din olunca, mezheplerini ertelediler.

Haçlı birlikleri Mart 1098'de Urfa önlerine geldiler. Müslümanlar arasındaki çatışma ve ihtilaf Ermenilere yaramıştı. Müslümanlar, kendi aralarında anlaşamayınca Urfa'nın yönetimini Toros diye bir Ermeni'ye vermişlerdi.  Ermeni Toros, Ortodoks bir Hıristiyandı. Kendisiyle aynı mezhepten olmayan Haçlılarla işbirliği yapamazdı. Ama mezhep nefsaniyetini yendi. Dinini mezhebine tercih etti. Şehri 10 Mart 1098'de Haçlılara teslim etti. Böylece İslam yurdunda ilk Haçlı devleti kurulmuş oldu. Antakya ve Kudüs arasındaki diğer Hıristiyanlar da Haçlıların yanına vardılar, onlara yiyecek verdiler, yol gösterdiler. Müslüman emirler, birbiriyle çatışmaktan Haçlıların yolunu kesemediler.

Hıristyanlar ittifakta, Müslümanlar ihtilaftaydı. İttifakta olanlar kazandı, ihtilafta olanlar kaybetti. Büyük ödülü işbirliği yapanlar aldı. Birlikte hareket edemeyecek kadar kendilerini büyük görenler küçük düştü. Kardeşine boyun eğmeyen, düşmana boyun eğmek zorunda kaldı.

Ve 15 Temmuz 1099'da Kudüs düştü...

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.