Allah (El aliym)dir, bilir; insan düşünür ve öğrenir

Allah (El aliym)dir, bilir; insan düşünür ve öğrenir

Dünya Bülteni okuyucularının takip ettiği üzere kaç haftadır Sayın Mustafa Özcan’dan benimle ilgili öne sürdüğü bir iddianın kitaplarımdan veya yazılarımdan kaynak göstererek ispatlamasını rica ediyorum.

Dünya Bülteni okuyucularının takip ettiği üzere kaç haftadır Sayın Mustafa Özcan’dan benimle ilgili öne sürdüğü bir iddianın kitaplarımdan veya yazılarımdan kaynak göstererek ispatlamasını rica ediyorum. Benimle ilgili kullandığı ifade şuydu: “Son dönemlerde Ali Bulaç gibi kimi zevat Allah’a düşünce veya düşünme (melekesi) nispet etmektedirler. Halbuki, düşünmek bir noksanlık sıfatıdır ve Allah bundan beridir.  Düşünmede isabet ile isabetsizlik arasında bir zorlanma payı vardır. KAF 50/38.’inci ayette belirtildiği gibi Allah zorlanmaz ve ona yorgunluk da arız olmaz. “And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık.” Dünyanın altı günde yaratılması ise hikmete mebnidir.  Sebebi Allah’a değil kullara racidir.”

Sn.Özcan, nihayet 27 eylül 2013 tarihli yazısının sonunda bir “tavzih”te bulundu:

“Tavzih:  Dikkatli bir okurum sayesinde Ali Bulaç beyin bir düzeltme talebine muttali oldum.  Öncelikli olarak,  tavzihin gecikmesinin nedeni kesinlikle kale almamak veya ihmal değil.  Yoğunluk nedeniyle fark edemedim. Doğrudan konuya gelecek olursak; Ali Bulaç, ‘Allah’ın düşündüğüne’ dair kullandığını söylediğimiz ifadelere ilişkin kitaplarından mesnet göstermemizi istiyor. Elbette ispat iddia makamına aittir. Ama nefyi ispatta müşkildir.  Bununla birlikte, kendisini zaman zaman sadece günlük yazılarından takip ediyorum. Benim açımdan böyle bir ifade kullandığı müsellem bir hakikattir. Kendisine yoktan bir isnatta bulunmayı veya iftira etmeyi zül addederim.  Zaten daha önce böyle bir vakıam hiç olmamıştır. Onun bu tarz ifadelerine geçmişte en az bir defa-belki birkaç defa- atıfta bulundum. Şimdi ise meselenin üzerinden uzunca bir vakit geçtiğinden sözlerine yeniden ulaşmak, küpürler arasında gezinmeyi gerektirir.  Bu da samanlıkta iğne aramaya benzer. Bununla birlikte, bu sözleri kendisine yakıştıramadığına göre, mesele burada bitmiştir. Derdimiz bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir. Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Muhyiddin Arabi’yi bir teziyle alakalı olarak eleştirdikten sonra Şarani’nin sözlerinin hatırlatılması üzerine ihtiyat payı bırakır ve şunları söyler: Benim sözlerim zahiren Muhyiddin Arabi’ye dönük olsa da onun bu sözleri söylememesi ihtimaline binaen benim bu sözlerim ona değil,  o sözlerin maksadına veya o sözlerin maksudu olan teze münsarif olur.  Sahiplenmediği tezi kendisine nispette ısrar, insafsızlık olur.”

İzahten vareste gerçek şu ki tavzih iddiayı ispat etmiyor, aksine kitaplarımdan veya yazılarımdan örnekler verme zorluğunu öne sürüp bu yöndeki görüşlerimin “müsellem bir hakikat” olduğunu söylüyor. Bu daha ağır, daha vahim bir suçlamadır. Üstelik bunu çeşitli zamanlarda birkaç kez tekrarlamış bulunmaktadır. Demek ben “insana ait noksan sıfatları Allah’a izafe etmek”te –haşa- o kadar marufum ki, Mustafa Özcan bey bundan hiçbir şekilde şüpheye etmiyor, bu onun zihninde benimle ilgili “müsellem bir hakikat” yerleşmiş bulunuyor.

Bu beni tatmin etmedi, daha ağır bir suçlama ile karşı karşıya getirdi. Eğer sahiden iddia ettiği gibi ben “yüce Allah’a akletme, düşünme türünden noksan sıfatlar izafe ediyorsam” bana hangi düşünce ve ifadeler çerçevesinde bunu yaptığımı göstermesi lazım. Bu basit siyasi veya fikri bir mesele değil, imani bir meseledir, kişinin akidesinin sorgulanmasına yol açar.  Bana olmayan, “yoktan bir isnatta bulunmayı kendisi için zül adettiğine” göre bu zihninde yerleşmiş bulunan müsellem hakikatle ilgili birkaç argümanı hemencecik ortaya koyabilir. Tavzihinde “bu sözleri kendisine yakıştıramadığına göre, mesele burada bitmiştir” diyor. Hayır benim açımdan mesele bitmiş değildir. Üstelik kaç defa benzer isnadı bana yaptığını söylüyor. Neden bu konuda ısrarlı davrandığımı değerli okuyucularımızın bilmesini isterim.

Konu siyasi değil, itikadidir!

Maalesef Türkiye’de insanlar birbirine karşı büyük bir münafere içindedir. İslami grup, parti ve cemaatlere mensup Müslümanlar dahi –koca koca yazarlar, kanaat önderleri, sosyal medyada fikir beyan edenler- kibar bir dil kullanmıyor, yanlış-hatalı buldukları fakir ve görüş sahiplerine galiz küfürler, sövgüler, hakaretler yağdırıyor. Giderek kardeşlik, vefa ortadan kalkıyor. Ama artık bu çelebilği gösterenlerin sayısı bir elin parmağı kadar az. Eğer bu ülkenin Müslümanları da birbirlerine karşı böylesine tahammülsüz, acımasız, edeb ve kibarlıktan yoksun davranaıyorsa mezhep veya etnik çatışma tuzağına düşmüş, milliyetçilik hastalığına yakalanmışsa diğerlerinin halini varın siz düşünün. Bu yüzden kimseyle polemiğe girmek istemem, bana yapılan saldırılara mümkün mertebe aldırış etmem, edeb ve nezaket kaidelerine riayet edenlerle bir meseleyi tartışmayı, müzakere etmeyi ganimet bilirim. Mütecaviz, cedelci, art niyetmi birinin saldırılarına illa da cevap vermek icap ediyorsa kimsenin ismini zikretmem. Özellikle son üç yılda Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Suriye’de takip ettiği dış politikaya yönelttiğim eleştiriler dolayısıyla çok yönlü saldırılara maruz kalıyorum. Tezlerinde ve öngörülerinde kesin olarak yanılanlar beni çok yönlü itibarsızlaştırmak istiyorlar. Yazık ki dış politikayla ilgili ne yazmışsam –hepsi ortada- hepsi doğru çıktı, takip edilen dış politika ise tümüyle yanlış çıktı ve büyük trajedilerin yaşanmasına katkı sağladı. İlk günden yeterince konu üzerinde imal-I fikr etmeden yukarıdan empoze edilen politikayı etkrar edenler şimdi mahçup olacaklarına, öldürülen yüzbinler, çil yavrusu gibi dağılan milyonlar için Allah’tan af ve istigfar edeceklerine hala tezlerin doğruluğunda ısrar ediyor, geçmişte onlara yanlış yapıyorsunuz diyenlere kızdıkça kızıyorlar. Gerçek ortada, polemiğe gerek yok. Dış politika konusundaki görüş ayrılıkları meselesiyle ilişkilendirmeden şu hususun altını çiziyorum: Sn. Mustafa Özcan’ın ithamı siyasi ve fikri bir mesele değildir, itikadidir, 40 senedir fakir dünyasında dinin hakikatlerini anlatmaktan başka gayreti olmamış bir insanı İslam dairesinin dışına atmaktır. Mustafa beyin maksadı bu değilse bile bu isnattan çıkarılacak sonuç budur. Bu yüzden üzerinde durma lüzumunu hissettim.

Düşünce insana ait haslettir

Okuyucuların zihninde meselenin vuzuha kavuşması için konuyla ilgili görüşlerimi aktarma lüzumunu hissediyorum:

1) “9. yüzyılın başlarından itibaren Bağdat'ın din, ilimler ve felsefenin araştırıldığı merkez durumuna geçişinden sonra, İslâm öncesinde teşekkül etmiş yabancı kültür ve felsefelere karşı duyulan ilginin de sonucu olarak yavaş yavaş bir İslâm felsefesi ortaya çıkmaya başladı. Deyimi gerçek anlamında kullandığımızda "İslâm felsefesi"  ifadesi kuşkusuz İslâmî saf öğretiyi dile getirmez. İslâm düşüncesi gibi, felsefe de son tahlilde insanî zihnin bir etkinliğidir. Mesajına anlam ve ruh katan İslâmî bilgi ise temelde kaynağı Vahy'e dayandığından, gerek özü ve gerek biçimiyle İslâmî tebliğ ve bilgi tamamiyle "ilahi" kökenlidir. Böyle olunca vahyî bilgi ve tebliğin genel çerçevesi içinde geliştirilen her türlü insanî, kültürel, bilimsel ve entelektüel faaliyete asıl anlamında ancak "Müslüman insanların düşüncesi, irfanı veya felsefesi" demek daha isabetli olacaktır. Allah’a “bilgi/El İlm” nisbet edilir, ama “irfan” nispet edilemez. Şu halde düşünce (tefekkür/fikir) ve felsefe gibi irfan da Müslüman insanın entelektüel faaliyetinin hasılasıdır. Ancak teorik olarak Müslüman’a kültür izafe edilse de, hakikatte yanlıştır; çünkü Batı’ya özgü formuyşla kültür ulusal ve dünyevi olup dinin dışında ve hatta dine karşı amaçlarla gelişmiştir. Bu çerçevede İslam kültürü olmaz, ama İslam irfanı olur; aksi yönde mesela Arap veya Türk irfanı olmaz, ama Arap veya Türk kültürü olur.

İslâm düşüncesi veya İslâm felsefesi dendiği zaman, kökeninde, kaynağında vahy veya en azından hikmet olan entelektüel faaliyeti anlamak gerekir. Kimi tenkitçiler, kökenleri itibariyle mantıksal bakımdan "İslâm" ve "felsefe" kelimelerinin bir araya gelemeyeceği fikrini savunur. "Düşünce", "irfan", "sanat" ve "ilim" kelimeleri için olmasa bile "felsefe”ye karşı gösterilen bu duyarlılığı tümden haksız görmemeli. Ama eğer felsefî faaliyeti, özellikle Yunan'da teşekkül etmiş kendi özel formu içinde algılamak mutlak bir zaruret değilse ve aklın açıklayıcı gücü İslâmî bilgi kaynakları karşısında sadece bir araç durumunda ele alınıp her aşamasında amacı hikmet ve irfan olan bir entelektüel çaba ise "İslâm"  ile "felsefe"nin bir araya getirilmesinde mantıksal bir tutarsızlık yoktur. Nitekim bizim de  araştırmaya çalıştığımız sorun burada yatıyor.” (Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi, 5. Bsm. Çıra yayınları, İstanbul, 2012, s. 133-134.)
      
2) Okuyucularımız, konuyla ilgili görüşlerimi Gerek Fazlurrahman, gerek Abdülkerim Süruş’un vahy ve Kur’an’ın tarihsel okumalarıyla ilgili yaptığım eleştirilerinden kolayca takip edebilirler:
      
a) Hilal Televizyonu, Düşünce Gündemi Programı, Fazlurrahman, 07.01.2007; Dünya Bülteni, 5, 20 ve 26 Nisan; 7 ve13 Mayıs 2012 yazıları.         
      
b) Hilal Televizyonu, Düşünce Gündemi Programı, Hermönetik, 27.03.2008; Dünya Bülteni, 20, 28 Mayıs 3-2012; 4, 10, 20 Haziran 2012.
3) Tarihselcilik ve Hermönetik’le ilgili de şu kaynakları gösterebilirim:

a) Hilal Televizyonu, Düşünce Gündemi Programı, Abdülkerim Süruş, I, 03.04.2008; II, 10.04.2008; Dünya Bülteni, 2, 9, 17 ve 26 Şubat 2012; 2, 9, 19 ve 28 Mart 2012.
     
b) Hilal Televizyonu, Düşünce Gündemi, Tarihselcilik Nedir, 20 Mart 2008: Dünya Bülteni, 28 Haziran/ 4, 21 ve 28 Temmuz 2012.
      
c) “Peygamber Yolu” sempozyumu, 9-10 Ekim 2010/İstanbul; Dünya Bülteni, (1), 5, 12, 19 ve 27 Eylül 2011 yazıları.
      
Sonuç: Fakihin fetvası
     
Sıraladığım kitap ve yazılarımda, televizyon programlarında vahy ile insan aklı ve düşünme yetisi arasında dikkatli bir ayırım yapmış bulunuyorum. Din olarak İslam ile düşünen insan arasındaki temel ayrım bu noktada düğümlenmektedir. Akıl, tefekkür, teemmül, tafakkuh, tedebbür, va’y-şuur vb. yeti ve melekeler insana mahsustur, yüce Allah insana büyük bir nimet olarak bağışlamıştır, ancak insani/beşeri olmaları hasebiyle noksan sıfatlardır, hiçbir şekilde Allah’a izafe edilemezler. Allah “bilir ve haberdar olur!” İrfan ve ma’rifet bile Allah’a izafe edilemezler, çünkü insani hasletlerdir. Kim Allah insan gibi düşünür, akleder derse küfre düşer.
      
Benim hayatım boyunca üzerinde yığunlaştığım ana konu bu olmuştur. Sn. Mustafa Özcan, asli meşgalemin gayesini tersine çevirerek beni ya “engin cehalet”le veya “küfür”le itham ediyor. Ve beni bu büyük günahla ilişkilendiren sözleri nerede sarfettiğimi gösteremiyor.
Müslümanlar aralarında sahici cemaat olsalardı, mesele “adil bir hakem”e götürülürdü. Yazık ki cemaat değiliz. Fıkhi bilgilerine, ferasetine, vicdan ve adalet duygularına güvendiğim –ki fıkıh bilgisi yanında kelami ve felsefi bilgisi de yeterli olan- bir zata sordum:
 “Zeyd, Amr hakkında şöyle bir isnadda bulunmuş: Güya Amr ‘Allah insan gibi düşünür’ demiş. Fakat Amr bu iddiayı kat’iyetle reddediyor, ‘tam aksine inanıyorum ve düşünüyorum’ diyor. ‘Eğer Allah’a noksan sıfat isnad etmişsem bana kaynağını göster. Önce Allah’tan af dileyeceğim, hatalı düşüncemi tashih edeceğim, sonra sana da teşekkür edeceğim’ diyor ve haftalar boyu ricasını tekrar edip duruyor. Zeyd ise ‘Benim açımdan Amr’ın böyle düşündüğü müsellem bir hakikattir, bu konuyu kaç kez gündeme getirmişim, lakin iddiamı ispat edemem, Amr’ın yayınlanmış 24 kitabı, binlerce makalesi var, bu samanlıkta iğne aramaya benzer. Mamafih Amr bu sözleri kendine yakıştırmıyorsa mesele bitmiştir” diyor. Fakat Amr tatmin olmuyor. Bunun hükmü nadir?”
Fakihin verdiği cevap şu oldu:
1)Zeyd iddiasını ispatlamakla mükelleftir. Gerekirse Amr’ın yayınlanmış bütün kitaplarını ve yazılarını okuyacak, okumakla yetinmeyip “doğru dürüst anlamak için gayret edecek”, televizyon konuşmalarını indirip dinleyecek.
2) Bu zahmete katlanmıyorsa a) Önce Allah’tan af dileyecek, muvahhid bir Müslümana “iftira attığı” için tevbe ve istiğfar edecek; b) Amr’dan da özür dileyecek.
3) Diğer müslümanlar da bundan sonra Zeyd’in yazıp söylediklerine karşı ihtiyatlı olacak, onu her konuda güvenilir referans kabul etmeyecekler.
Mustafa Özcan bey fakihin fetvası konusunda ne düşünür, bilemem. Ama hakları ihlal edilmiş bir insan olarak ben:
a) Onu Allah’a havale ediyorum,
b) Hakkımı helal etmiyorum. Söz konusu yazısı yayınlandıktan sonra kaç meczup ve cerbezeli kişi bana demediklerini bırakmadılar, küfür, sapıklık, cehalet ve hatta Tevhid inancına ihanetle suçladılar.
c) Okuyucularımızın da vicdanlarına müracaat ederek hakkında bir hüküm vereceğine inanıyorum.
Mesele benim açımdan kapanmıştır. Allah hepimizi ıslah etsin!

http://www.dunyabulteni.net/?aType=yazarHaber&ArticleID=19317

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.