Allah’ın hükmü mü, bizim hükmümüz mü?

Allah’ın hükmü mü, bizim hükmümüz mü?

İslam’ın temel konularında, beşeri yoruma ihtiyaç duymayan kesin hükümler bulunmaktadır. Bunlara tereddütsüz bir şekilde “Bu Allah’ın hükmüdür” denilir.

İslam’ın temel konularında, beşeri yoruma ihtiyaç duymayan kesin hükümler bulunmaktadır. Bunlara tereddütsüz bir şekilde “Bu Allah’ın hükmüdür” denilir. Namaz, oruç ve zekâtın farziyeti; içki, faiz ve zinanın haramlığı gibi İslam’ın asli unsurları genelde bu açıklıktadır.

İslam’ın bir de hayata aktarılırken yorumlanması gereken hükümleri vardır. Böyle durumlarda Allah’ın hükmü ve somut vakıa değerlendirilerek kişisel bir hüküm verilmektedir. Bu hüküm Allah’ın hükmüne uygun olabileceği gibi uygun olmayabilir de.

Günümüzde yaygın bir şekilde “Allah’ın hükmü” ifadesi içtihadi tercihler için veya İslami nasslarla ilgili kişisel yorumlar için kullanılabilmektedir. Oysa Resulullah aleyhisselatu vesselam, bir seriyye komutanının şahsında tüm Müslümanları kişisel içtihada “Allah’ın hükmü” demekten sakındırmıştır.

“Bir kale ahalisi senden, kendilerine Allah’ın hükmüne göre muamele etmeni istediklerinde; onlara Allah’ın hükmüne göre değil, kendi hükmüne göre muamele edeceğini söyle. Çünkü içtihadında Allah’ın hükmüne isabet edip edemeyeceğini bilemezsin.”

Keza içtihadi çabalarla ulaştığı fetvalarında İmam Malik’in vacib, sünnet, haram gibi şer’i ıstılahlar yerine “Böyle yapmak bana daha güzel görünüyor”, “Bundan hoşlanmıyorum” gibi ifadeler kullandığı bilinmektedir. Diğer imamların da tavrı bundan farksızdı. Onlar hiçbir zaman kendi içtihatları için “Bu Allah’ın hükmüdür” demezlerdi, sadece “Biz içtihat ettik ve bu sonuca ulaştık; isteyen kabul eder, isteyen etmez”, derlerdi.

İslami nasslarda, farklı şartlarla ilgili farklı hükümlerin bulunması, “Allah’ın hükmü” deme konusunda ihtiyatlı olmayı gerektiren ikinci bir sebeptir. Çünkü şartların tespiti ve buna uygun olarak uygulanacak hükmün belirlenmesi yine bir içtihadı/yorumu gerektirir. Küfür ehli ile ilişkiler konunun güzel bir örneğidir.

Kafirun Suresi’de küfür ehli ile bir çatışmasızlık hali emredilmektedir. Tevbe Suresi ve benzer manadaki Medeni ayet-i kerimelerde ise kâfirlerle cihad emredilmektedir. Bir kısım âlime göre son nazil olan cihad ayetleri, Kafirun Suresi ve benzeri manadaki Mekki ayet-i kerimeleri neshetmiş, yani hükmünü ortadan kaldırmıştır. Diğer bir kısım âlime göre ise bu iki kısım ayet-i kerimenin hükmü bakidir. Müslümanlar, içinde bulundukları şartlara göre bu ayet gruplarından biri ile amel edebilirler. İmam Suyuti, El-İtkan adlı eserinde bu ikinci görüşü benimser ve gerekçelerini de uzun uzun anlatır. Buna göre günün birinde Müslümanlar zayıf düşer ve ashabın Mekke’deki haline benzer bir duruma düşerlerse kâfirlerle karşılıklı birbirlerine ilişmemeyi esas alan ayet-i kerimelerle amel edebilirler.

Bu konu İslami çalışmalardaki metot konusu ile de alakalıdır. Çünkü takip edilecek yöntem konusu beşeri yorumun/kişisel içtihadın çokça karıştığı bir alandır. Bırakın farklı zamanları, aynı zaman diliminde farklı mekânlarda bambaşka şartlara sahip yüzlerce belki de binlerce Müslüman topluluk bulunmaktadır. Bu Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’i, Kur’an’da zikredilen diğer peygamberlerin metodunu ve Resulullah aleyhisselatu vesselamın sünnetini inceleyerek kendi şartlarına uygun bir metotla İslami çalışmalarını sürdürebilirler. Tercih ettikleri bu metotlar açıkça İslami bir nassa aykırı olmadığı müddetçe hepsi de makul içtihadi tercihlerdir.

Davet metodunun içtihadi olduğuna karşı çıkan görüşler de bulunmaktadır. Bunlara göre davet metodu nasslarla belirlenmiş sıralı aşamalardan oluşmaktadır. Böyle olduğu kabul edilse bile, şu an hangi aşamada bulunduğumuz hususu yine içtihadi bir tercihtir. Dolayısıyla her halükarda metot konusu içtihadi bir alandır.

Günümüzde Müslümanlar arasındaki ayrılıkların önemli bir sebebi olan metot konusunun içtihadi bir alan olarak görülmesi, Müslümanlar arasındaki ihtilafları büyük oranda ortadan kaldıracağı için önemlidir.

Bu izahlar çerçevesinde herhangi bir yoruma/içtihada “Allah’ın hükmü” demenin iki belirgin sakıncası vardır:

a- Kendi yorumunu/içtihadını “Allah’ın hükmü” diye nitelemek.

“Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (Yunus 10/68-69)

b- Kendi yorumundan farklı bir yorumu/içtihadı benimseyen Müslümanları, Allah’ın hükmüne karşı gelmekle suçlamak.

Birincisinin vehametinin yanında, ikincisi de Müslümanlar arasında parçalanmayı doğurur.

Sonuç olarak bir Müslüman her hangi bir nasstan anladığına “Burada Allah’ın muradı budur” demekte ihtiyatlı davranmalıdır. Hele kişisel çabalarla ulaştığı, içine yorumunu kattığı bir hükme asla “Allah’ın hükmü” dememelidir. Hiç kimsenin, görüşüne dini bir kutsiyet yükleme ve bu görüşe karşı çıkanları Allah’ın hükmüne karşı çıkmakla suçlama hakkı yoktur.

Allah’ın hükmü mü, bizim hükmümüz mü?

İslam’ın temel konularında, beşeri yoruma ihtiyaç duymayan kesin hükümler bulunmaktadır. Bunlara tereddütsüz bir şekilde “Bu Allah’ın hükmüdür” denilir. Namaz, oruç ve zekâtın farziyeti; içki, faiz ve zinanın haramlığı gibi İslam’ın asli unsurları genelde bu açıklıktadır.

İslam’ın bir de hayata aktarılırken yorumlanması gereken hükümleri vardır. Böyle durumlarda Allah’ın hükmü ve somut vakıa değerlendirilerek kişisel bir hüküm verilmektedir. Bu hüküm Allah’ın hükmüne uygun olabileceği gibi uygun olmayabilir de.

Günümüzde yaygın bir şekilde “Allah’ın hükmü” ifadesi içtihadi tercihler için veya İslami nasslarla ilgili kişisel yorumlar için kullanılabilmektedir. Oysa Resulullah aleyhisselatu vesselam, bir seriyye komutanının şahsında tüm Müslümanları kişisel içtihada “Allah’ın hükmü” demekten sakındırmıştır.

“Bir kale ahalisi senden, kendilerine Allah’ın hükmüne göre muamele etmeni istediklerinde; onlara Allah’ın hükmüne göre değil, kendi hükmüne göre muamele edeceğini söyle. Çünkü içtihadında Allah’ın hükmüne isabet edip edemeyeceğini bilemezsin.”

Keza içtihadi çabalarla ulaştığı fetvalarında İmam Malik’in vacib, sünnet, haram gibi şer’i ıstılahlar yerine “Böyle yapmak bana daha güzel görünüyor”, “Bundan hoşlanmıyorum” gibi ifadeler kullandığı bilinmektedir. Diğer imamların da tavrı bundan farksızdı. Onlar hiçbir zaman kendi içtihatları için “Bu Allah’ın hükmüdür” demezlerdi, sadece “Biz içtihat ettik ve bu sonuca ulaştık; isteyen kabul eder, isteyen etmez”, derlerdi.

İslami nasslarda, farklı şartlarla ilgili farklı hükümlerin bulunması, “Allah’ın hükmü” deme konusunda ihtiyatlı olmayı gerektiren ikinci bir sebeptir. Çünkü şartların tespiti ve buna uygun olarak uygulanacak hükmün belirlenmesi yine bir içtihadı/yorumu gerektirir. Küfür ehli ile ilişkiler konunun güzel bir örneğidir.

Kafirun Suresi’de küfür ehli ile bir çatışmasızlık hali emredilmektedir. Tevbe Suresi ve benzer manadaki Medeni ayet-i kerimelerde ise kâfirlerle cihad emredilmektedir. Bir kısım âlime göre son nazil olan cihad ayetleri, Kafirun Suresi ve benzeri manadaki Mekki ayet-i kerimeleri neshetmiş, yani hükmünü ortadan kaldırmıştır. Diğer bir kısım âlime göre ise bu iki kısım ayet-i kerimenin hükmü bakidir. Müslümanlar, içinde bulundukları şartlara göre bu ayet gruplarından biri ile amel edebilirler. İmam Suyuti, El-İtkan adlı eserinde bu ikinci görüşü benimser ve gerekçelerini de uzun uzun anlatır. Buna göre günün birinde Müslümanlar zayıf düşer ve ashabın Mekke’deki haline benzer bir duruma düşerlerse kâfirlerle karşılıklı birbirlerine ilişmemeyi esas alan ayet-i kerimelerle amel edebilirler.

Bu konu İslami çalışmalardaki metot konusu ile de alakalıdır. Çünkü takip edilecek yöntem konusu beşeri yorumun/kişisel içtihadın çokça karıştığı bir alandır. Bırakın farklı zamanları, aynı zaman diliminde farklı mekânlarda bambaşka şartlara sahip yüzlerce belki de binlerce Müslüman topluluk bulunmaktadır. Bu Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’i, Kur’an’da zikredilen diğer peygamberlerin metodunu ve Resulullah aleyhisselatu vesselamın sünnetini inceleyerek kendi şartlarına uygun bir metotla İslami çalışmalarını sürdürebilirler. Tercih ettikleri bu metotlar açıkça İslami bir nassa aykırı olmadığı müddetçe hepsi de makul içtihadi tercihlerdir.

Davet metodunun içtihadi olduğuna karşı çıkan görüşler de bulunmaktadır. Bunlara göre davet metodu nasslarla belirlenmiş sıralı aşamalardan oluşmaktadır. Böyle olduğu kabul edilse bile, şu an hangi aşamada bulunduğumuz hususu yine içtihadi bir tercihtir. Dolayısıyla her halükarda metot konusu içtihadi bir alandır.

Günümüzde Müslümanlar arasındaki ayrılıkların önemli bir sebebi olan metot konusunun içtihadi bir alan olarak görülmesi, Müslümanlar arasındaki ihtilafları büyük oranda ortadan kaldıracağı için önemlidir.

Bu izahlar çerçevesinde herhangi bir yoruma/içtihada “Allah’ın hükmü” demenin iki belirgin sakıncası vardır:

a- Kendi yorumunu/içtihadını “Allah’ın hükmü” diye nitelemek.

“Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” (Yunus 10/68-69)

b- Kendi yorumundan farklı bir yorumu/içtihadı benimseyen Müslümanları, Allah’ın hükmüne karşı gelmekle suçlamak.

Birincisinin vehametinin yanında, ikincisi de Müslümanlar arasında parçalanmayı doğurur.

Sonuç olarak bir Müslüman her hangi bir nasstan anladığına “Burada Allah’ın muradı budur” demekte ihtiyatlı davranmalıdır. Hele kişisel çabalarla ulaştığı, içine yorumunu kattığı bir hükme asla “Allah’ın hükmü” dememelidir. Hiç kimsenin, görüşüne dini bir kutsiyet yükleme ve bu görüşe karşı çıkanları Allah’ın hükmüne karşı çıkmakla suçlama hakkı yoktur.

Ahmed Münir

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.