Baba, Bizim Ev Çok Eski miydi?

Baba, Bizim Ev Çok Eski miydi?

Şimdi ben vatanımı terk ediyorum. Belki sen bana korkak diyeceksin. El- hak bu doğrudur. Benim artık bedel ödeyecek takatim, yüreğim kalmadı.

Ben giderken havada bulut vardı
bulutta yağmur
yağmurda bir çocuğun gözyaşı durur
pencereme usul usul vururdu.

Ben giderken insanlar yine efsunlulardı.
Yine küfrandı buhur
kiminin gündüzü zifiri kara
kiminin gecesi gündüz olurdu.
Bazıları uyur gibi ölürken
kimileri ölü gibi uyuyorlardı.
C. Sultan

Kaçtım…
İtiraf ediyorum her şeyi ardımda bırakarak kaçtım…
Şimdi ben vatanımı terk ediyorum. Belki sen bana korkak diyeceksin. El- hak bu doğrudur. Benim artık bedel ödeyecek takatim, yüreğim kalmadı. Bir arabaya birkaç parça eşya, iki öksüz ve tonla keder sığdırdım. Şimdi bir vatan öldü içimde. Her ölen sevdiğim gibi onu da gömüyorum. Yüreğimden bir parçayı da onun yanına gömüyorum. Sonra da hayatıma dönüyorum.
Kıymetli dostum;
Sana bildiğin şeyleri anlatmayacağım elbet. Zaten anlatmaya gücüm de yetmez, yüreğim de.
Şiirler söyleyerek sana Şam’ı, Haleb’i gezdiren adam değilim ben. Artık ağıtlar yükseliyor benden.
Beni bilirsin, bütün hayatım hastahaneydi. En büyük amacım çok iyi bir doktor olmak, iyi doktorlar yetiştirmekti. Daha bu savaş başlamadan önce de hiçbir şeyin yolunda gitmediğini herkes kadar bende biliyordum. Fakat bu yangının bizi bu kadar çabuk yakıp kül edeceğini bilmiyordum.
Hiç unutmam bir gün fakültedeki odamdayken kapım çalındı. Sınıfımızın en başarılı gördüğüm öğrencilerinden biri selam vererek içeriye girdi. Gösterdiğim yere oturdu.
- Size veda etmeye geldim, dedi. Üzgündü. Şaşırdım:
- Hayırdır inşallah. Ne vedası.
- Okuldan ayrılıyorum. Kimseye söylemedim ama sizin ben de çok emeğiniz var. Veda etmeden gitmeye gönlüm razı olmadı. İsterseniz beni şikâyet edin ama gidip gösterilere katılacağım. Çok üzüldüm. Neden sonra biraz toparlanıp yanlış anlamış olma umudu ile sordum:
- Nasıl yani sen okulu bırakıp direnişe mi katılacaksın? Dedim. Üzgündü. Başını salladı. Neden peki?
- Hocam, benim iki tane yavrum var. Onlara güzel bir ülke bırakmak istiyorum. Hiçbir şey diyemedim. Kalktı. Elime uzandı öpmeye çalıştı, izin vermedim. Bir boşluğa düşmüştüm. Günlerce kendime gelemedim. O zaman bindiğimiz geminin su aldığını, savaşın kıyısında olduğumuzu anlamıştım. Hem de kirli bir savaşın… Sanki biri daha önce suskun kaldığımız, ötelediğimiz tüm hakikatlerin üzerindeki katran perdeyi yırtmıştı.
Ah, ne anlatsam boş! Sen zaten bütün haber kanallarında bizi izliyorsun. İşin nihayetinde ellerimizle yetiştirdiğimiz evlatlarımızı yine ellerimizle gömdük.
Dışarıda büyük bir yangın varken benim selamette kalmam mümkün değildi. O ara benim büyük oğlanın askerliği geldi. Ailemdeki yaprak dökümü o zaman başlamıştı. Onu yurt dışına göndermeye ikna edemedim. Eşimin ailesinden bazı akrabalarımız onu etkilemiş, o da askere gitme kararı almıştı. Asker olup vatanımı koruyacağım(!) diyordu. Ne kadar karşı çıksam da onu vazgeçiremedim. Askere teslim oldu.
Üzerimizdeki baskılar her gün artıyor, her gün bir tehditle karşı karşıya kalıyorduk. Yıllardır tanıdığım insanlar kendi yakalarını kurtarmak adına her türlü çirkefe bulaşıyor, kimse kimseye güvenemiyordu.  
Bazen gizli bir şekilde evlere gidip yaralılara müdahale ediyordum. Bu hemen fark edilmiş, gizli ve açık, tehditlere ve baskılara maruz kalıyordum. Hastaneden ayrılıp evimin alt katında bir muayenehane açtım.
Kendi muayenehanemde daha rahat çalışacağımı umuyordum. Ben işlerimi biraz düzene koymuşken aldığım bir mektupla yıkıldım. Mektup, Halep’te çok kıymetli bir dostumun yanında ilim okuyan diğer oğlumdandı. O da direnişçilere katılmıştı. Benden helallik istiyordu. Eğer onlara katılmazsa asker olmak zorunda olacağını ve bu zalimlerin neferi olamayacağını yazıyordu.
Eşim ve ben yıkıldık. Daha büyük oğlumun acısına alışamamıştık. Bir türlü kabullenemiyorduk. Bir kardeş asker, bir kardeş direnişçi… Hangisi kazansa diğeri ölmeliydi. Ama Allah’ın takdirine iman etmiş insanlarız. İsyan etmedik. Gece gündüz ikisine de dua ettik.
Hanımım yaşadıklarını kaldıramadı. Çok ağır hastalandı. Ona ve 3 çocuğuma ben bakıyordum. En büyükleri 10 yaşındaydı.
Bize çok yakın bir mahalle bombalanmaya başlandığında hayatımız çekilmez hale gelmişti. Çocuklar seslerden çok etkileniyor, onları çok zor sakinleştiriyorduk. Bana gelen yaralıları tedavi etmem devletin gözünden kaçmıyordu. Sürekli etrafta beni takip eden adamlar görüyordum. İyice korkmaya başlamıştım.
O gün uyandığımda başıma gelecek felaketten habersizdim. Evi çok güzel kızarmış tereyağı kokusu sarmıştı. Hemen kalktım. Eşim aylar sonra ayağa kalkmış, bize kahvaltı hazırlıyordu. Mutfağa girdim. Gülümsüyordu. Güzel giysiler giyinmişti. Yüzünde çok farklı bir güzellik vardı. O gün şehadete hazırlanmıştı bilmiyordum:
- Evimde güller açmış. Kalkmasaydın keşke…
- Bugün çok iyiyim. Dün gece bana okuduğun dualar, çok güçlüydü herhalde.
- Çok şükür ama yine de dikkat et. Daha tam iyileşmedin.
- Olur, sevgili doktorum, dedi. Biraz ona yardım edip çocukların yanına gittim. Camdan dışarı bakınca bütün huzurum kaçmıştı. Evin etrafı çok kalabalık görünüyordu. Sokakta kaç tane seyyar satıcı vardı ve onlardan alışveriş yapan değişik insanlar. İçime bir sıkıntı çöktü. Evdekilere belli etmedim. Kahvaltı yaptık. Muayenehaneye inecektim. Çıkmak için kapıya geldiğimde bombardıman tekrar başlamıştı. Bu sefer çok yakın bir yerdi sanırım. Çocuklar bana sığındı.
- Baba ne oluyor? Savaş mı var? Ne diyeceğimi şaşırdım. Eşim:
- Hayır oğlum! Bu evler eski ya, insanların üzerine yıkılmasın diye içine dinamit koyup patlatıyorlar. Ufaklık hemen atıldı:
- Ama anne, içindeki insanlar ölür! Büyük oğlum kardeşine çıkıştı:
- Deli misin sen? Önce insanları çıkarırlar. İnsanların üzerine yıkacak değiller ya! Daha fazla dinleyemedim. Yüreğime bir ağırlık çöktü. Kucağımda küçük kızım vardı. Daha bir yaşındaydı. Sarıldım. Öptüm. Kokladım. O koku, nasıl da güzeldi! Cennette bile Allah’tan o kokuyu isteyeceğim, buna eminim.
Eşimle göz göze geldik. Ağlıyordu. Benim de gözlerim nemlendi. Gözlerimi hemen kaçırdım. Son kez ona baktığımı bilseydim, ne uzun bakardım… Bakmadım.
Muayenehaneyi açınca yine bir sürü yaralı geldi. Yetiştiğim kadar baktım. Bazıları vefat etti. Akşam olunca eve çıkmak üzere toparlandığımda bir kadın geldi. Ağlıyordu. Üstü başı kan içindeydi.
- Doktor, yetiş Allah aşkına! Kızım yaralandı. Bir de hamile. Kimsem yok, yetiş ne olur! Gidemeyeceğimi, hastayı getirmelerini söyledim. Kadın ağlıyordu.
- Bacağı yaralıydı. Getiremedim. Yürüyecek durumda değil! Yine de gitmek istemedim. Kadın:
- Çok yakın, deyince gidip bakmak üzere çıktım. Evden birkaç sokak uzaklaşınca şiddetli bir patlama sesi duyduk. Yine bir yerler bombalanıyordu. Garip olanı, ses bizim evin o taraftan geliyordu. İçim ‘küt’ etti. Fakat nedense insan kendine hiç konduramıyor. İçimdeki ürpertiye rağmen:
- Gece vakti birilerinin sofrasına ateş düştü, dedim.
Hastayı tedavi etmem uzun sürdü. İşim bitince çıktım. Evin olduğu sokağa dönünce dünyam başıma yıkılmıştı. Hayatımın en büyük felaketi karşımdaydı. Eve doğru koştum. Bir kısmı yıkılmış, hala alev alev yanıyordu. İçeri girmek istedim. Birkaç kişi beni tuttu. Dizlerim üzerine çöktüm. Aslında imtihanın ağırlığı altında çökmüştüm. Şuan bile o acıyı tarif edemiyorum, ne desem az gelecekmiş hissi… Zaten insanın dili yaşadığını anlatmaktan çok acizdir!

Mesela yaşarken yüreğini patlatacak acının, anlatırken birkaç kelimeye veya şu kâğıt parçasına sığacak kadar basitleşmesi ne acıdır. Oysa yüreğim bir serbest kalsa kelimelerin zincirinden bir kurtulsa neler anlatır neler!
Ne kadar o halde kaldım bilmiyorum. Israrlı bir ses duyuyordum. Fakat anlayamıyordum. Baba gibi bir ses kulağıma doluyor, fakat ben bir türlü inanmıyordum. Olsa olsa ben çıldırıyor olmalıydım. Bir daha, bir daha duyuyordum. Ses arkamdan geliyordu.
- Baba, baba! Hayal değildi, yine duyuyordum. Dayanamadım döndüm. Hayal bile olsa bu ses için dönülürdü. Hem de bin kez. Oğlum ve ondan küçük kızım arkamda duruyordu. Artık sadece seslerini duymuyordum. Hayaletlerini de görüyordum. Ağlıyorlardı. Koşup sarılsam kaybolacaklar gibi geliyordu. Hiç kıpırdamadım. Fakat onlar kıpırdıyorlardı. Hatta koşuyorlardı. Birden göğsüme bir şey çarptı. Sendeledim fakat düşmedim. Bana minik kollarıyla sımsıkı sarılmış iki yavru vardı.
Çocuklarımın kokusunu duyduğum an, gerçek olduklarını anladım. Hemen sımsıkı sarıldım onlara. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Ellerinde ekmek poşeti vardı. Arkalarında fırıncı komşum, o da ağlıyordu. Çocuklar onun dükkânındaymışlar. Herhalde hanımım ben eve gitmeyince onları ekmek almaya göndermişti. Ben orada perişan haldeyken küçük kızım:
- Baba, bizim ev çok eski miydi? Annemle Esma’yı çıkardılar değil mi? Diyordu. Sustum… Hiçbir şey diyemedim. İşte, tam o an içimde bir vatan öldü…
Evlatlarımın başlarını omuzlarıma koyarken bağırmamak için ısırdığım dudağımdan kan sızıyordu. Yüreğim yandıkça onları daha sıkı bastırdım.
İşte böyle sevgili dostum;
Daha ne diyeyim ki! Bir kardeşimin şiiriyle mektubumu bitiriyorum.
… Şimdi, tek umudum kaldı geriye
çokça yağmur yağması göklerden,
temizler belki de bunca barutu kanı,
Hem o zaman anlaşılmaz belki erkeklerin gözyaşları…
Bir de gürültülü şimşekler çakar, bastırır kadınlarımızın çığlıklarını…

*Avrupa’da yaşayan Suriyeli bir doktorun, Türk bir dostuna yazdığı mektup kurgulanarak yazılmıştır.

Söz&Kalem | Meryem Varol

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.