Dini Bir Sembol Olarak Kurban

Dini Bir Sembol Olarak Kurban

Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı / kurban ettiğimi görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’ O (İsmail) de dedi ki: ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun.

“(Babasıyla) beraber yürüyüp gezecek çağa erişince, (babası) dedi ki: ‘Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı / kurban ettiğimi görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’ O (İsmail) de dedi ki: ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun.”[1]

Şüphesiz Hac, Umre, Beytullah, Safa, Merve, Arafat vs. dinin menasik ve meşairinden olduğu gibi, kurban da aynı şekilde İslam dininin işaret ve sembollerindendir. Kurban anımsandığında, kuşkusuz ilk akla gelen olgu, İbrahim ve İsmail (as)’in şahsında gerçekleşen kurban hadisesidir. Haccın ve kurbanın arefesinde bu mübarek zaman dilimini yaşarken ve bu ilahi vecibeyi ifa ederken, elbette bu hadiseyi bir daha düşünmek, üzerinde tefekkür / tedebbür etmek ve bu işin mana ve mahiyetini kavramaya çalışmak büyük önem arz ediyor. Hac ve haccın bir rüknü olan kurban ibadetimizi yerine getirirken, İbrahimî ve İsmailî bir ruh ve anlayışla ibadetimizi eda etme çaba ve gayretini gösterirsek, inanıyorum ki Allah (cc) nezdinde mebrur bir ibadeti ve taati takdim etmiş olacağız. Onun için bu hadise üzerinde daha ciddi bir şekilde düşünürsek, inşallah anlayış, amel ve icraatlarımız daha hayırlı ve bereketli bir yapı / şekil kazanacaktır.

Rabbül Alemin, sevdiği dostlarını ve seçtiklerini zorlu ve çetin imtihanlardan geçirdiği gibi, Halili olan İbrahim (as)’i de pek çetin ve zahmetli imtihan ve sınavlardan geçirmiştir. O zamanın büyük tağutu olan Nemrut b. Kenan’ın otoritesini ve putperest sistemini kabul etmeyip baş kaldırdığı ve Tevhid gerçeğini haykırdığı için, zalim hükümdar ve avanesi tarafından insanlara ibret olsun diye ateşe atıldığı hepimizin malumudur. Evet, iman ettiği ve imanın icaplarını yerine getirdiği için laikçi putperestler tarafından ateşe atılıyordu. Tek suç ve kabahati “Allah (cc)’a iman edip Onun dinine teslim olmaktı!” Müslüman’ın başka ne suç ve kabahati olabilir ki?! Fakat O, Allah (cc) için ateşe atıldığından, ateşin Rabbi olan Allah, kulu ve Halilini onların fitnesinden korudu ve onların planlarını etkisiz ve işlevsiz kıldı. Unutmayınız ki kâfirlerin hesap ve planları her daim boşa çıkmaya ve akamete uğramaya mahkûmdur.

Bu büyük hadiseyi gören putperest kefereler, yine de akıllanmadılar ve Allah(cc)’ın dostu ve elçisi olan İbrahim (as)’i rahat bırakmadılar. Baskılarını daha bir yoğunlaştırdılar ve onu hicrete zorladılar. Varsın aziz İslam için muhaceret yaşansın. Şüphesiz hicrette hayır ve bereket vardır. İbrahim (as), Şam bölgesine hicret etti. Risalet görevini orada deruhte etmeye başladı. Oranın halkıyla ünsiyet kurup insanların kurtuluşlarına vesile olmaya çalışıyordu. Yaşı yüzü geçmiş bir Pir-i fani, hanımı kısır, hiç çocuk doğurmamış. İşte tam bu esnada ilahi müjde onların hane-i saadetlerini daha bir bereketlendiriyor: “Şüphesiz biz sana bilgili bir oğul müjdeleyenleriz.”[2] dediler. Muhacir olması ve bu ilerlemiş yaşa rağmen İsmail gibi bilgili ve hilm sahibi bir evladın müjdelenilmesi elbette büyük bir ilahi ihsandı. İsmail’in veladetiyle onların hane-i saadetleri daha bir şenlenip canlandı, onu koklayıp daha bir sürur doldular. Unutulmasın ki, dünyadaki sürur ve sevinçler geçicidir. Asıl sürur mekânı ahiretteki me’va cennetleridir. Onunla tam bir teselli bulmuş ve gönülleri ferahlanmışken, vahyi ilahinin o hayat bahşeden nefhasını bir daha yaşıyordu ve ferman-ı ilahi ile başka bir imtihanla baş başa bırakılmıştı:

“Rabbim! Şüphesiz ben, namazı dosdoğru kılmaları için neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin / Kâbe’nin yanında, ziraat yapılmayan bir vadide yerleştirdim…”[3]

İbrahim (as), Allah (cc)’tan aldığı emir ile hanımı Hacer ve henüz bebek olan İsmail’ini, o zaman hiçbir canlı mahlûkun yaşamadığı, insanların meskûn olmadıkları o ıssız çöl olan Mekke’nin oraya, Beytullah’ın temelinin dahi gün yüzünde olmadığı o ıssız yere bıraktı. O esnada Hacer validemiz der ki: “Ey İbrahim! Allah’ın emriyle mi bizi buraya bırakıyorsun?” İbrahim(as) cevaben buyurur ki: “Evet, Allah’ın emriyle sizi bırakıyorum.” Eşi Hacer der ki: “O zaman sıkıntı değil!” mademki Allah (cc) bunu irade buyurmuş, Allah kullarına düşen, Rabbani buyruğa teslim olmaktır. Bir kadın ve çocuğu!... Başka kimseciklerin olmadığı, kavurucu sıcaklık, bir kum vadisi, seraptan başka bir damla suyun olmadığı ve yakıcı kumdan başka hiçbir taamın olmadığı bir çöl… Ama bütün bunlar, ilahi emri yerine getirmeye mani şeyler değildi. Bu ürkütücü ortam ve zahmetli imtihan, onlara vesvese verme adına hiçbir etkileyici hamleye girişemedi. Zira İbrahim (as): “Ben, âlemlerin Rabbi (olan Allah’a) teslim oldum! demişti.” (4) Onun, Rabbine böylesi bir ahdi vardı, o sadık insan hiç ahdine vefasızlık yapar mıydı? Ailesi de onun hane-i saadetinde vahiy terbiyesi ve anlayışıyla şekillenmişlerdi, onların da ilahi buyruğa muhalefet etmeleri hiç düşünülemezdi. En küçük bir itirazları olmadığı gibi gönül âleminde de gayet rahatlardı. Zira onlar bütün mevcudatın sahibi ve mutasarrıfı olan Kadir-i mutlaka hakkıyla tevekkül etmişlerdi. Onlar gerçekten iman etmişlerdi. İman her hal ü kârda ve şartlarda Rabbe ve Onun buyruklarına teslimiyeti gerektirir. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Madem her yer misafirhanedir. Eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe bardır ve her kes düşmandır.”

Allah (cc)’ın yardım ve lütuflarıyla Al-i İbrahim, bu mübarek mekâna yerleşirler. Rabbim birçok rızık ve ihsanda bulunur, insanlar onları şefkat ve ihtiramla kucaklar ve onların etrafında kümelenirler. İsmail de on iki yaşlarına kadem basarken artık babasıyla beraber yürüyor, yaşlı babasına destek veriyor, ufak tefek ihtiyaçlarını gideriyor, ailenin büyük bir teselli ve sürur kaynağı oluyordu. Çocukların belki en sevimli yaşında iken, Al-i İbrahim’e gurbeti ve muhaceratı bir nebzecik unutturuyorken, Allah (cc), dostu olan Halilullah’ı bir başka imtihanla baş başa bırakıyordu. Bu sefer ki imtihan belki daha zor bir imtihandı; fakat Allah dostları, imtihan ve zorlukları artık kanıksıyor, imtihan büyük de olsa, İbrahimî inancı kuşananlara hafif geliyor, caydırıcı bir özellik arz etmiyordu. İşte işareti ilahi:

“… Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazladığımı / kurban ettiğimi görüyorum! Bir düşün, ne dersin?”

Hakikatten Allah(cc), sevdiği kullarını daha çok bela ve sıkıntılarla imtihan ediyor! İsmail’in cevabına geçmeden önce bu manzara karşısında durup bir kendimizi yoklamamız gerekiyor. Kendimizi İbrahim (as), Hacer validemiz ve civan mert İsmail’in yerine koyalım! Eğer bize bu ve buna benzer bir buyruğu ilahi gelse ne yaparız, nasıl bir tavır sergileriz? “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” der miyiz? Eğer dersek, bizim Beytullah’ın orada getirdiğimiz telbiye ve işrak günlerinde getirdiğimiz ‘işrak tekbirleri’ gerçekten yerinde ve makbuldür. Eğer panikler yeryüzü bize dar gelir ve etrafımıza bakıp köşe bucak kaçmaya başlarsak, iyi etmiş olmayız! Emanet-i ilahiyi omuzlayan ve hatta muhatab olan her Müslüman, bu tür imtihanlar için kendini ve ailesini hazırlaması gerekir. Çünkü her an ‘karia’ gibi ferman-ı ilahi kapımızı tıklayabilir. Geçenlerde Iraklı bir anne ve babanın kapısını çaldı da, onlar hazır oldukları için aynen İsmail’in yaşında olan ciğerparelerini istişhad komandosu olarak hazırlayıp süslediler, misk kokusu sürüp bağırlarına bastılar ve hiç tereddüt etmeden büyük bir metanetle Allah(cc)’a ve Onun dinine kurban olarak sundular. Tıpkı İbrahim ve Hacer gibi ...

Gelelim İsmail’in cevabına!... Henüz on iki yaşında; fakat vahiy ve ilahi risaletle o kadar yoğrulmuş ki, Maşaallah, Barekellah! Tam da babasının ve annesinin oğlu! Sen ve senin gibi civan mertlere binlerce can ve ruh kurban olsun ey İsmail ve İsmail’in ruhuyla ve anlayışıyla bezenmiş olan gençler!!! “Ey babacığım! Emr olunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulursun!” diye muhterem babasına cevap veriyor.

İbrahim (as), hemen bıçağa davranır. İsmail’i yüzükoyun yatırır! İbrahim (as) ne yapacak? Rabbinin emrini ve fermanını tenfiz edecek. İsmail de bıçağın altında büyük bir vakar ve teslimiyetle durmuş, babasının yapacağı hamleyi sabırla bekliyor! İsmail acaba niye böylesi bir metanetle bıçağın altında bekliyor? Rabbinin emrine boyun eğip teslimiyet göstermiş ya, işte o teslimiyetin gereğini yapıyor! Bıçağın altında büyük bir olgunluk ve teslimiyetle duruyor ve kıpırdamıyor ki, İslam ümmetine, bana, sana ve Müslüman’ım diyen her Müslümana İslam nedir, Müslümanlık nasıl olur, Allah’a ve Onun şeriatına teslimiyet nasıl olur, öğretsin diye! Hem de tatbiki bir eğitimle! İnşaallah dersimizi alırız!

Hem İbrahim (as) hem de İsmail imtihanlarını başarıyla verdiler. Allah (cc): “Ey İbrahim! Sen rüyanı doğruladın. Şüphesiz biz, iyilik yapan kullarımızı işte böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır. Ve biz ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.”[4]

Gördüğümüz gibi Kur’an-ı mu’ciz-ül beyan, bu kıssayı çok canlı ve ibretengiz bir şekilde önümüze sermektedir. Hem o kadar canlı bir tablo olarak sunmaktadır ki, okuyucu ve dinleyici kendisini hadisenin gerçekleştiği mekânda, o mübarek ve mukaddes insanlarla beraber olduğunu hissediyor. Tabi manzara karşısında insanın yüreği ağzına geliyor! Ya Rabbi! sen ne kadar büyüksün! O piri faniyi ve masum olan sabiyi ne kadar büyük bir imtihanla deniyorsun! Buna rağmen onlar gayet rahat, en küçük bir tereddüt yok, şeytan ve avanesinin hiçbir caydırıcılık ve tasallut rolü yok! İşte müslümanın Rabbine olan teslimiyet ve tevekkülü böylesi güçlü ve sağlam olsa, imtihanlar esnasında şeytan ve taifesine nal toplamaktan başka iş düşmez. Fakat teslimiyet zayıf olsa meydan şeytan ve avanesine kalır. O imtihan meydanında cirit atıp, o zavallı ve hayırsız insanlarla adeta top oynar.

Karşımızdaki imtihan sahnesinde üç muhatab var. Biri Rabbinden aldığı bir işaretle ciğerparesi İsmail’ini hiç tereddütsüz kurban etmeye teşne İbrahim(as); bir diğeri ıssız bir çölde, hiçbir mahlukullahın olmadığı bir vadide ve uzak bir mekanda: “Eğer Rabbimin emri ise hiç gam değil!” diyen Seyyidünnisa Hacer validemiz! Sonuncusu ise, henüz ömrünün on ikinci sene-i devriyesine yeni kadem basmış ve Rabbine kurban olmak üzere ferman-ı ilahiye muhattab olmuş ve bu ilahi buyruk karşısında: “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulursun!” diyen Seyyidül Feta civan mert İsmail…

Rabbimiz bu mübarek aile ve ailenin bireyleri için buyurur ki: “Gerçekten İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır!”[5]

İşte Müslümanlar için örnek teşkil edecek ve bir nümune-i imtisal olacak mübarek ve mükerrem bir aile! Allah-u Teala, onlar gibi olmamızı, onların teslimiyeti gibi bir teslimiyet sergilememizi istemektedir. Bunları kendisine örnek edinen şahsiyetler, gerçekten hem dünyada hem de ahirette felaha erenlerden olmuştur. Onlar yamuk, eğri-büğrü, izzet yoksunu ve konjonktüre göre şekil alıp renk veren bedbahtları örnek edinen güruhlar da, dünya ve ahiretlerini hüsrana uğratıp berheba etmiş olan kimselerdir.

Hakikatten bu Kur’an kıssası karşısında durup bir hal muhasebesi yapmamız ne kadar büyük bir elzemiyyet arz etmektedir. Hayatımızı duruşumuzu, şahsiyetimizi, kulluğumuzu, ailemizi, aile terbiyemizi vahiy ve risalet anlayışımızı ve özet olarak İslam’ımızı onların İslam’ı ile test edip uyumlu ve uyumsuz olan tarafları tesbit etmemiz ve bütünüyle onlarınkine uyarlamamız gerekiyor. Bizim onlara intibak sağlamamız gerekir, çünkü Allah (cc), kıyamete kadar gelecek Müslümanlara onları model olarak göstermiştir. Eğer bizim İslam’ımızla onlarınki uyuşmuyorsa kusur bizdendir, onlarda değil! Hiç vakit kaybetmeden mutlaka eksik tarafımızı düzeltip adaptasyonu sağlamamız gerekir.

Onlar, namazı hakkıyla eda etmek için o ıssız çölde bir hayat sürdürmeye gönül rahatlığıyla razı oldular. Mescidlerin anası olan Beytullah’ın temelini oraya demir attılar. Beytullah’ın şubeleri olan cami ve mescidlerimizde, eğer bizler de evlatlarımızla beraber karargâh kılmışsak ve orayı kendimize asli mekân olarak seçmişsek evlatlarımıza İsmail’in şahsiyetini kazandırmışsak eşlerimize Hacer validemizi örnek göstermiş ve intibakını sağlamaya çalışmışsak ve aile ortamımızı tıpkı onun hane-i saadeti gibi vahiy / Kur’an nakşıyla süsleyip sibğatullahla boyanmışsak ve o berekete yaklaşmışsak demek ki ilahi buyruğa kulak verip icabını yerine getirmişiz, değilse büyük bir seferberlik başlatıp o istikamete doğru sa’y ü gayret sarf etmemiz gerekir.

Hac mevsiminin arefesinde, bu bereketli zaman diliminde hayat emarelerini üzerimizde taşıdığımız biz kulların, ya bil fiil veya mana âleminde makam-ı İbrahim’in karşısına geçip, Allah(cc)’ı, Beytullah’ı, Enbiyanın ve Şühedanın ervahını şahid gösterip biatimizi yeniden tazelememiz gerekiyor. Ve şunu bütün zerrelerimizle haykırıp ilan etmemiz gerekir: “Ben, alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum! Yanımdaki bütün değerlerimi aziz İslam’a kurban etmeye azmettim ve sözümde karar kılacağıma ahdettim!”

İşte o zaman, Serrat Dağında yatmakta olan Cedd-i Enbiya İbrahim Halilullah (as) ve onun biricik torunu Resuller Serveri Hatemünnebiyyin Muhammed Mustafa (sav)’nın muazzez ervahını şadan etmiş oluruz.

İnzar Dergisi

[1] Saffat Suresi : 37 / 102

[2] Hicr Suresi : 15 / 53

[3] İbrahim Suresi : 14 / 37

[4] Bakara Suresi : 2 / 131

[5] Mümtehine Suresi : 60 / 4

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.