Kürt sorununa Pakistan Modelli çözüm olur mu?

Kürt sorununa Pakistan Modelli çözüm olur mu?

itikadî, felsefî, siyasî veya ideolojik bir tartışmaya kurban gitmesini istemediğimiz için, bu çalışmayı sadece hak ve özgürlükler kaygısıyla, yalnızca adalet ve eşitlik ekseninde kaleme aldığımız için, ele aldığımız ülkeler konusunda özellikle seçici dav

itikadî, felsefî, siyasî veya ideolojik bir tartışmaya kurban gitmesini istemediğimiz için, bu çalışmayı sadece hak ve özgürlükler kaygısıyla, yalnızca adalet ve eşitlik ekseninde kaleme aldığımız için, ele aldığımız ülkeler konusunda özellikle seçici davrandık. Şöyle ki: “Kürt Sorunu”nun çözümü noktasında örneklik teşkil etmesi gaye ve temennisiyle gündemleştirdiğimiz bu ülkelerden biri Müslüman ülke (Pakistan), biri Hristiyan ülke (İsviçre), biri de Müslüman ve Hristiyan nüfûsun içiçe yaşadığı, yani hem Müslüman hem Hristiyan bir ülke (Makedonya).

“Kim ki kendisi için istediği bir şeyi kardeşi için de istemedikçe, gerçek anlamda imân etmiş sayılmaz.”

Hz. Mûhâmmed (saw)

(Sahîh-i Buharî, İmân, hadîs no 7; Sahîh-i Mûslîm, İmân, hadîs no 71)

Eğer bir toplumda düğümlenmiş, kangren olmuş bir sorun var ve bu çözülemiyor ya da gerek basiretsizlikten gerek kasıtlı biçimde sürekli çözümsüzlüğe doğru itiliyorsa, bu halden kurtulmanın iki çaresi vardır:

Birincisi; elinizde bulunan kaynakların çizdiği istikamete, mensubu olduğunuz inanç, düşünce, kültür, medeniyet ve dünyanın sunduğu perspektif ve koyduğu ilkeleri esas alarak, o ilke ve esasların çizdiği çerçevede hareket ederek sorunu çözebilirsiniz. Türkiye toplumu bu kaynaklar bakımından aslında oldukça şanslıdır ve farklı seçeneklere sahiptir. Müslüman bir toplum olarak Türkiye’nin elinde İslam dîninin yükümlü kıldığı esaslar, Qûr’ân ve Sünnet’in sunduğu ilkeler vardır. Laik ve demokratik bir toplum olarak Türkiye’nin elinde Çağdaş Liberal Demokrasi’nin sunduğu esaslar ve ilkeler vardır. Avrupa Birliği (AB) üyeliğine aday ve yıllardır AB’ye girmeye çalışan bir toplum olarak Türkiye’nin elinde AB’nin koyduğu kriterler, sunduğu ilke ve esaslar vardır. Bütün bunlara ilaveten, elbette ki dünyalı ve dünya ile barışık olması gereken bir toplum olarak Türkiye’nin elinde Evrensel Hukuk’un çizdiği bir perspektif, sunduğu ilke ve esaslar vardır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin yükümlü kıldığı görev ve sorumluluklar vardır.

İkincisi; sizinle aynı sosyolojik karakteristiğe sahip ve benzer süreçlerden geçmiş, benzer sıkıntılarla karşı karşıya kalmış, velâkin bunu bir şekilde çözüme kavuşturabilmiş, sorunu başarılı bir şekilde atlatabilmiş diğer toplumların yaşadıkları tecrübelerden yararlanarak, sundukları deneyimler çerçevesinde hareket ederek sorunu çözebilirsiniz. Türkiye toplumu bu öncüller bakımından da aslında oldukça şanslıdır ve farklı seçeneklere sahiptir. Asya, Avrupa, Afrika, dünyanın farklı kıt’âlarında, hem Müslüman dünyada hem Hristiyan dünyada, farklı kavimlerden ve etnik kökenlerden oluşan, değişik dil ve lehçelerin konuşulduğu toplumlar vardır. Böyle olduğu için, onlar da benzer süreçlerden geçmiş, benzer sıkıntıları yaşamışlardır. Ancak bu toplumlardan bazıları, değişik siyasî programlar ve idarî yöntemler takip ederek kendi iç sorunlarını belli bir ölçüde çözüme kavuşturabilmiş, hatta içlerinden bazıları kuruluş aşamasında, yani daha başından itibaren adalet ve eşitlik esasına dayalı bir siyasî ve idarî yöntem takip ettikleri için, böyle bir sorunun oluşmasına bile imkân vermemişlerdir. İsviçre Modeli vardır, İspanya Modeli vardır, Makedonya Modeli vardır, Pakistan Modeli vardır, Hindistan Modeli vardır, Güney Afrika Modeli vardır.

Hem “kaynaklar” bakımından hem de “öncüller” bakımından bu kadar şanslı ve farklı seçeneklere sahip olan Türkiye toplumunda “Kürt Sorunu” yıllardır çözülmüyor, çözülemiyor ve çözüm noktasında geleceğe dönük hiçbir umut ışığı da görünmüyorsa, bunun ancak bir açıklaması olabilir: Sorun çözülmek istenmiyor. Devlet samimî değildir. Devlet (şimdiki hükûmet dahil), bu sorunun adalet ve eşitlik temelinde çözüme kavuşmasına razı değildir.

Devletin “sorun”u adalet ve eşitlik temelinde çözüme kavuşturmaya yanaşmaması, adalet ve eşitlik temelinde bir çözümden kaçınmasının sebebini anlamak da gayet basittir aslında: Çünkü Kürtler, talep ettikleri hak ve özgürlüklerde ve bu hak ve özgürlükleri elde etmek için yüz yıla yakındır verdikleri mücadelede sonuna kadar haklıdırlar.

Buraya kadar konu anlaşılmadan, bundan sonra yapılacak değerlendirmeler de sağlıksız olur ve Kürt Sorunu’nun bugünkü realitesini kavramak da mümkün olmaz.

Dünya üzerinde ne kadar dîn, mezhep, tarikat varsa, dünya üzerinde ne kadar mefkure, düşünyapı, ideoloji, dünya görüşü varsa, dünya üzerinde ne kadar siyasa, felsefe, mantık varsa, dünya üzerinde ne kadar hukuk, beyanname, sözleşme varsa, hepsine ama hepsine göre Kürtler haklıdır.

Bir tarafa devletin kapris ve dayatmalarını koyun, bir tarafa da Kürt halkının talep ve isteklerini koyun, ve bu ikisini alıp İslam Şeriâtı’na götürün, Hristiyan Şeriâtı’na götürün, Yahudî Şeriâtı’na götürün, Budist Şeriâtı’na götürün, Sosyalizm’e götürün, Komünizm’e götürün, Liberalizm’e götürün, Çağdaş Demokrasi’ye götürün, Avrupa Birliği Kriterleri’ne götürün, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne götürün, Evrensel Hukuk’a götürün, nereye götürürseniz götürün, dünya üzerinde ne kadar dîn, mezhep, tarikat, mefkure, düşünyapı, ideoloji, dünya görüşü, siyasa, felsefe, mantık, hukuk, beyanname, sözleşme varsa, hepsine götürün; Kürtler haklıdırlar.

Ve bunu en başta Kürtler’in kendisi bildiği için, Kürtler bütün bunların hepsine de razıdırlar. Devlet hangi “kaynağı” esas alırsa alsın, Kürtler kabul ediyorlar ve kabule hazır olduklarını açıkyüreklilikle ifade ediyorlar.

Fakat bunu devlet de Kürtler kadar iyi bildiği için, devlet bunların hiçbirine yanaşmıyor! Bir tanesini bile kabul etmiyor.

Kürtler de devlet de neticeyi önceden bildikleri için, Kürtler her türlü çözüm yoluna dünden razıyken, devlet bir tanesine bile yanaşmıyor. Netice önceden belli çünkü: “İslamî çözüm” olursa Kürtler kazanacak, “Sosyalist çözüm” olursa Kürtler kazanacak, “Liberal çözüm” olursa Kürtler kazanacak, “Demokratik çözüm” olursa Kürtler kazanacak, “AB Kriterleri’ne göre çözüm” olursa Kürtler kazanacak, “Evrensel Hukuk’a göre çözüm” olursa Kürtler kazanacak.

Kürtler’i haksız çıkaracak sadece bir ideoloji vardır, ki o da ırkçı – şoven Türklük devletine egemen olan resmî ideolojidir.

Devlet, “sorun”un çözümü için birinci yola (“kaynaklar”) yanaşmadığı gibi, ikinci yola (“öncüller”) da tenezzül etmiyor.

Halbuki dünya üzerinde hakikaten çok güzel ve ideal örnekler vardır. Dünya haritasındaki 200 küsûr devletin tamamı kemalist ideoloji ile yönetilmediğine göre ve diğer ülkelerdeki hükûmet erkânları “Kürtçe eğitim Şeytan’a uymaktır” diyen bizdeki hükûmet erkânı gibi “Allâh’ın bile Türk olduğuna” inanmadıklarına göre, diğer ülkelerdeki uygulamalara bakmakta fayda vardır diye düşünüyorum kanaatini taşımaktayım fikrimi sorarsanız bana göre.

Biz bu nacizane ama hiç de acizane olmayan dosyamızda, dünya üzerindeki üç örnek modeli ele alıp inceleyeceğiz: Pakistan Modeli, İsviçre Modeli ve Makedonya Modeli.

Biz bu çalışmamızın itikadî, felsefî, siyasî veya ideolojik bir tartışmaya kurban gitmesini istemediğimiz için, bu çalışmayı sadece hak ve özgürlükler kaygısıyla, yalnızca adalet ve eşitlik ekseninde kaleme aldığımız için, ele aldığımız ülkeler konusunda özellikle seçici davrandık.

Şöyle ki: “Kürt Sorunu”nun çözümü noktasında örneklik teşkil etmesi gaye ve temennisiyle gündemleştirdiğimiz bu ülkelerden biri Müslüman ülke (Pakistan), biri Hristiyan ülke (İsviçre), biri de Müslüman ve Hristiyan nüfûsun içiçe yaşadığı, yani hem Müslüman hem Hristiyan bir ülke (Makedonya).

Biri Asya’nın ortasında, biri Avrupa’nın ortasında, biri de hemen yanıbaşımızda, Balkanlar’da.

Hazırladığımız dosya ile ilgili her türlü tenkit ve eleştiriye açık olduğumuzu da belirtelim.

PAKİSTAN MODELİ

- Ülkedeki Herkesi Kapsayan Bir İsme ve Herkesi Temsil Eden Bayrağa Sahip Bir Ülke –

Türkiye’de ne zaman ki “bir takım” konular gündemin ilk sıralarına otursa, “bir takım” kişiler ortaya çıkıp, “bir takım” ülkelerin o konudaki uygulamalarından esinlenerek Türkiye kamuoyuna “bir takım” modeller önerir, bu modeller “bir takım” yayın kuruluşlarında yazılı ve sesli olarak dile getirilip tartışılır, buna karşın, hemen “bir takım” kişiler de karşı atağa geçip bunlara “bir takım” itirazlarda bulunur, bu modellerin ülkemizde uygulanamayacağını söyler ve gerekçe olarak, Türkiye’nin kendine özgü “bir takım” koşullarının olduğunu savunur. Modelciler, karşı modelcileri “bir takım” derin güçlerin sivil uzantıları, karşı modelciler ise modelcileri “bir takım” dış güçlerin yerli işbirlikçileri olmakla suçlar. Bu suçlamalar kimi zaman “bir takım” sebeplerden dolayı tartışma boyutunu aşar ve “bir takım” kişiler sokağa dökülür, “bir takım” kavgalar yaşanır. Neticede “bir takım” kişiler hastahanenin, “bir takım” kişiler de karakolun yolunu tutar.

Bu gibi durumlarda “strüktürel” (yapıcı) fikirli kimi insanlar itidal ve sağduyu çağrıları yapsa da, “has-süktürel” fikirli insanların sayısı çok daha fazla olduğu için, bu çağrılar bir işe yaramaz.

Bu, başörtüsü olsun, enflasyonla mücâdele olsun, Kürt sorunu olsun, turizm, seçimler, seçim barajı olsun, terörle mücadele olsun, basın özgürlüğü olsun, laiklik veya ulus devlet olsun, her konuda böyledir.

Hangi konuyu tartışırsak tartışalım, “benim babam senin babanı döver” mantığıyla yapıyoruz. Oysa ki her konunun kendine özgü akademik frekansı varken, bizler, her konuyu aynı kültür seviyesinde, aynı doz ve frekansta tartışıyoruz ve tartışmalarımız, hep aynı ayarda oluyor. Onun için bizde, futbol takımı tutulur gibi siyasî parti tutulur, düşünce ve pratik arka planda olduğu için, her siyasî parti en fazla oyu, parti başkanının memleketinde alır.

Bir bağlama ustası bile çalacağı her türküden önce sazının akordunu o türkünün “özel yapısına” göre yeniden ayarlarken, biz ister siyaset, ister spor, ister kimlik konusunu konuşalım, sazımızın akordu hep aynı yerdedir.

Kürt sorununun ve devletin üniter yapısının tartışıldığı ülkemizde, sadece son 30 yıl içinde, takib edebildiğim kadarıyla dört ayrı model gündemimizi meşgul etmişti: Bask Modeli, Belçika Modeli, İsviçre Modeli ve ABD Modeli. ABD Modeli’ni egemen güçler, Belçika Modeli’ni PKK, İsviçre Modeli’ni legal Kürt çevreleri, Bask Modeli’ni ise başbakanlığı döneminde Eylül 1993’te Tansu Çiller seslendirmişti. (Kendisini unutmuş olanlar için yeniden hatırlatalım; hani bir zamanlar, bizi her gördüğünde ağlayan ve bize “elinizi vicdânınıza sokun” diyen bir “bacımız” vardı ya, işte O)

Bununla birlikte, terörle mücadele konusunda Kuzey İrlanda Modeli’ni, alt kimlik – üst kimlik mes’elesinde de Fransa Modeli’ni konuşmuştuk, hatırlarsanız. (Ben hatırladığım için söylüyorum)

Bütün bu konuştuğumuz modellerin hepsinin ortak bir özelliği var. O da, bu modellerin hepsinin Batı’da ve Hristiyan dünyada uygulanan modeller olmasıdır. Neden? Çünkü gözümüz Batı’dan başka birşey görmüyor da ondan. Hangi konuda olursa olsun, eğer Asya veya Afrika’daki bir ülkede uygulanan modeli Türkiye’de önerirseniz, size gülerler. Size “üçüncü dünya kafalı” derler. Çünkü bize göre Asya ve Afrika ülkeleri Türkiye’ye örnek olamazlar. Ancak biz onlara örnek olabiliriz. Bize göre Avrupa demek özgürlük demek, Asya ve Afrika ise totaliter rejimler demektir.

Bir de kendimize “aydın” deyip ortalıkta entellektüel voltalar atıyoruz. Oysa ne derece büyük bir cehâlet içinde olduğumuzun farkında mıyız?

Size birşey diyeyim mi? Dünyada etnik kimliklerin en fazla inkâr edildiği, farklı inançların en çok baskı gördüğü, anadillerin en çok yönetim mekanizmasından uzaklaştırıldığı, ulusalcılık ve ırkçılığın en çok dayatıldığı kıt’â, Avrupa kıt’âsıdır.

Elinize bir Atlas alıp bütün dünya ülkelerinin isimlerine bir baksanıza! Bilmiyorum, birşey dikkatinizi çekti mi? Avrupa ülkelerinin % 90’ının isimlerinin bir kavmin isminden geldiğini bugüne kadar hiç farkettiniz mi? Tıpkı Türkiye’nin adını Türk kavminden aldığı gibi, Yunanistan’ın adını Yunan kavminden, Almanya’nın Alman kavminden, Fransa’nın Fransız kavminden, İtalya’nın İtalyan kavminden, İspanya’nın İspanyol kavminden vs. aldığını, daha okulda coğrafya dersi almaya başlamamış olan bir ilkokul ikinci sınıf öğrencisi bile biliyor. Halbuki Asya, Afrika, Amerika ve Avustralya kıt’âlarında böyle değildir. Asya ve Afrika’da, isimlerini bir kavmin isminden alan ülke sayısı bu kadar fazla değildir. Asya’da % 50’yi, Afrika’da % 20’yi geçmez. Koskoca Amerika kıt’âsında, adını bir kavmin adından alan tek bir ülke bile gösteremezsiniz.

Bu, işin etnik boyutu. Dînî boyuta gelince: Avrupa’da aynı totaliter durumla karşılaşıyoruz. Bugün Avrupa ülkelerinin milyonlarca, evet milyonlarca Müslüman ve Yahudî vatandaşları olduğu halde, Avrupa ülkelerinin bayraklarında niye hep “haç” var, dersiniz?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2005 yılında Avustralya’da, Türkiye toplumunun “üst kimliğinin İslam” olduğunu söylediğinde, buna karşı çıkanlar, hangi gerekçeyi ileri sürmüştü, söyleyelim: “Üst kimlik olarak İslam’ı alırsak, o zaman Müslüman olmayan vatandaşlarımızın durumu ne olacak?” Oysa milyonlarca Müslüman, Yahudî, Hindu ve Budist vatandaşlara sahip olan Avrupa ülkelerinin bayraklarında haç işareti olmasını sorgulayan yok.

Üç ülkeli, haliyle üç sohbetli bu dosyanın ilk sohbetinde, size Asya’daki bir Müslüman ülkeyi, Pakistan’ı anlatacağım. Pakistan’ın idarî yapısından, yönetim sisteminden, ülkenin adından ve bayrağından bahsedeceğim. Anlayacağınız, size “Pakistan Modeli”ni anlatacağım.

Konuya girmeden önce, yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermemek için, bir hususu belirtmemiz lazım. Biz Pakistan Modeli’ni anlatırken, Pakistan’ın idarî yapısından, yönetim şeklinden, ülkedeki etnik ve dînî unsurların temsîliyet noktasına vurgu yapıyoruz. Pakistan’ın rejimi ya da siyasî – ideolojik yapısı bizi ilgilendirmiyor.

Meselâ, siz Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim şekline, saltanata karşı olduğunuz halde, Osmanlı’nın idarî yapısını övebilir, ona hayran olabilirsiniz. Aynı şekilde, siz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin idarî yapısını övdüğünüzde, bu sizin sosyalist olduğunuz anlamına gelmez.

Çünkü sizin övdüğünüz ve hayran olduğunuz, Osmanlı’nın veya Sovyetler’in idarî yapısıdır, rejimi değil. Biz de bu yazıda Pakistan’ı överken veya hayran olurken, methettiğimiz, Pakistan’ın idarî yapısı, yönetim anlayışı, ülkedeki tüm etnik ve dînî unsurları kapsayıcı özelliğidir. Kesinlikle rejimi değildir, siyasî duruşu veya ideolojisi değildir.

İddiâ ediyorum: Pakistan Modeli, şu anda yeryüzü coğrafyası üzerinde bulunan en mükemmel modeldir. Öyle bir modeldir ki, ülkedeki tüm etnik unsurları, tüm dînî kesimleri, tüm alt kimlikleri kapsayıcı özelliği var. Ülkedeki en ufak azınlıklar dahil, hiç kimse dışlanmamış.

Pakistan Modeli’ni anlatırken, konuyu şu alt başlıklar altında irdeleyeceğiz: Pakistan’ın idarî yapısı, Pakistan’ın adı, Pakistan’ın bayrağı, Pakistan’ın resmî arması, Pakistan’ın resmî dili ve Pakistan’ın alfabesi.

PAKİSTAN’IN İDARÎ YAPISI

Pakistan, tıpkı geçmişteki Osmanlı ve SSCB ya da günümüzdeki Almanya ve ABD gibi “eyâlet sistemiyle” (federasyon) yönetilen bir ülke.

Pakistan devleti 1947’de kurulduğunda 5 eyâleti vardı: Sind, Belucistan, Pencab, Afgan Bölgesi (Serhat) ve Keşmir. Sonra 1965 yılında İslamâbâd şehri kuruldu ve bu şehir, ülkenin başkenti yapılıp “tek başına ayrı bir eyâlet” (tıpkı Berlin, Viyana, Brüksel, Yeni Delhi, Jakarta, Canberra, Mogadişu veya Brasília gibi) statüsü alınca, Pakistan’ın altıncı eyâleti, başkent İslamâbâd oldu. Şu anda ülkenin 6 eyâleti var.

Pakistan’daki her eyâlet, içişlerinde serbest. Kendilerine ait dilleri, kendilerine ait yöneticileri, kendilerine ait başkentleri var.

Sind eyâletinin başkenti Karaçi, Belucistan eyâletinin başkenti Quetta, Pencab eyâletinin başkenti Lahor, Serhat (Afgan Bölgesi) eyâletinin başkenti Peşawer, Azad Keşmir eyâletinin başkenti Muzafferâbâd.

Afgan kökenli insanların yaşadığı Serhat eyâleti, Afganistan’ın Pakistan içindeki devamı gibidir. Tıpkı İran’daki Azerbaycan veya Yunanistan’daki Makedonya gibi.

Belucistan ve Sind eyâletleri ise, ikiye bölünmüş olan coğrafî ülkelerin, Pakistan tarafındaki “yarısı”... Pakistan İslam Cumhuriyeti’nde başkenti Quetta olan Belucistan’ın öbür yarısı, “Sıstan û Belucistan” adıyla İran İslam Cumhuriyeti’ndedir ve başkenti Zahidan’dır. Belucistan’ın batısı İran’a, doğusu ise Pakistan’a ait. Aynı şekilde, başkenti Karaçi olan Sind eyâletinin öbür yarısı, “Gujarat” adıyla Hindistan’dadır ve başkenti Gandhinagar'’dır.

Keşmir ise üçe bölünmüş durumdadır. Keşmir’in batısı “Azad Keşmir” (Özgür Keşmir) adıyla Pakistan, doğusu ise “Jammu Keşmir” (Esir Keşmir) adıyla Hindistan’dadır. Pakistan Keşmiri’nin başkenti Muzafferâbâd, Hindistan Keşmiri’nin başkenti Srinagar’dır. Keşmir’in kuzeyinin çok küçük bir kesimi ise (Sia La Dağı’nın kuzey tarafı; Şaskumba Nehri’nin geçtiği dağlık arazi) bugün Çin Halk Cumhuriyeti egemenliği altındadır. Keşmir topraklarındaki Pakistan – Hindistan sınırı, bugün bile tam çizilebilmiş değildir. Pakistan’ın kurulduğu 1947 yılından bugüne dek bu iki ülke Keşmir için tam üç kez savaştılar. Pakistan İslam Cumhuriyeti tarafındaki Keşmirliler İslamî dünya görüşünün evrensel kuşatıcılığı, Çin Halk Cumhuriyeti tarafındaki Keşmirliler de sosyalist dünya görüşünün evrensel kuşatıcılığı altında özgürce yaşıyorlar. Problem, Hint millîyetçiliğinin ve Hindu bağnazlığının egemen olduğu Hindistan tarafındaki Keşmir’dedir.

Her eyâletin ayrı dili var. 60 milyon kişinin yaşadığı 205 bin 345 km²’lik Pencab eyâletinde Pencabî, 30 milyon kişinin yaşadığı 140 bin 913 km²’lik Sind eyâletinde Sindce, 20 milyon kişinin yaşadığı 74 bin 522 km²’lik Serhat eyâletinde Afgan dilleri (ekseri Peştuca), 10 milyon kişinin yaşadığı 347 bin 190 km²’lik Belucistan eyaletinde Belucca konuşulur. Bunların her biri ayrı dillerdir. Meselâ Sindce Hintçe’ye, Belucca Farsça’ya yakındır.

Kimsenin ne kimliği inkâr ediliyor, ne de dili yasaklanıyor. Herkes kendisidir ve üst kimliği “Pakistan”dır.

PAKİSTAN’IN ADI

“Pakistan” adının doğuşunun çok ilginç bir öyküsü vardır. Bu ismin bu ülkeye nasıl ve niçin verildiğini bilmekte fayda var. Türkiye’de ve dünya kamuoyunda bilinen tek şey, bu ismin “pak insanlar ülkesi” (temiz insanlar ülkesi) anlamına geldiğidir. Doğru olmakla beraber, eksik bir bilgidir bu. Çünkü bu isim, öyle gelişigüzel verilmiş bir isim değildir. “Pakistan” adının anlamı, sanılandan çok daha derin boyutludur.

Bilindiği üzere, eskiden Pakistan diye bir yer yoktu. Sadece Hindistan vardı. “Bağımsız bir devlet” fikrini ilk ortaya atan, 1930 yılında, büyük şâir Mûhâmmed İqbal’dir. Şiirlerini Urduca ve Farsça kaleme alan Mûhâmmed İqbal (1877 – 1938)’a göre Hindistan’da iki ayrı millet (Hindular ve Müslümanlar) vardı ve her biri kendi yoluna gitmeliydi. Bu fikir, ülkede yaşayan Müslümanlarca kabul görür. Daha ülke kurulmadan, kurulacak olan ülkeye “isim” aranır. Müslümanlar, Müslümanlar’ın yaşadığı eyâletleri kapsayacak olan topraklarda kurmayı amaçladıkları ülkeye isim bulmak için “yarışma” düzenlerler. Sonuçta, Büyük Britanya’daki Cambridge Üniversitesi’nde okuyan Xudri Rahmet Ali adındaki genç bir üniversite öğrencisinin bulduğu “Pakistan” ismi yarışmayı kazanır (1933).

Genç bir talebenin keşfettiği bu isim, gerçekten mükemmel bir isimdi. “Pakistan” kelime olarak “temiz insanlar ülkesi” anlamına geliyordu. Aynı zamanda “Pakistan” ismindeki her harf, bir şifreydi. Çünkü her harf, ülkenin bir eyâletini simgeliyordu. Şöyle ki: “PAKİSTAN” ismindeki “P” harfi Pencab eyâletini, “A” harfi Afgan Bölgesi'ni, “K” harfi Keşmir eyâletini, “İ” harfi halkın dîni olan âzîz İslam dînini, “S” harfi Sind eyâletini, “-tan” eki ise Belucistan eyâletini simgeliyor. Yani “PAKİSTAN”, bütün bu isimlerin kısaltılmışı oluyordu: “Pencab + Afganî + Keşmir + İslâm + Sind + belucisTAN = PAKİSTAN”.

Görüldüğü üzere, ülkeye öyle bir isim verilmiş ki, bu isim, ülkedeki bütün etnik kökenleri, bütün kavimleri ve alt kimlikleri kapsayıcı özelliğe sahip. Pakistanlılar, bu hassasiyetlerini, Pakistan devletini kurduktan sonra da gösterdiler. 1965'te başkent İslamâbâd kurulup, şehir, “tek başına ayrı bir eyâlet” statüsü aldığında, yani ülke yeni bir eyâlete kavuştuğunda da bu âheng bozulmadı. Zira, “Pakistan” ismindeki “i” harfi İslam’ı temsîl ettiği için, başkente “İslâm” ile başlayan bir ad vermeleri gerekiyordu. Bu coğrafyalarda şehirler genelde “âbâd” sözcüğü (Farsça'da “şehir” demek) barındırdığı için (meselâ Allâhâbâd, Haydarâbâd, Muzafferâbâd, Faysalâbâd, Abbutâbâd...), başkente “İslâmâbâd” adı verildi. Böylece “PAKİSTAN” adındaki “İ” harfi hem âzîz İslam dînini, hem de ülkenin pay-i tahtı İslamâbâd’ı simgeler duruma geldi.

PAKİSTAN’IN BAYRAĞI

Pakistan’ın idarî yapısını ve adını incelediğimiz ilk iki bölümde, ülkede hiçbir etnik ve kavmî ayrım yapılmadığını, bütün kavimlerin ve coğrafyaların resmîyette ve ülke adında eşit ve ortak şekilde temsil edildiğini gördük.

Sadece etnik – kavmî noktada değil, dînî – itikadî noktada da aynı hassasiyetin gösterildiğine, aynı mükemmelliğin sergilendiğine, ülkenin bayrağını incelerken şâhîd olacağız.

Pakistan, Müslüman bir ülke. Nüfûsunun ezici çoğunluğu (% 96) Müslüman. Müslüman olmayan kesim, nüfûsun % 4’lük küçük bir oranına tekabül ediyor. Bunlar Hristiyanlar, Hindular ve Budistler.

Pakistan bayrağının rengi yeşil – beyaz. Bayrağın sol tarafında “azınlık” gibi duran beyaz bir bölge var. Geri kalan “çoğunluk” kısmında ise yeşil zemin üzerinde beyaz ay – yıldız görüyoruz. Ay – yıldız karşıya değil, çapraz olarak 45º yukarıya bakıyor.

Bayraktaki yeşil renk İslam’ı, ay – yıldızın renginin beyaz olması da İslam’ın içerdiği anlam olan selam (barış) olgusuna vurgu yapıyor.

Pakistan bayrağının sol tarafındaki (başındaki) beyaz bölge ise, Müslüman olmayan dînî azınlıkları sembolize ediyor. Bu bölgenin beyaz olması ise, bu dînî azınlıkların, ülkede her türlü inanç özgürlüğüne sahip olarak barış içinde yaşayabileceklerini anlatıyor.

İşte, hem ülkedeki bütün etnik – kavmî kesimleri, hem de, sayıları ancak birkaç bini bulan en ufak topluluklara kadar bütün dînî – itikadî kesimleri ve azınlıkları kucaklayan, idarî yapısından tutun, ülkenin ismine ve bayrağına kadar, herkesi temsil edebilen böylesine mükemmel bir model, Pakistan Modeli.

Öyle bir model ki, nüfûsu ancak % 4 gibi küçük bir oranda bulunan dînî azınlıklara, Hristiyan, Hindu ve Budistlere bile bayrağında yer veriyor.

Bugün dünya üzerinde, belki de Vatikan hariç, hiçbir ülkede % 100 sadece bir dînin mensupları yaşamaz. Ancak hiçbir ülkede, ülke bayrağının üzerinde, o ülkedeki dînî azınlıklar temsil edilmez. Bunun dünyadaki tek istisnası, Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin bayrağıdır.

Misal olarak, sadece Hristiyanlar’ın değil, milyonlarca Müslüman ve Yahudî’nin, Hindu ve Budist’in yaşadığı, hem de “vatandaş” olarak yaşadığı Avrupa kıt’âsına bakalım: Avrupa’da 43 ülke var. Bu 43 ülkeden tam 17’sinin bayrağının üzerinde “haç” var. Bu durum, nüfûsunun tamamı rahiplerden oluşan Vatikan için normal görülebilir. Dünya üzerinde, diğer kavim ve halklarla en az kaynaşmış olan, yani yeryüzündeki “en safkan millet” olan İzlandalılar için de normal görülebilir. Fakat Hristiyan olmayan milyonlarca vatandaşı olan Danimarka, Yunanistan, İsveç, İsviçre ve Büyük Britanya için normal olabilir mi? Bu ülkelerden sadece birindeki Hristiyan olmayan nüfûs, Avrupa’daki birçok ülkenin toplam nüfûsundan fazladır. Bu ülkelerin bayraklarında, “haç” işaretinin yanında, o ülkenin Müslüman veya Yahudî vatandaşlarını simgeleyen bir imge var mı? Yok.

Aynı şekilde İslâm ülkelerine bakalım: İslâm ülkelerinin 11’inin bayraklarında “hilâl” veya “ay – yıldız” var (Türkiye, Azerbaycan, Malezya, Pakistan, Singapur, Türkmenistan, Özbekistan, Cezayir, Komorlar, Moritanya ve Tunus). 2 ülkenin bayrağında “Allâh-û Ekber” (İran ve Irak), 3 ülkeninkinde “Lâ İlâhe İllallâh”(İran, Suudî Arabistan, Afganistan) ve sadece birininkinde “Allâh” (İran) yazar.

Pakistan hariç, hiçbir İslam ülkesinde, o ülkede yaşayan ğayr-i müslîmlerin dînleri ve inançları, ülke bayrağında işlenmez. Buna, “üst kimlik olarak İslam’ı alırsak, Müslüman olmayan vatandaşlarımızın durumu ne olacak?” türünden beylik lafların sarfedildiği Türkiye Cumhuriyeti bayrağı dahil.

PAKİSTAN’IN RESMÎ ARMASI

Pakistan’ın resmî arması, dört eşit parçaya bölünmüş bir şiltten oluşur. Yeşil – beyaz renkteki bu şildin her eşit parçası, ülkede yetişen önemli bir tarım ürününü resmeder. Bunlar; pamuk, çay, buğday ve hintkeneviridir. Şildin üzerinde, bayraktaki gibi sağa değil de, sola doğru dönmüş, aynı şekilde 45º eğik, yeşil renkte ay – yıldız var. Şildin etrafı yasemin çelengiyle çevrelenmiş; zira ülkede bu çiçek çok yetişiyor. En altta ise üçlü bir flama var ve bu flamada şu üç kelime yazılı: “İmân – İttihad – Nizam”. Bunlar, ülkeyi ayakta tutan ve ülke insanını biribirine bağlayan üç unsurdur.

PAKİSTAN’IN RESMÎ DİLİ

Dünya üzerindeki ülkelerin hepsinin yalnızca bir resmî dili yoktur. Dünyadaki pekçok ülkenin birden fazla resmî dili olduğunu da müşahade edebiliyoruz.

Pakistan İslam Cumhuriyeti, 2 resmî dili olan bir devlettir. Bu diller, Urduca ve İngilizce’dir.

İngilizce, hem bu toprakların yıllarca İngiliz sömürgeciliği altında olması, hem yurt dışına okumak veya çalışmak için giden Pakistanlılar’ın uğradığı yerin İngiltere olması, İngilizce’nin “yazı dili” olarak kullanılması gibi sebeplerden dolayı bu dilin ülkede yerleşmiş olmasından ötürü, ülkede resmî dildir.

Ülkedeki ikinci dilin de “yerli dil” olması gerekiyordu. Bunun için, ülkenin ikinci resmî dili, Urduca.

Peki, ülke dil yönünden oldukça zengin olmasına rağmen, seçilen dil neden Urduca? Ülke nüfûsunun % 66, 4’ü, yani yarısından fazlası Pencabî konuşurken, % 12, 6’sı Sindce konuşurken, neden ülkenin ancak ve ancak % 7, 6’lık küçük bir kesiminin konuştuğu Urduca “resmî dil” yapılıyor? Çok tuhaf, değil mi?

Bunu anlayabilmek için, Pakistan’ın demografik yapısına bir göz atmamız gerekiyor.

Pakistan halkı, zengin kavim gruplarından ve çeşitli etnik kökenlerden oluşuyor. Çoğunluğunun dilleri Hind – Avrupa dil ailesine aittir. Ülkenin % 66, 4’ü Pencabî dilini konuşur ve bunlar Pencab eyâletinde yaşar. Sind eyâletinde konuşulan Sindce’nin oranı % 12, 6, Afgan bölgesinde (Serhat) konuşulan Peştuca’nın oranı ise % 8, 5’tir. Peştuca konuşan halka Afganistan’da “Peştu” denmesine karşılık, Pakistan’da “Patan” denir.

Urduca konuşanların oranı % 7, 6’dır. Bunlar, Pakistan yerlilerinin değil, 1947’de Pakistan kurulduğunda, Hindistan’dan Pakistan’a göç eden Hindistanlı Müslümanlar’ın konuştuğu dildir. Muhacir halk olan Urdular, ülkenin hemen her tarafına yayılmış olmakla beraber, 8 milyon gibi büyük bir çoğunluğu Pencab eyâletinde ve Sind eyâletinin başkenti Karaçi ve çevresinde yaşar. Bugün Hindistan’daki Müslümanlar’ın konuştuğu dil de Urduca’dır.

Belucistan’da konuşulan Belucca’nın oranı ise ancak % 2, 5’tir. Belucistan’da yaşayan başka bir etnik kesim ise Brahuî halkıdır. Brahuîler’in sayısı yarım milyon kadardır.

Karakorum Dağları etekleri, Hunzakutlar’ın memleketi olan Hunza’dır. Hunza Nehri’nin suladığı topraklarda yaşayan ve sayıları 50 bin civarında olan bu halk, İsmailî mezhebine mensuptur. Hunzakutlar, “hastalık bilmeyen halk” nâmıyla tanınır. Bunun sebebi, doğal ortamlarda yaşamaları ve taze sebze ve meyvelerle beslenmelerinden dolayı çok sağlıklı bir halk oluşudur. Bir Hunza erkeği veya Hunza kadını, hayatı boyunca doktora gitmez, çünkü hiç hastalanmaz. Hunzakutlar, Hunza Nehri’nin güneş gören tarafında yaşarlar. Hunza’nın öbür yakasında ise, Hunzakutlar’a akraba olan başka bir etnik grup olan Nagar halkı yaşar. Nagarlar, Şiî’dirler. Ayrıca Afganistan sınırında, sayıları 5 bin kadar olan ve ismi Kâfir olan bir halk yaşar. Kâfirler, Dehrî dilini konuşur ki bu dil, Farsça’nın bir lehçesidir. Kâfirler, 19. yüzyılda Müslüman olmuş bir halktır. Yani İslamî geçmişleri yüz sene kadardır. Bunun dışında ülkede bir de Kalaş halkı vardır.

1947 yılında kurulan ülkenin “resmî dili” seçilince öyle hassas davranılmış ki, gerçekten övgüye değer. Eğer Pencab eyâletinde konuşulan Pencabî dili “resmî dil” yapılsaydı, bu, o kavme bir üstünlük sağlayacağından, ülkedeki öbür etnik kökenler ayrımcılığa tabi tutulmuş olacaktı. Yani öbürlerinin “kul hakkına” tecavüz edilmiş, “İslam kardeşliği” zedelenmiş olacaktı. Sindce veya Belucca’nın “resmî dil” olması durumunda da aynı adaletsizlik sergilenecekti.

Peki ne yapılmalıydı? Ülkede konuşulan bu kadar dil içinde hangi dili “resmî dil” yapmalıydı ki, hiçbir eyâlet arasında kayırmacılık, hiçbir etnik köken ve kavim arasında ayrımcılık olmasındı?

Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar “Allâh’tan korktukları” ve kalplerinde “İslam kardeşliği” yer ettiği zaman, bu hususlarda nasıl da hassas davranıyorlar! Bizim 90 senedir çözemediğimiz sorunları onlar daha devletlerini kurarken çözmüşler. Çünkü “halkların kardeşliği” temelinde hareket ettikleri için, bu problemler başından beri “hiç var olmamış”.

Hangi dili “resmî dil” yapmalıydılar? Buldular, Urduca’yı “resmî dil” yapacaklardı. Ülkede yalnızca % 7, 6’lık küçük bir azınlığın konuştuğu Urduca’yı. Farsça’ya akraba olan Urdu dilini.

Peki neden? Bunun sebebi şuydu: Urduca’yı Pakistanlı herhangi bir etnik kesim değil, Hindistan’dan Pakistan’a hîcret eden göçmenler konuştuğu için, bu dili konuşanların yaşadığı belli bir mıntıka olmadığı için, bu insanlar tüm ülkeye yayıldıkları için, bu dilin “resmî dil” yapılması, ülkedeki hiçbir eyâlet veya bölgeye ayrıcalık tanımaz, hiçbir kavim, ulus veya etnik kesime üstünlük veya “egemen ulus” statüsü vermezdi. Nitekim Urduca Pakistanî bir dil değil, Hindistanî bir dil idi.

PAKİSTAN’IN ALFABESİ

Bugün dünya üzerinde çok çeşitli alfabeler ve yazılar kullanılmaktadır. En yaygın olanı, Türkiye’nin de kullandığı Latin Alfabesi’dir. İkincisi ise İslam dünyasının büyük çoğunluğunda kullanılan Arap Alfabesi’dir. Üçüncü sırada, Aziz Kiril’in bulduğu ve eski Doğu Bloku ülkelerinin bazılarında kullanılan Kiril Alfabesi gelir. Bu üç alfabe dışında, yeryüzünde Yunan, Ermenî, İbranî, Sanskrit Alfabeleri ile Çin Yazısı ve Japon İdeogramı vs. gibi değişik değişik yazı ve alfabeler kullanılır.

İki ayrı resmî dili olan Pakistan İslam Cumhuriyeti, aynı şekilde iki alfabe birden kullanan bir ülkedir. İngilizce için Latin Alfabesi, Urduca için Arap Alfabesi kullanılır. Yani Pakistan, ne “modern dünyaya ayak uydurma” adına İslam dünyasına ve kültürüne sırt çevirmiş, ne de İslamî değerleri koruma adına Batı’ya karşı “has-süktürel” bir tavır içine girmiş. Yanlış anlaşılmasın: Bu, “ne şiş yansın ne kebap” mantığı değildir; bilâkis, birşeyi “içselleştirmek” için illâ da birşeyi “dışlamak” gerekmiyor mantığıdır.

JEO – STRATEJİK İSE JEO – STRATEJİK

Pakistan’ın jeo – stratejik önemi, Türkiye’ninki gibi büyüktür. Her ne kadar iki kıt’â üzerinde bulunmuyorsa da, dikkatlice bakıldığında, çok ayrı dünyaların ortasında yer alan bir ülke olduğu hayretler içinde farkedilecektir. Pakistan, 5 ayrı kültürün (Şiî İslam, Sünnî İslam, Sosyalizm, Budizm ve Hinduizm) tam ortasındadır. Ülkenin güneybatısında İran (Şia), kuzeybatısında Afganistan (Sünnîlik), kuzeyinde eski SSCB’den ayrılma Tacikistan (Sosyalizm), kuzeydoğusunda Çin (Budizm), doğusunda ise Hindistan (Hinduizm) yer alır.

Bu komşu ülkelerin herbirinin tamamen farklı rejimleri vardır. İran’da Şeriât (İslam Cumhuriyeti), Afganistan’da Feodalizm, Çin’de Sosyalizm – Komünizm, Hindistan’da ise Kapitalizm egemendir.

Ayrıca, sadece Pakistan’a komşu ülkeleri baz aldığımızda, 4 ayrı yazı çeşidiyle karşılaşırız: İran ve Afganistan’da Arap Alfabesi, Tacikistan’da Kiril Alfabesi, Çin (Zhong Hu)’de Çin Yazısı ve Hindistan (Bharat)’da Sanskrit Alfabesi kullanılır.

Anlayacağınız, Pakistan’ın neresinden olursa olsun, sınırı geçip ülkenin dışına çıktınız mı, ayrı bir dünyaya gitmiş olursunuz. Çünkü Pakistan, kendine özgü “ayrı bir dünyadır.”(Ufkumuz)

YARIN İSVİÇRE  MODELİ
 

TİMETÜRK / İbrahim Sediyani

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.