Laik Tutarsızlık

Laik Tutarsızlık

Eğitim müfredatı başta olmak üzere sosyal hayat, kültür ve siyaset gibi pek çok konuda bize muhatap kılınan ‘laiklik’ kavramı, gerek bireysel gerekse de toplumsal açıdan hayata bakış açımızı etkilemektedir.

Eğitim müfredatı başta olmak üzere sosyal hayat, kültür ve siyaset gibi pek çok konuda bize muhatap kılınan ‘laiklik’ kavramı, gerek bireysel gerekse de toplumsal açıdan hayata bakış açımızı etkilemektedir. Kabul etmek gerekir ki yaşadığımız coğrafyada insanların hayattaki rollerini ve alışkanlarını belirleyen temel ilkelerden birisi de laiklik kavramı olarak gün yüzüne çıkmaktadır. Etrafımıza dikkatli bir şekilde baktığımızda toplumumuzun ciddi bir kısmının, inancı ve dünya görüşü fark etmeksizin, laiklik ilkesini olumlu anlamda içselleştirdiğini ve bu doğrultuda yaşamını sürdürdüğünü görmekteyiz. Bu nedenle bu yazımızda sözüne ettiğimiz kavramı tarihsel süreç ve kavramsal çerçeve bağlamında değerlendirmeye çalışacağız.

Kelime kökeni olarak Latincedeki ‘laicus’ sözcüğüne dayanan laiklik, genel itibariyle ‘Dinin, devletin ve sosyal düzenin işleyişinde söz sahibi olmaması, din kurallarının insan hayatını düzenleyen politika ve hukuk normlarını ilgilendirmemesi, dünya işlerinden soyutlanması.’ şeklinde tanımlanabilmektedir. Önceki yazılarımızda da sıklıkla ifade ettiğimiz üzere Avrupa dünyasında kilisenin toplum üzerinde oluşturduğu ruhbanlık anlayışıyla birlikte dinden geçinen elit bir sınıf ortaya çıkmıştır. Bu elitist anlayış, ahirette kuruluşa erişmenin kendilerine sunulacak adaklarla mümkün olabileceği inancını yayarak halkın dini duygularını sömüren bir düzen inşa etmiştir. Bu anlayışla Avrupa’daki devletlerin yönetim kadrolarında da otorite sahibi olmuş, siyaset alanını da ruhbanlık zihniyeti etrafında tasarlamıştır. Orta Çağ’ın bitip Yeni Çağ’ın başlangıcıyla birlikte bu sömürge düzenine karşı kademeli şekilde artan rahatsızlık, Batı toplumunda kilisenin –diğer adıyla dinin- söz sahibi olmayacağı bir siyasal ve toplumsal düzen fikrini güçlendirmeye başlamıştır.

Kilisenin hayata dar çerçevede bakışına karşı gelişen tepkiler 15. yüzyılda Rönesans, 17. yüzyılda Reform hareketini doğurmuştur. Gelişen bu iki toplumsal hareketle düşünce zemini oluşan yeni seküler düzen, 19. yüzyılda ise Fransız Devrimi’yle birlikte ideolojik bir vücuda bürünmüştür. Devrimin en önemli işlevlerinden birisi kilisenin devlet ve toplum üzerindeki etkisinin kırılmasıdır. Laiklik kilisenin topluma seslenen bir din olma işlevini kaybettikten, sadece ibadet dinine dönüştükten, özünü yitirdikten sonra var olabilmiştir. Devrim’den sonra oluşan yeni Avrupa düzeni kilisenin sadece pazar günlerine sıkıştırıldığı, laikliğin temel esas kabul edildiği bir formatta inşa edilmiştir. Batı’da kilise demek din demektir. Dolayısıyla kilisenin devlet yönetimi ve toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde etkisinin kırılıp dört duvar arasına hapsedilmesi, aynı zamanda dinin rafa kaldırılması anlamına gelir.

Yüce dinimiz İslam ise Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e indirildiği ilk andan itibaren siyasal, toplumsal ve hukuksal bir düzlemde insanlığa tebliğ edilmiştir. Bu minval üzere ‘Medine Vesikası’ adıyla bildiğimiz bir toplum sözleşmesi oluşturulmuştur. İslam, hayatın her alanında verdiği evrensel mesajlarını ve tüm zamana yayılan hükümlerini koruyarak günümüze kadar gelmiştir. İslam hayat anlayışı temelinde kurulan devletler de (çeşitli aksaklıklar olmakla birlikte) varlıklarını ardı sıra 20. asra kadar koruyabilmiştir.

Bahse konu devletlerin sonuncusu olan Osmanlı Devleti’nin çeşitli nedenlerden ötürü gerilemeye başlaması Avrupa’da laikliğin gelişme sürecine denk gelmektedir. 18. yüzyıldan itibaren çöküşe doğru gitmeye başlayan Osmanlı, 19. asrın başlamasıyla birlikte çareyi Batı’ya yönelmekte aramıştır. Özellikle II. Mahmut döneminde İslam dünyasında laikliğin ilk örnekleri görülmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı ile kurumsal bir hüviyet kazanan laiklik, devletin toplumu ilgilendiren kararlarında etkili olsa da tüm alanlara (eğitim, kültür, sanat vs.) sirayet eden bir görünüm kazanmamıştır.

Batı’dan ithal geleneğini başlatan isim olan II. Mahmut, devlet yönetimi ve toplum ilişkilerinde etkin rol oynayan ulema sınıfına devlet işleriyle ilgilenmemelerini, sadece fıkhi konulara eğilmelerini istemiştir. Esasen ilk tutarsızlık burada belirmektedir. Söz gelimi devleti yönetenler toplumun inancına aykırı kararlar aldığında ulemanın buna sessiz kalması düşünülemez. Çünkü ulemanın temel görevlerinden birisi iyiliği emredip kötülüğün yayılmasını önlemektir. Kötülüklerin kaynağı devlet olsa bile ulema söz konusu kötülüğü engellemekle yükümlüdür. Dolayısıyla İslam dininin belirlediği kurallar toplumsal bir işlev görmektedir. Laik düşünce ise bu durumu kabul etmemekte, dinin bireysel alanla sınırlanmasını öngörmektedir. Bu durum İslam-Laiklik uyuşmazlığına iyi bir örnektir.

Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle ayrılıp akabinde sona ermesinden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti rejimi Batı’dan ithal kanunlarla düzenlenmiş, eğitim sistemi ve siyaset kurumu başta olmak üzere hemen her konuda laik düşünce esas alınmıştır. Düzenlemeler kopyala-yapıştır zihniyetiyle yapıldığı için Türkiye toplumunun sosyal ve dinsel yapısı görmezden gelinmiş, Batı’daki Hıristiyan toplum yapısıyla Müslüman toplum yapısı aynı çerçevede değerlendirilmiştir. Oysaki laiklik Hıristiyan toplumuna uygun bir şekilde oluşan ve zamanla oturan bir düşüncedir. Müslüman toplum yapısı ise Batı toplumundan her yönüyle farklıdır. Tutarsızlığın ve uyuşmazlığın can alıcı noktası tam da burasıdır.

İslam’da emir ve yasaklar her zaman ve mekânda geçerli iken, laiklik bu kaideyi kamusal alandan uzaklaştırmıştır. Laik eğitim müfredatı ise hayatını düzenlerken ahiret odaklı bakmayan, dini sadece 5 temel şarttan ibaret bilen bir nesil ortaya çıkarmıştır. Öte yandan laiklik, toplumun gidişatını belirleyen siyaset kurumunu da İslami söylemden arındırılmış bir vaziyete indirgemiştir. Böylece Müslüman topluma dinsiz bir siyaset anlayışını benimsetme hedefi gütmüştür. Müslüman toplumun teveccühünü kazanma hedefinde olan siyasiler laik bir söylemle halka gittiğinde büyük bir ikilemde kalmışlardır. Şöyle ki; bir taraftan iktidara gelmek adına halkın dini hassasiyetlerini gözeten, diğer taraftan devlet nezdinde meşruiyeti kaybetmemeye çalışan bir siyasal görüntü meydana gelmiştir. Bu durum zamanla kişiye ve ortama göre değişebilen bir siyaset tarzı geliştirmiştir. Dolayısıyla laiklik ahlak kurallarını siyasetten arındırmış, oy alabilmek adına kırk şekle bürünen siyasetçiler üretmiştir. Böylece siyasetin kalitesini bir hayli düşmüştür. Bugün genç kuşağın siyasete olan ilgisizliğinin temel nedenlerinin altında bu tip tutarsızlıklar yatmaktadır.  

Yaşadığımız toprakların da içinde bulunduğu Ortadoğu coğrafyası da laik tutarsızlıktan yeterince payını almıştır. Osmanlı’nın dağılışıyla birlikte Ortadoğu’da kurulan sömürge devletler, Batı’nın müdahalesiyle laik bir tarzda şekillenmiştir. Günümüze doğru gelen zaman zarfında laiklik, Ortadoğu devletlerinin Batı’ya entegre olmasında temel rol üstlenmiştir. Laiklik Batı’nın Ortadoğu’daki iktidar sigortası olmuştur. İslam dünyasının merkezini oluşturan Ortadoğu coğrafyasında etkin rol oynayan İslami hareketler, Batı destekli diktatoryal rejimler tarafından laiklik gerekçesiyle siyasal denklemin dışına itilmek istenmiştir. Böylece Ortadoğu’daki siyasal düzeni kendi ajandaları doğrultusunda dizayn etme yoluna gitmişlerdir.

İslam âleminin uluslararası arenada sahne alması kendi iç dinamikleri doğrultusunda yeniden yapılanması ile mümkün olacaktır. Bunun öncül şartı ise Batılı normlardan kurtulmasıdır. Bu normların başında da laiklik gelmektedir. Laik tutarsızlıktan azat olmuş bir İslam dünyası özlemiyle Allah’a emanet olun.

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.