Lisan-ı Hal ile Davet

Lisan-ı Hal ile Davet

İnsanları davet ettiğimiz İslam’ı itikadî, ibadî, amelî ve ahlakî kural ve prensipleriyle kavramalı, özümsemeli ve Müslüman kelimesinin de anlamına uygun olarak bütünüyle bu kaidelere teslim olup bunu davranışlarımıza yansıtmalıyız.

İnsanları davet ettiğimiz İslam’ı itikadî, ibadî, amelî ve ahlakî kural ve prensipleriyle kavramalı, özümsemeli ve Müslüman kelimesinin de anlamına uygun olarak bütünüyle bu kaidelere teslim olup bunu davranışlarımıza yansıtmalıyız. Kısacası İslam tüm davranışlarımıza nüfuz etmeli. Öyle ki yaşayışımız İslam’ın güzellik ve erdemlerinin tecessüm etmiş hali olsun. Nitekim İslam tebliğini insanlara ulaştırmanın en etkili yöntemlerinden biri de bu şekilde yaşayarak İslam’ın fazilet ve üstünlüklerini insanlara tanıtmaktır.

Sözlerimizi ve hitabımızı etkili kılan en önemli etken de budur zaten. Yani konuşmalarımızın hareket, tavır ve yaşayışımıza uygun olmasıdır. Aksi takdirde hal dilimiz ile konuşma dilimizin birbirini yalanladığı bir belağatin hiçbir fayda ve tesiri olmayacaktır. Nitekim bu şekil söz ve ameli birbirine uymayan kişinin yapacağı tesir de muhatapta aynı hali yani söz amel uyumsuzluğunu doğuracağından zulmet üstüne zulmet olur. Çünkü mesajı sunanın durumu kesinlikle muhataba yansır. Kur’an-ı Kerim’de bu şekil davrananlar kınanarak şöyle buyrulmuş.

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazab (sebebi) oldu.”[1]

“Siz kitabı okuyor olduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hiç akıl erdirmez misiniz?”[2]

Resulullah (sav)’ın yaşayışına baktığımızda emrettiği tüm hükümleri ilk önce kendisinin uyguladığını görüyoruz. Ashab-ı kiram da bu yüce ahlakta Resulullah (sav)’a tabi olmuştur. Yani İslam’ın güzelliklerini tam olarak hayatlarına yansıtmışlardır. Nitekim o dönem Müslüman olan insanların önemli bir bölümünün de Hz. Peygamber (sav) ve ashabın yaşayışında gördükleri güzel ahlak ve erdemli davranışlar sebebiyle iman ettiklerini görüyoruz. Bu çerçevede bazı örneklere bakabiliriz:

Hz. Peygamber (sav)’in yolu üzerinde evi bulunan bir Yahudi, Peygamberimiz (sav) her geçtiğinde O’nun (sav) başına küllerini döker, Resulullah (sav) da buna hiç tepki göstermezdi. Bir seferinde küllerin dökülmeyişi Peygamberimiz (sav)’in dikkatini çeker. Adamı sorunca hasta olduğunu söylerler. Resulullah (sav) “Artık dost sayılırız” diyerek adamı ziyaret eder. Tabi Yahudi bundan çok etkilenerek Müslüman olur.

Yine bir gün Hz. Ali (ra) Kufe’ye giderken yolda bir Mecusi ile karşılaşır. Bir süre beraber yolculuk ederler. Yol ikiye ayrıldığında Hz. Ali (ra) Kufe yolunu bırakıp bir süre Mecusi ile yürür. Adam “Kufe’ye gitmeyecek miydin? Niye bu tarafa geldin?” diye sorunca Hz. Ali (ra); “Bu, yol arkadaşlığının hakkındandır. Peygamber (sav) bize böyle emretti” der. Mecusi, “Bunu Peygamberiniz mi böyle emretti?” diye sorup Hz. Ali (ra) bunu onaylayınca Mecusi orada Müslüman oldu.

Bu örneklerde davranışça küçük, ancak hakikati izhar açısından büyük olan bir davranış sebebiyle insanların iman ettiğini ve belki de saatlerce yapılacak tebliğ ve konuşmanın yapmadığı tesiri güzel bir ahlak örneğinin en etkili şekilde yapabildiğini görüyoruz.

Asr-ı saadette bu tarz örnekler çok fazladır. Bu bağlamda davetçinin büyük bir kontrol altında olduğunu da söyleyebiliriz. İnsanlar söylediklerini kendisi uyguluyor mu, diye bu kontrolü yaparlar. Söz ve davranışların uyumlu olduğu görülünce de çoğu zaman hidayet gerçekleşir. Meşhur Hatemi Taî’nin oğlu Adîyy’in Müslümanlığı bu şekildedir:

Adiyy, kız kardeşinin isteği üzerine Medine’ye gidip mescitte Resulullah (sav)’ı gördü. Resulullah (sav) ona iltifat etti ve onu evine götürmek üzere birlikte mescitten ayrıldılar. Adiyy, Resulullah (sav)’ın davranışlarına dikkat ediyordu. Yolda yaşlı bir hatun Resulullah (sav)’a yanaşıp onunla uzun süre konuştu. Adiyy, bir hükümdarın böyle bir şeye asla müsaade etmeyeceğini düşündü. Resulullah (sav)’ın evine girdiklerinde Hz. Muhammed (sav) orada üzerine oturulacak yegâne şey olarak duran minderi ona doğru oturması için uzattı ve kendisi de toprak döşeme üzerine oturdu. Adiyy bütün bu olanları gitgide artan bir hassasiyetle takip ediyordu. Nitekim bu gördüklerinden sonra Resulullah (sav)’ın onunla biraz konuşması üzerine de iman etti.[3]

Umman Meliki El-Culenda’nın aynı husustaki şu sözleri de dikkat çekicidir:

“Bu ümmi peygamberin hak elçi olduğunu ben şuradan anladım: Emrettiği bir hayrı ilk önce kendisinin yapması, nehyettiği şeyi de ilk önce kendisinin terk etmesi, düşmana galip geldiğinde mağrur olmayışı, yenildiğinde ağzından kötü sözlerin dökülmeyişi, sözlerine sadık kalması ve vaadlerini yerine getirmesi. Ben şehadet ederim ki O hak peygamberdir.”[4]

İnsanlar üzerinde sözlü ifadeden ziyade uygulamanın daha çok tesir ettiğinin delillerinden biri de Hudeybiye Anlaşması’ndan sonraki şu olaydır: Anlaşmadan sonra haccın gelecek yıla te’hirinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ashaba “Kurbanlarınızı kesip saçlarınızı tıraş edin” dediği halde ashab sessiz kalmıştı. Ancak annemiz Ümmü Seleme’nin tavsiyesi üzerine Peygamber Efendimiz (sav) kurbanını kesip saçını tıraş edince ashab da kalkıp büyük bir acele ile ve emri geciktirmiş olmanın üzüntüsü ile kurbanlarını kesip tıraş oldular.[5]

Resulullah (sav)’ın bu yüce ahlakını ve davet ettiği İslam’ı eksiksiz bir şekilde hayatına yansıtması ile ilgili İmam eş-Şatıbî şöyle der:

“Hz. Peygamber (sav)’in ahlakı Kur’an idi. Çünkü Kur’an’ı nefsine hakem kılmıştı. Bu sebeple hem bilgileri hem de fiilleri Kur’an’a muvafık idi. O, Kur’an’a muvafık hareket eder, ona uygun konuşur, onun hükmüne koşup boyun eğer, verdiği hükümde dururdu.

Bu özellik onun, getirdiği dinde doğru olduğunun en büyük delillerindendir. Çünkü bir emir getirmiş, kendisi de bunu tutmuş; nehyetmiş, kendisi de bundan kaçınmış; nasihatte bulunmuş, kendisi de hisselenmiş; korkutmuş, kendisi ilk korkan olmuş; ümitlendirmiş, ümit edenlerin önderi olmuştu. Bütün bunların anlamı şudur: O kendisine inzal edilen şeriatı nefsine hâkim bir hüccet, üzerinde yürüdüğü sırat-ı müstakim için bir rehber kılmıştı.”[6]

Hz. Peygamber (sav)’e uyma azminde olan bizler de aynı şekilde, söylediğimiz ve davet ettiğimiz şeyleri ilk önce kendi hayatımızda yaşamalı, nefsimizde hissetmeliyiz. Özellikle çoğu hatipte görülebilen şu halden uzak durmalıyız: Onlar, insanları cehennemle ve Allah’ın azabı ile alabildiğine korkuttukları halde kendileri bundan eminmiş gibi bir edayla konuşmalarından nefisleri adına bir korku duymazlar. Bu durum elbette ki konuşmalarını da etkisizleştirmektedir. Nazil olan bu kadar ceza ve uyarı içerikli ayetler sanki başkalarına nazil olmuş; biz ise sırat-ı müstakimi hakkıyla yakalamışız, ondan sapma ihtimalimiz yok ve zaten necatımız da garantidir, gibi bir yaklaşımdan kaçınmalıyız. Nitekim bu hal Resulullah (sav)’ın şu haliyle ne kadar zıttır. Resulullah (sav) kendisine gelen heyetlerden biriyle konuşurken ağlamaya başlar, sebebi sorulunca şöyle buyurur:

“Beni korkutan, ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki ondan azıcık eğrilsem helak olurum!”[7]

Vahyin kontrolünde hareket eden Resulullah (sav) bu endişeyi taşıyorsa bizim fazlasıyla bu endişeyi taşıyıp sürekli kendimizi kontrol etmemiz gerekmektedir. Davet ettiğimiz İslam’ı ilk önce nefsimizin ve amellerimizin hakemi kılmalıyız. Başta da söylediğimiz gibi İslam tüm davranışlarımıza nüfuz etmeli, önemli olan da budur. Aksi takdirde bazı şeklî durumların Allah’ın nezdinde bir itibarı yoktur. Hadis- şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Allah sizin ne dış görünüşlerinize, ne de mallarınıza bakar. O sadece sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.”[8]

Bu bağlamda Allah-u Teala’nın rızasına nail olup, O’nun indinde makbul bir kul olabilmemiz için yapılabilecek bazı şeyleri şöyle sıralayabiliriz:

-Anne babaya iyilik ve şefkatle muamele etmek ve onlara ‘of’ bile dememek bir Müslüman’ın en çok dikkat etmesi gereken davranışların başında gelir. Nitekim anne babaya karşı gelip eziyet etmek, hadis-i şerifte şirkten sonra büyük günahların en büyüğü olarak zikredilmiş.[9]

Allah’a isyanı emrettikleri zaman ise elbette ki anne-babaya itaat edilmez, ancak bu itaatsizlik bile şefkat ve iyilikle muameleye, güzel söze engel olmamalıdır. Bununla beraber sürekli hayır dualarını almalıyız. Belki de uğradığımız bazı musibetler ve başarısızlıklar onların duasını almayışımızdan kaynaklanmıştır.

-Akrabalarımız ile ilişkiyi sürdürüp sıla-yı rahim yapmalı, hatta bizden ilişki kesenlerden bile ilişkiyi kesmemeliyiz. Özellikle Mekke toplumunda akrabalık bağları çok güçlü olduğu halde sıla-yı rahmi emreden bu kadar ayet ve hadisin olması bunun ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyor. Zamanımızda ise nerede ise kopma noktasına gelen bu bağları bizler kuvvetlendirmeli ve karşılıklı yardımlaşma ve yakınlaşmayı arttırmalıyız. Ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

“Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emreder; fuhşiyattan, kötülükten ve azgınlıktan da men eder. İbret alasınız diye size nasihat eder” (Nahl:90)

-Hadis-i şerif’te “Cebrail o derece sürekli komşuyu tavsiye etti ki, komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim”[10] denilerek önemi vurgulanan komşuluk hakkını biz de bu önemde yerine getirmeliyiz. Sevinçlerine ve sıkıntılarına ortak olmalı, yardım vb. durumlarda öncelik sırasını komşulara vermeliyiz.

-Özellikle hastalık, taziye vb. durumlarda, fakat sadece bunları da beklemeksizin, her vesileyle çevremizdeki insanlarla ziyaretleşmeli, böylece kaynaşma ve muhabbetimizi artırıp hak ve sabır tavsiyesinde bulunmalıyız. Nitekim Bera b. Âzip’ten rivayet edilen bir hadiste özellikle hasta ziyaretinin emredildiğini görüyoruz.[11]

-Ayet-i kerimede “Bir selam ile selamlandığınız zaman artık (siz) ondan daha güzeli ile selam verin veya aynı ile mukabele edin” (Nisa:86) diye buyruluyor. Aynı şekilde hadis-i şerifte de önemi ve hayrı zikredilen selamı çokça arttırmalı, tanıdık-tanımadık ayırımı yapmaksızın mahallede, işyerinde vb. yerlerde selamı çokça artırmalıyız.

-Yaşadığımız bu dönemde bir Müslüman’ın en çok dikkat etmesi gereken hususlardan biri de ticaret hayatında İslam hukukuna ve ahlakına en güzel bir şekilde riayet etmesidir. Çevremizde bazı insanların namaz ve oruç gibi ibadetlerine dikkat ettikleri halde ticaret hayatında İslam ahlakını tam olarak yansıtmadıkları görülüyor. Özellikle hakkıyla zekât çıkarmama, kâr payında vicdanlı davranmama, malının kusur ve eksikliğini müşteriden gizleme, tartıya dikkat etmeme, ortaklıkta İslamî prensiplere dikkat etmeyip ortaklık anlaşması yapmadan ve şahid bulundurmadan ortaklığa girişip sonra da kendi tarafına çekme, kazançta hırslı olma, borcunun vadesine sadakat göstermeme veya fakir borçlusunu idare etmeme şeklinde kusurlar çokça göze çarpıyor. Ticaret fıkhını da güzel öğrenerek davetçinin tüm bu hususlara çokça dikkat etmesi gerekmektedir.

-Fakir ve kimsesizlere yapılacak infak ve yardım Müslüman’ın hayatının ayrılmaz bir parçası olmalı. Varlık ve yokluğa bakmaksızın her zaman için yapılabilecek bir yardım vardır. Hatta hadis-i şerifte belirtildiği gibi bir hurma tanesi ile bile olsa bundan geri durmamalı ve az görmemeliyiz.

-Güzel ahlak müslümanın ziyneti ve süsüdür. Güzel ahlakı herkes sever. Bir kişi sevilince de onunla beraber davası da sevilir. Aynı şekilde kötü ahlaklı sevilmeyen kişinin davası ne kadar yüce olursa olsun onun sebebiyle belki davasına da şüpheyle bakılır. Bu sebeple Müslüman, Hz. Peygamber’in o yüce ahlakını hayatının ayrılmaz bir parçası kılmalı, insanlara sözün en güzelini söyleyip mütebessim olmalı, ilişkilerinde şefkat ve merhametle hareket etmelidir. Hayatın her alanında bu ahlak bariz bir şekilde görülebilmeli. Kimi zaman düşülen yanlışlardan biri de insanların başkalarıyla güzel bir ahlakla muamele ettiği halde aile efradına farklı muamele etmesidir. Oysa kişinin sevgi ve ilgisine en çok muhtaç olanlar onun aile efradıdır. Bu sebeple davetçinin bu konuda da çevresine örnek olması gerekmektedir.

Diğer taraftan kibir, kendini beğenme, gösteriş, haset, gıybet, ahde vefasızlık, yalan ve vaade sadık kalmama gibi çirkin sıfatlardan da kaçınmak gerekir. Bunlar kişinin dünya ve ahiretini harap eden ve bir Müslüman’a yakışmayan hallerdir.

Yukarıda tüm Müslümanlar için önemli olan, ancak özelde Hz. Peygamber (sav)’in yolunda olması gereken davetçilerin daha çok dikkat etmesi gereken bazı hususları dile getirdik. Davetçi bir taraftan insanlara İslam’ı tebliğ ederken, diğer taraftan anne-babasına kötü muamele etmekle, akraba ilişkisini kesmekle, ticaretinde İslam hukukuna ve ahlakına riayet etmemekle sadece kendi kendisini yalanlamakla kalmaz, aynı zamanda sözü de değer ve itibardan düşer. En önemlisi de Allah-u Teala’nın emirlerine karşı gelinmiş olur ki, bu da dünya ve ahirette hüsran ve helâkettir. Bu sebeple diyebiliriz ki davetçinin de Resulullah (sav) gibi İslam’ın tüm güzelliklerini hayatına yansıtıp yaşamı, iyi hali ve güzel ahlakıyla örnek olması gerekmektedir. Sözlerden ve konuşmalardan daha çok insanı etkileyen de budur. Yazımıza Üstad Bedizzüman’ın şu sözleriyle son veriyoruz:

“Eğer biz ahlâk-ı İslamiyyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.”[12]

Duamızın sonu Allah (cc)’a hamd etmektir.

İnzar Dergisi


[1] Saff:2-3

[2] Bakara:44

[3] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, C:1, Syf;520

[4] Abdulfettah Ebu Gudde, Hz. Muhammed ve Öğretim Metotları, Syf;75

[5] Abdulfettah Ebu Gudde, Hz. Muhammed ve Öğretim Metotları, Syf;75

[6] Eş-Şatıbî, El-İ’tisam, C:2, Syf;339-340

[7] Asım Köksal, İslam Tarihi; C:17, Syf:138

[8] Sahih-i Müslim, Birr:33

[9] Sahih-i Buhari, Şehadet:10, Sahih-i Müslim, İman:143

[10] Sahih-i Buhari, Edeb:28, Sahih-i Müslim, Bırr ve Sıla:140

[11] Sahih-i Buhari, Edeb:124

[12] Hutbe-i Şamiye
 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.