Malatya İslamcılığı tartışılmaya devam ediliyor

Malatya İslamcılığı tartışılmaya devam ediliyor

Timetürk'ün başlattığı Malatya İslamcılığı tartışması devam ediyor. Yazar Ayhan Yıldırım, Özgünirade Dergisi'ne verdiği röportajda 'Ahlakı olmayan adam değildir' diyerek soruları cevaplandırdı.

Ayhan Bey “Malatya İslamcılığı, Türkiye İslamcılığının kimyasını bozdu” başlıklı bir makale yayınladınız. Tepkiler nasıl, bir geri dönüş aldınız mı?

Evet, bayağı bir geri dönüş aldım. Sadece Malatya’dan değil, Sakarya, Denizli, Konya, Bingöl ve diğer birçok ilden müspet-menfi geri dönüşler oldu. Mikro milliyetçiliğin yol açtığı zihinsel körelmeden kaynaklanan basit ve de sathi değerlendirmeler bir yana, yabana atılamayacak önemli değerlendirmeler vardı.

Sanırım en önemli değerlendirme Malatya’dan Necip Cengil Bey’den geldi. Necip Bey’in değerlendirmelerini nasıl buluyorsunuz?

Necip Bey’in değerlendirmelerinin bir kısmına katılmamak hakikatşinâslığa sığmaz. Said Çekmegil ekolü’nü es geçtiğim, ihmal ettiğim söyleniyor, evet eleştiren arkadaşlar haklı. Fakat bir hususa dikkatinizi çekmek isterim: Rahmetli Said Çekmegil Abi salih bir mümin, iyi bir mübelliğ, gayretli ve ihlâslı bir büyüğümüzdü. 1950’lerden 1990’lara kadar olan zaman aralığında köyden kente doğru akan göçün en yoğun olduğu dönemde, Malatya’da etrafındaki gençlerle ilgileniyor, sorunlarına çareler buluyor, sorduğu sorularla onların ufkunu açıyordu.

O dönem köyden kente göç eden ailelerin çoğunun nüfusu kalabalıktı. 7-8 çocuklu aileler vardı. Bu ailelerde yetişen gençler bugünkü çocukların gördüğü ilgiye mazhar olamıyorlardı. Bir de köyden kente taşınan kültürdeki katı ataerkillik özellikle çocuklar ile babalar arasında bir mesafeye yol açıyordu. İşte böylesi bir sosyo-kültürel ortamda Said Çekmegil gençleri muhatap alıyor, onlara sorular soruyor, kafalarında şimşeklerin çakmasına yol açıyordu. Bidat ve hurafelerle sarmalanmış din algılarını sorduğu sorularla tashih ediyordu. Aile ortamında adam yerine konmayan gençler toplumsal saygınlık ihtiyacını onun şefkatli yaklaşımında gideriyorlardı. Bu bakımdan Said Çekmegil’i her zaman hayırla yad ederiz.

Fakat şunu hemen ekleyeyim: Bazı arkadaşlar Said Çekmegil’i o kadar abartarak öne sürüyorlar ki adeta Frankfurt ekolüymüş de biz onu görmeme cehaletini göstermişiz tavrındalar. Bunu kabullenmek mümkün değil. Meseleleri çoğu zaman “Allah’ım eşyayı bana olduğu gibi göster” diyen Peygamber Efendimizin tutumuna uygun bir açıdan ele almıyoruz. Ya meseleleri izam ediyoruz ya da istihfaf yoluna gidiyoruz. Modernizm bize hızı ve sürati dayatıyor; gelenekse dinginliği, sürekliliği ve vasat olanı öneriyor. Bence vasat olan, eşyanın olduğu hal üzre ve mahiyetince kavranmasıdır. Said Çekmegil olduğu hal üzre bizim gönlümüzde yer etmiştir.

Ayhan Bey, makalenize yönelik eleştirilerden biri de ülke çapındaki bir meseleyi sadece bir şehrin üzerine yıktığınız yönünde. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz.
Evet, haklı olabilirler. Fakat bu eleştiriyi getirenlere “Malatya İslamcılığı” hakkında ne düşündüklerini soruyorum. Bir olgu olarak Malatya İslamcılığını reddetmeyerek cevap verme yoluna gidiyorlar. Ben de buradan Malatya İslamcılığı diye bir olgunun var olduğu sonucuna ulaşıyorum.

Tabii ki Malatya, Türkiye’den ayrı düşünülemez. Aynı şekilde Malatya İslamcığı Türkiye İslamcılığının bir cüzüdür, ondan ayrı düşünülemez. Özellikle İstanbul’da Malatyalı İslamcılar bir dönem çok hızlıydılar. Cuma tartışmalarının fetvasını veren ve tartışmayı asıl başlatanlar başkaları olsa da bunu bir dava haline getiren, bayraktarlığını yapanlar Malatyalı İslamcılardı.
Bir de “Geleneğin sahici, kümülatif birikimine dayanarak bir sistem kurma, külli ve cüzi nazariyeler üretme yerine sadece aforizmalarla dünyayı anlamlandırmaya ve kitleleri mobilize etmeye çalışıyorlar” tespitinde bulunuyorsunuz. Gelenekten kastınız nedir, biraz açabilir misiniz?

Elbette, bizim gelenekten kastımız cübbe, sarık, sakal, kavuk gibi libas-ı kadimeyi bugüne taşımayı amaçlayan nostaljik bir resim tersim etmek değildir. Gelenekten kastımız, İslam ilim, tefekkür, kültür, medeniyet, siyaset, fıkıh, kelam geleneklerini doğrusal bir şekilde takip etmek, bugüne taşımak, bağlamına oturtmak ve de geleceğe taşımaktır. Müslümanlar modernizmin dayatmasıyla şimdiye hapsolamazlar. Geçmişi bugüne, oradan da geleceğe taşımak tevhidî bakışın olmazsa olmazıdır.
Her bir Müslüman, bırakın Malatya’yı, bırakın Ortadoğu’yu, bırakın dünyayı, bütün evrenin asayişinden sorumludur. “Hoşça bak zatına çün zübdeyi alemsin, merdum-ı dide-i ekvan olan ademsin sen.” Afganistan’daki, Bosna’daki ve diğer yerlerdeki bebek mezarlarından, her bir Müslüman sorumludur. Tabii bu, kendi içinde bir otokrasi veya totalitarizm barındırmaz. Evrenin asayişinden kasıt, insandan börtüböceğe ve diger ecsam-ı semaviye dahil bütün bir mahlukatın asayişinin, huzurunun teminidir.

Bilimleri yeniden felsefi bağlamlarına oturtamazsak eğer, kompartımanlı zihinlerimizin ürettiği çok kişiliklilik girdabından ve açmazından kurtulamayız. Bir Müslüman’ın on dakika önce söylediğini yalanlar ve yadsır mahiyette konuşmasının İslami literatürdeki münafıklıkla hiç bir alakası yok. Tamamıyla felsefi bağlamlarından koparılan bilimlerin zihnimizde yol açtığı karmaşanın gerçeklik alanında tezahürüdür. Bu durumu düzeltmek ve yeniden tecessüs hissiyatının zirvede olduğu bir halet-i ruhiyeye kavuşmak bizim elimizde.

İkinci kuşak İslamcılar tabirini doğru buluyor musunuz?

Evet, tabii ki. Bu tasnifi Ali Bulaç abimiz yaptı, isabetli bir tasnif. İkinci kuşak İslamcılar, yaşayan bir sınıf. İslamcılar içinde kırk yaş üstü bir sınıfı teşkil ediyorlar. Yeni yetme üçüncü kuşak İslamcılar henüz onları pataklamaya başlamadıkları için şimdilik rahatlar diyebilirim.

İkinci kuşak İslamcıların durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İkinci kuşak İslamcılar, Soğuk Savaş döneminin politik, kültürel ve sosyo-psikolojik ortamında İslamcılık yaptılar. Dolayısıyla dönemin İslamcılığının karakteristiği olan tepkisellik ruhlarına sinmişti. Büyük meseleleri sloganla çözebileceklerini sanıyorlardı. Özellikle Türkiye İslamcılığı gelenekle arası açık olduğu için (özellikle İslami ilimler geleneği) birbirine zıt Mısır İhvanı İslamcılığını, Suud Selefi İslamcılığını ve de İran Şii İslamcılığını bir arada götürmeye çalışıyordu.

Özellikle 90’ların başında İslamcılıkla tanışan gençler İslamcılığa çok hızlı başladılar. Dinin zahiri kısmını, muamelatını başta çok abarttılar. Sakallı, kimi zaman sarıklı gençler namaza, gece namazına özen gösteriyorlardı. Hüküm Allah’ındı ve de derhal Allah’ın hükümleri ile hükmedecek bir düzen, bir devlet kurulmalıydı.

Hüküm Allah’ın oluncaya kadar cihad sloganlarıyla zihinsel potansiyelleri paralize edilen ve de İran marşlarıyla hissiyatları şahlanan gençler kalpleri tenvir, ruhları tehzib yerine yola, ağaca, pınara, esen yele, yağan kara, minarelerin ucuna, yıldıza, aya ve güneşe “hak yol İslam” yazmayı amaçlıyorlardı.

Ne var ki evren boşluk, ihmal ve de ciddiyetsizlik kabul etmiyordu. Bu denli büyük taleplerin, tahakkuku, vücut bulması çok ciddi projeler, çalışmalar gerektiriyordu. İkinci kuşak İslamcılar mucize gerçekleşmediğinden ve de onların inandığı şekliyle hüküm de bir türlü Allah’ın olamadığı için yavaş yavaş çözülmeye başladılar. İçlerinden kimileri, şartlar da müsaitleşince ilkin dinin direği (imadu’d-dîn) olarak gördükleri namazı terk ettiler. Namazı terk edince tabi psikolojik olarak büyük bir suçluluk duyuyorlardı. Kim bilir belki de iç konuşmalarında “Namazı terk ettiysem artık her şeyi yaparım, her haltı karıştırırım” gibi bir zebunluğa duçar olmuşlardı. Bu halet-i ruhiye ile bütün ahlaki ilkeleri, samimiyeti ve de haysiyeti boşlayarak dünyaya ve dünya malına saldırmaya başladılar. Dolayısıyla siyasal söylem belki baki kaldı ancak ilk önce yara alan zaten yeterince de tahkim edilmemiş ve bir terbiye haline getirilmemiş olan ahlaki değerler ve ilkeler oldu. Hatta bunlar için “dava adına” yapıldığına dair argümanlar (“fıkıh”) bile geliştirildi.

Daha sonra da işte sizin de benim de gördüğüm, ticaretinde, günlük işlerinde hiç bir ilkeye ve değere itibar etmeyen aç gözlü fakat yine de dava adamı pozundaki hilkat garibeleri çıktı. Bunlar, köşeyi dönmek için bin takla attıkları gibi değerleri de olabildiğine istismar etmekte bir beis görmeyen tipler.

Bunu neye dayanarak iddia ediyorsunuz?

Allah aşkına etrafınıza bir bakın. Müslümanlar hep bu tip “İslamcı”ların ticari ahlaksızlığından, paragöz oluşundan, işgal ettiği makamı kötüye kullandığından dem vuruyor. Bu yeterli değil mi?

Muhtemelen tarihin belirli dönemlerinde böyle sapkınlıklar, yozlaşmalar ve düşkünlükler ortaya çıkmıştır. Fakat bence o zamanlarda bu hastalıklara deva olarak İslam’ın irfanı derhal devreye girerek “Evlat terk-i salat etmen senin için bir zaaf olabilir ama sen her halükarda adamsın ve adam kalmalısın. Namazın dışındaki diğer değerleri örseleme, ayakaltına alma. Haysiyete, onura, şerefe, gözü tok olmaya, gayret ve himmet ehli olmaya devam et” diyerek ikazda bulunmuştur. Fakat modernizm İslam irfanının ortaya çıkmasına izin vermiyor. Kapitalizmin azgın pençeleri her yerden saldırıyor.

Bugün için bu tip ikinci kuşak İslamcılar ahlakı ve manevi değerleri yeniden kucaklamalılar. Çünkü onlar üçüncü kuşak İslamcıların mürebbileri olmaya adaylar.

Üçüncü kuşak İslamcılar için tavsiyeleriniz nelerdir?
Tavsiye etme makamında değilim. Sadece düşüncemi paylaşabilirim. Bence üçüncü kuşak İslamcılar, tecessüs ruhunu daima diri tutmalıdır. Sadece insanlığın yaşam alanı olan dünyanın değil bütün evrenin asayişinin, emniyetinin ve huzurunun İslam’da olduğunun bilincinde olsunlar.

Evet, Fukuyama haklı, insanlık sosyo-kültürel evrimini tamamlamıştır. Teorik olarak liberal demokrasi insanlığın ulaştığı en kâmil evredir. Fakat Batı liberalizmi ve demokrasisi insanlığa sahte ve geçici mutluluklar sunuyor. Bence İslam’ın asr-ı hazıra takdim edeceği liberalizm insanlığa Batının liberalizminden daha fazla saadet ve huzur sağlayacaktır.

Özellikle Kur’an’da “Leste aleyhim bimüsaytır” (Sen onlara zorla bir şey yaptıracak değilsin) hitabına maruz kalan Peygamber-i Azimüşşan’ın insanlığa sunacağı özgürlüğün çağdaş liberalizmlerin ötesine geçebileceğini düşünüyorum.

Bir de üçüncü kuşak İslamcılar sadece kuru dava adamı olma endoktrinasyonuna karşı uyanık olmalılar. Müslüman aşk ehlidir, ahlak adamıdır; kuru dava adamlığı insanlığa tarihin hiçbir döneminde huzur getirmemiştir.

Ahlakı, erdemi ve de haysiyeti boşlayan bir kısım ikinci kuşak İslamcılar, bırakın uzak-yakın geçmişi, bir önceki günlerine, yani daha demincek kabilindeki dünlerine esatirülevvelin muamelesi yaparak Demirel sendromu göstermişlerdir. Bu anlamda üçüncü kuşak İslamcılar ahlaki değerleri her şeyin üzerinde tutmalıdırlar.(özgünirade)

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.