Arapa Baharı ve Suriye`deki Yansıması-3

Arapa Baharı ve Suriye`deki Yansıması-3

Hür Dava Partisi (HÜDAPAR)’ın hazırlamış olduğu Suriye Raporu’nun 3.bölümünü yayınlıyoruz.

VI. ARAP BAHARI VE SURİYE’DEKİ YANSIMASI: ÜLKEDEKİ İÇ SAVAŞ
A. ARAP BAHARI VE DÜNYADAKİ YANSIMASI

Bugün Suriye’de yaşananları anlayabilmek, ancak dünya konjonktüründe olayları çözümlemekle mümkündür. Suriye bir domino taşıdır ve ilk taş Tunus’ta düşmüştür.

17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta limon tezgâhına el konulması sonucu kendini yakan Muhammed Buazizi, aslında Afrika ve Ortadoğu’da patlamaya hazır bir dinamitin fitilini ateşledi.

Tunus ve benzeri birçok ülke; despot ve mutlak monark iktidarların, şahısların ve zümrelerin baskıları, yıldırma politikaları ile mücadele fırsatı buldu, başkaldırdı. Bu başkaldırı; iktidarlar, sınırlar ve coğrafyaları büyük bir değişimle buluşturacak, kurulu dünya düzenini değiştirecekti.

Arap Baharı olarak adlandırılan bu değişim/dönüşüm kimi otoriteler tarafından planlı, halklar tarafından ise spontane ve sosyal patlama olarak görüldü.

Olayların başlangıç yeri olan Tunus,  1956 yılında Fransızlardan bağımsızlığını kazanmıştır; bağımsızlığın hemen ardından gelen yönetimin de Fransa emperyalizminin gölgesi(demokratik söylemlerle) olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fransa’nın kişilerin inançları ve düşünceleri üzerinde oluşturduğu baskı, ilk cumhurbaşkanı Habib Burgiba’nın da faaliyetlerinin bir kısmını oluşturacak ve Fransız yönetimi ile despot bir cumhurbaşkanının insanlar için bir farkı olmayacaktır. Fransa ile askeri çatışmaya varan anlaşmazlıkları olmasına rağmen halk üzerindeki olumsuz idaresi, Fransa dönemini aratmıştır. Nitekim 1981 yılında bayanların başörtü ile okullara, kamu binalarına… girmeleri yasaklanmıştır. Bu dönemde, Tunuslu kadınların Tunus folklörüne bağlı olması şeklinde bir dayatma başlamış ve hicab[23]ın ithal olduğu propagandası yapılmıştır.

Kasım 1987 yılında dönemin başbakanı Zeynel Abidin bin Ali, kansız bir darbeyle cumhurbaşkanlığını Burgiba’nın elinden almıştır. Zeynel Abidin bin Ali döneminde de İslami yaşam ciddi bir tehdit olarak görülmüş, başörtü kamuya açık yerlerde de yasaklanmıştır. Elbette sorun sadece kişilerin inanç ve düşüncelerinin ülkede baskı unsuru olması değildir. Ekonomi gittikçe zayıflamış; yoksulluk, Tunusluları önemli ölçüde rahatsız etmiştir. İşsizlik, ülkenin en büyük sorunlarından biri haline gelmiştir. Devlet yöneticilerinin pastadan en büyük payı aldığı, halkın ise sefalete mahkûm edildiği Tunus, 2010 Aralık’ında büyük protesto gösterilerine sahne olmuş, bu protestolar devlet başkanı Zeynel Abidin bin Ali’nin ülkeden kaçmasına yol açmış ve yeni, modern, demokrat, adil bir düzen sağlanacağı zannı oluşturmuştur. Oysa bugün Tunus, bu dönüşümü sağlamış olmasına rağmen büyük problemlerle iç içedir.

Şüphesiz, Yasemin Devrimi olarak adlandırılan Tunus devriminin en önemli süjelerinden biri Nahda Partisi’dir. 1981 yılında İslami eğilimi baz alarak Abdülfettah Muru (Moro) ve Raşid Gannuşi’nin kurmuş olduğu bir hareketin 1989 yılında partileşmiş hali olan Nahda Partisi, eşitlik, adalet ve fikir özgürlüğü gibi insanın en tabi hürriyetlerini kapsayan taleplerle halkın karşısına çıkmış, seçimlerde kayda değer başarılar göstermiş, bu başarılar Zeynel Abidin bin Ali tarafından yadsınarak parti ve üyeleri üzerinde ciddi baskılar oluşturulmuştur. Bu baskılar partinin yer altına çekilmesine ve üyelerinin yurt dışına kaçmasına sebep olmuştur. Gannuşi de ülkesinden sürgün edilmiştir.

Gannuşi, Zeynel Abidin bin Ali’nin ülkeden kaçması ile Tunus’a geri dönmüş, Nahda Partisi tekrar siyaseten tanınmış ve 2011 yılındaki seçimleri koalisyonla kazanarak başbakan seçilmiştir. Bugüne kadar geçen 3 yıllık süre içerisinde ise bin bir umutla beklenen Gannuşi istifa etmek zorunda kalmış, Gannuşi’nin yerine geçen yine Nahda Hareketi’nden olan başbakan Hamadi Jebali de çok geçmeden görevinden ayrılmıştır. Ülkede İslami hareket üzerinde ciddi bir baskı oluşmuştur.

Tunus, yapı itibariyle sol kesimi güçlü olan bir ülkedir. Bununla birlikte ülkede selefi gruplar ve Hristiyanlardan da bahsedilmesi gerekir.

Gannuşi’nin demokratik seçimleri kazanarak ülkenin başbakanlığını yürüttüğü günlerde, bazı selefi grupların sol ve Hristiyan kesim üzerinde ciddi baskıları oluşmuş, bunun sonucunda bir bunalım yaşanmıştır. Gannuşi hükümeti, bu İslami gruplara göz yummakla suçlanmış ve yeni başbakanın istifa etmesi için protestolar düzenlenmeye başlamıştır. Gannuşi, “Ben baskıcı bir lider değilim.” diyerek görevi bıraktı, yerini yine Nahda Partisi’nden Hamadi Jebali aldı. Jebali dönemi yine Nahda için şanssızlıklarla dolu bir dönem oldu. Solcu liderlerden Şükrü Belayid ve başka bir muhalif Muhamed Brahmi aynı yıl içerisinde öldürüldü. Suikastlar sonucunda Nahda Partisi sorumlu olarak gösterildi ve parti binaları ateşe verildi. Bu suikastlar aslında muhalif kesime değil, İslami harekete yönelik yapılmıştı. Halkta oluşturulan bu tepki ile dünyada eşi benzeri olmayan ılımlı söylemleri ile entelektüel siyasetin öncüsü Nahda’ya yönelik nefret, bir furya halinde yayılmıştı. Bu, halkın başlattığı devrimi başkalarının sürdürdüğünün en büyük kanıtıydı.

Tunus’tan hemen sonra Mısır’da Müslüman Kardeşler teşkilatı tabanı, Hristiyanlar ve ülkede yolsuzluktan mustarip olan kesimler, bir başka diktatör Hüsnü Mübarek’e karşı 25 Ocak 2011’de başlayan barışçıl gösteriler düzenledi. Ordunun da politik bir manevrayla göstericilerin yanında yer almasının ardından, İsrail’in kendine en büyük destekçi olarak gördüğü Hüsnü Mübarek 30 yıllık iktidarının ardından 11 Şubat 2011’de istifa etti ve halk hareketi kısa sürede başarıya ulaştı gözüktü. Ülke, uzun süre ordunun hâkimiyetinde kaldı ve demokratik seçimler ancak 2012 yılının Haziran ayında yapılabildi. 30 Haziran 2012 tarihinde Muhammed Mursi, Müslüman Kardeşler hareketinin bir mensubu olarak Mısır’ın seçimle yönetime gelen ilk devlet başkanı oldu.

Mursi’nin devlet başkanı olduğu dönemde, Hüsnü Mübarek taraftarı olup halk ayaklanması sırasında göstericilere saldıran ve Baltacılar olarak bilinen grup üyeleri yargılandı. Muhalifler tarafından, istihdamda Müslüman Kardeşler üyelerinin kayrıldığı iddia edildi ve gerginlik yaratıldı. Mursi, zayıf bir ekonomi ile ülkeyi yönetmeye çalıştı, bu süreçte Katar, Mursi’yi IMF ile anlaşmaya ikna etme yönünde çaba sarf etti. Sina Yarımadası’nda Mursi’nin görev yaptığı dönemde ciddi karışıklıklar oldu, bazı radikal gruplar ile Hristiyanlar arasında gerginlikler yaşandı, yine yarımadada Mısır askerleri defalarca saldırılara uğradı, bu saldırıların bazıları Mısır ile Gazze arasındaki tünellerden gerçekleştirilince muhalefet Hamas’ı hedef gösterdi, tüneller su ile dolduruldu. Mübarek döneminde keyfi uygulamalara sahne olan Refah Sınır Kapısı, bu dönemde açıldı ve Gazze rahat bir nefes aldı.

Tüm bu yaşananlar birçoklarının gözünde İslami hareketin darbe alması gerektiği hesaplarını yaptırmış ve Muhammed Mursi, 3 Temmuz 2013 tarihinde bir askeri darbeyle görevinden alınmıştır. Darbenin ardından Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ülkeye ekonomik yardımda bulunmuştur. 2014 yılı içerisinde de Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilatı liderleri ve yöneticileri göz altına alınmış, tutuklanmış, önce 528, ardından da teşkilat rehberlik konseyi mürşidi Bedii dahil 682 kişi daha idama mahkum edilmiştir. İlk dalgada 37 idam kararı yasalar gereği onayına sunulduğu müftü tarafından tasdiklenmiş, geri kalan kişilerin cezaları müebbet hapis cezasına çevrilmiştir. Ülkede ve tüm dünyada idam kararlarına yönelik protesto eylemleri süregelmektedir. Arap Baharı, bir kez daha demokrasi yolunda sendelemiştir. Darbeye göz yuman ama göz boyamak maksatlı idamlara ses yükselten Batı, ikiyüzlülüğünü bir kez daha göstermiş; Körfez ülkelerinin de İslami hareketlere yönelik her operasyonun finansörü olduğu gözler önüne serilmiştir.

Arap Baharı’nın en büyük yansımalarından diğeri ise Libya’da yaşandı. 1969 yılından 2011 yılına kadar yönetimde olan Muammer Kaddafi, anti-emperyalist ve anti-siyonist bir kimlikle tanındı. Mısır ve Tunus’un aksine, halkın refah durumunun oldukça yüksek olduğu ve bir dönem kabileler arasındaki çatışma dışında ülkede toplumsal bir çatışmanın olmadığı Libya’da, Muammer Kaddafi 2011 yılındaki halk ayaklanmasında linç edilerek öldürüldü.

Kaddafi, sosyalizm ile İslam’ı harmanlama iddiasıyla, farklı bir inanç sistemi geliştirmişti. Bununla birlikte Amerika’ya karşı soğuk bir tavır takınarak Amerikan karşıtı her türlü organizasyonda yer almıştı. Ülkede, bölgenin en büyük üssü kurulu olan Amerika, Kaddafi tarafından ülkeden kovulmuştur. Çad, Uganda, Orta Afrika gibi ülkelerde İslami tebliğ evleri kurarak finanse etmiş, ölümünden sonra yardımlar kesilmiştir. Ülkenin başında olduğu dönemde Libyalıların refah durumu oldukça yüksektir. Dolayısıyla Libya’da başlayan olaylar şaşkınlıkla karşılanmış ve dışarıdan kontrol edildiğinin en açık işareti olmuştur. Buna rağmen Kaddafi’nin ülkedeki İslami yapılar dâhil muhaliflere yönelik baskısı göz ardı edilmemelidir. Nitekim Ebu Salim hapishanesinde sadece bir günde 1.000 kişinin üzerinde insan katledilmiştir. Tüm bunlara rağmen Libya, insan hakkı ihlalleri göz önüne alındığında Tunus ve Mısır’dan çok sonra gelmektedir. Diğer iki ülkede ihtiyaca binaen patlak veren olaylar, Libya’da dış güçlerin kontrolünü gözler üstüne sermiştir. Nitekim gösterilerin ve çatışmaların ardından İtalya, Amerika, Fransa güçleri vakit kaybetmeden Libya’yı vurmuş ve Kaddafi büyük yaralar almıştır. Bugün ise Libya adeta silahlı milis cenneti haline gelmiş, istikrardan uzaklaşmıştır. Başbakan kaçırılan, bakanlar kurulu güvenlik nedeniyle parlamento dışında gizli yerlerde toplanan, büyükelçilikleri patlatılan Libya, Irak’ı aratmamaktadır.

Arap Baharı’nın sıçradığı bir diğer ülke Bahreyn’de Sünni azınlığa mensup iktidar, ülkenin çoğunluğu olan Şiilere karşı baskıcı bir politika yürütmektedir. Bahreyn yönetimi, Suudi Arabistan himayesi altında olup tamamen barışçıl gösterilere karşı ciddi bir baskı örneği sergilemektedir. Ülke Suudi Arabistan ve Ürdün’den asker desteği almış ve göstericilere yönelik işkence gibi insanlığa karşı suçlar işlemektedir. Buna rağmen herhangi bir tepki görmemektedir.

Arap baharı olarak ifade edilen yenilenme sadece bu dört ülkede değil, Yemen, Cezayir, Fas gibi birçok ülkede teşebbüste kalmış, fakat dünyanın kutuplarını çözmekte yardımcı olmuştur. Dünyanın süper güçleri, demokrasi çığırtkanlığını sadece kendilerinin belirlediği isimlerin yönetime gelmesi için yapmış ve enerjilerini bu yönde sarf etmiştir. Nitekim ülkelere göre tavır ve davranışları büyük farklılık arz etmektedir.

Belli ki Tunus’ta büyük bir birikimin neticesi olarak patlak veren devrim, Mısır, Bahreyn, Yemen gibi ülkelerde sonuca ulaşamamıştır. Kitleler, halk hareketinin öncüsü olmuş fakat emperyalizm de boş durmayarak ülkelere son şeklini vermek için müdahil olmuştur. Tunus ve Mısır’da yaşanan terör olayları, ülkelerdeki istihbari projelerin neticesi olarak meşru yönetimlerin indirilmesi girişimidir. Nitekim ne Müslüman Kardeşler ne de Nahda hareketi, ülkelerinde Hristiyanlara yönelik terör faaliyetlerini destekleyecek oluşumlar değildir. Bu yaşananların planlı ve maksatlı oldukları, demokratik seçimlerle yönetime gelen kişilerin ülkedeki kargaşayla yönetimden indirilmek istendikleri açıktır. Mısır’da bu süreç darbeyle tamamlanmış, Tunus’ta ise yönetenler istifaya zorlanmıştır. Bugün, Nahda hareketinin atadığı valiler dahi görevden alınmaktadır.

Emperyalizm, gösterilerin daha az şiddetli olduğu Bahreyn gibi ülkelerde ise müdahil olmak yerine seyretmek ve hatta bastırmak görevini üstlenmiştir. Çünkü gösteriler, yönetimi devirecek kadar kapsamlı ve büyük değildir, o halde susturmak gerekir. Mısır ve Tunus’ta ise gösteriler azımsanmayacak kadar büyük olunca, mevcut diktatörlerin düşeceği görülmüş ve kontrollü bir düşüş istenmiştir.

Libya ise farklı bir noktadan bakılması ihtiyacını hissettirmiştir. Yine bir diktatör olan Kaddafi, diğerlerinin aksine ülkesinde ekonomik düzeyi yüksek bir halka liderlik etmiş, dünyaya farklı bir imaj ithal etmiştir. Kaddafi’yi ölüme götüren sadece anti-Amerikan bir kimliğe sahip oluşu değil, ciddi bir petrol rezervine sahip ülkede bu sermayenin birçok ülke tarafından paylaşılması isteğidir. Nitekim bugün ülke parçalanmanın eşiğine gelmiş, petrol bölgeleri silahlı grupların eline geçmiş ve silahlı gruplar kendi finansörleri olan ülkelerin adeta temsilciliğini yapmıştır. Böyle bir Arap baharı, halkın hürriyet isteği üzerinden yine halkın sömürüldüğü bir düzenin başlangıcı olacaktır.

B. SURİYE’Yİ İÇ SAVAŞA GÖTÜREN SÜREÇ

1970 yılındaki darbeyle devletin başına geçen Hafız Esad, hem yeni bir darbeyle karşı karşıya kalmamak, hem de halkın üzerinde tam bir otorite sağlamak amacıyla ülkeyi tam bir istihbarat cehennemi haline getirdi.

Suriye, geneline el-Muhaberat adı verilen, dört ana kola ayrılan ve alt yapılanmalarla birlikte 10 dolaylarında istihbarat servisine ev sahipliği yapan bir ülkedir. Bu ana istihbarat kolları, Esad’ın kendisinin de havacı olması hasebiyle ciddi bir hâkimiyetinin olduğu Hava İstihbaratı, Genel İstihbarat, Askeri İstihbarat ve rejimin muhalifler üzerindeki gözü olan Siyasi Güvenlik İstihbaratı’dır.

Bu dört ana istihbarat kurumu birbirinden habersiz ve bağımsız çalışmaktadır. Ortak bir veri bankasının olmaması dolayısıyla halk çoğu kez aynı nedenlerden dolayı farklı istihbarat kurumlarınca sorgulanmakta, işkence görmektedir.

Suriye’de, Türkiye’deki Jitem yapılanmasına benzer bir başka istihbari-askeri yapılanmadan daha söz etmek gerekir. Bu yapılanma, bugün rejim tarafından ciddi bir şekilde yararlanılan Şebbiha yapılanmasıdır. Sayıları yaklaşık 10 bini bulan bu yapı, ülkede ayaklanmalara karşı kullanılmış, bizzat Esad ailesi tarafından kontrol edilmiştir. Bu yapı içerisindeki kişiler Nusayri olup, güvenlik güçleri ile birlikte baskınlara ve operasyonlara katılmaktadır. [24]

Bu kişiler eğitimsiz, cüsseli, gözü kara kişilerden ve hatta azılı mahkûmlardan seçilmekte;  Suriye’deki birçok gayr-ı meşru işin bu grup tarafından organize edildiği belirtilmektedir.[25]

Suriye içerisinde bu yaygın istihbarat ağı, kişileri büyük bir korku ile yüzleştirmiş, fikir hürriyetini büyük bir biçimde engellemiştir. Bununla birlikte ülkede adalet sistemi ciddi bir rüşvet çarkıyla yürütülmüş, fakirlerin yargılanıp mahkûm edildiği belki de ortadan kaldırıldığı; zenginlerin ise kurtulduğu bir yargı sistemi oluşmuştur.

Korku her yerde hissedilmiş, fikir hürriyeti yok edilmiş, konuşanlar istihbarat örgütlerinin suikastları veya işkenceleriyle yok edilmiştir. Ortadan kaybolan kişilerin yakınları, olayların üzerine gidememiştir. Bu dönemler, bir faks almak için içişleri bakanlığının onayının gerektiği dönemlerdir.[26]

Hafız Esad, 1994 yılında veliaht olarak topluma benimsetmek için çaba gösterdiği büyük oğlu Basil’i şüpheli bir kazada[27]kaybetmesinin ardından, yerine Beşşar’ı varis bırakmaya karar vermiş ve devlet kadrolarını bu amaçla büyük bir temizlikten geçirmiştir. Bu temizlik, Beşşar’ı yönetimde görmek istemeyecek olan kişilere yönelik büyük bir tasfiyedir. Bununla birlikte Beşşar da önce askeri okula yazılmış, sıkı bir devlet eğitiminden geçmiş ve devlet idaresine hazır bir hale gelmiştir.

Beşşar Esad, babasının ölümünün ardından yönetime küçük çaplı reformlar yaparak geldi, kabinesini genç, dinamik ve kendisi gibi Batı’da eğitim görenlerden kurdu, ülkesindeki genç nüfusun üzerinde bir etki bırakmak istiyordu. Hem ülke hem dünya medyası, Beşşar’ı yolsuzlukla mücadele edecek reformist bir isim olarak deklare ediyordu. Yurt dışında okurken tanıştığı, ülkenin önemli Sünni ailelerinden birinin kızı olan Esma ile evliydi. Bu, ülkedeki Sünni kesime de bir göz kırpma anlamı taşıyordu.

Beşşar Esad’ın ülkede sempati kazandığı Şam Baharı, babasından farklı bir yol izlediğini göstermektedir. Bahar olarak adlandırılan bu reform hareketi her ne kadar yeterli olmasa da insanların bir nebze nefes almasını sağlamıştır.

Buna göre politik toplantılar serbest bırakılmış, özel gazetelerin yayımlanmasına izin verilmiş, istihbarat örgütleri biraz daha geri plana çekilmiş, yabancı sermayenin ülkeye girişine izin verilmiş, döviz serbest bırakılmış ve yurt dışına çıkışlar rahat hale gelmiştir. Fakat bu bahar uzun sürmemiş ve Suriye derin devleti bu gidişattan rahatsız olarak, Esad’ın bu reformları geri çekmesini istemiştir. 2001 yılının 11 Eylül’ünde ABD’de yaşananlarla birlikte Baas, Esad’ı bölgesel korku ve terör ile uyarmış, demokratikleşmenin zamansız olduğu baskısı yapmıştır. Bunun üzerine Esad, reformları askıya almış, bazı aktivistleri tutuklamış, başlayan Irak işgalinin istemese de bir tarafı olmuştur. Çünkü o dönemde 3 milyon Iraklı, Suriye’ye göç etmiştir. Bununla birlikte Suriye’nin, İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile yakın ilişki içerisinde olması; Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkeleri hoşnut etmemiş, ABD’ye Esad yönetiminin de bir tehdit oluşturduğu baskısı yaratmıştır. Bu karmaşa, Esad’ın ülkedeki açılımcı politikasını iyice geciktirmiş ve ülke eski günlerdeki gibi rüşvet, yolsuzluk gibi suçlarla anılmaya başlamıştır. Türkiye, böyle bir ortamda Suriye ile yakınlaşmıştır.[28]

BM Güvenlik Konseyi’nin 2004 yılında aldığı bir karar, daha önce Lübnan’daki iç savaş dolayısıyla ülkeye yerleşen Suriye güçlerinin geri çekilmesini kapsıyordu, nitekim Esad istemese de güçleri çekti ve 2005 yılında Beyrut’ta Lübnan eski başbakanı Refik Hariri bir suikast sonucu öldürüldü. Bu suikast tüm çevreler tarafından Suriye ve Hizbullah üzerine yıkıldı. Oluşturulan komisyonlar bağımsız davranmıyor ve sonucu Suriye aleyhine hazırlama çalışıyorlardı. Tüm bunların aksine 2010 yılında öldürülen Hariri’nin oğlu Saad Hariri, babasını Esad’ın öldürmediğini belirtiyordu.[29] Bu dönem, Esad ve Hizbullah’ın ayrı kampanyalarla bitirilmesinin önünü açmıştı. 2006 yılında İsrail, Lübnan ve Filistin’e saldırmış, Hizbullah da saldırıyı geri püskürtmüştü. Emperyalizm yanlısı Arap ülkeleri, ABD ve İsrail’e, Hizbullah ve Esad’ın bitirilmesi için finansör olmayı dahi göze almışlardı. Nitekim Hizbullah’a en büyük yardımı İran ve Esad yapıyor, iki güç arasında aracılık faaliyeti yürütüyordu. Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerde görmediğimiz bir bahar; kendi lehlerine çalışmayan herkesi süpürecek, istemedikleri insanların yönetime geldiği yerlerde ise taze yönetimler düşürülecekti.

C. SURİYE İÇ SAVAŞI’NIN GENEL GÖRÜNÜMÜ

Ocak 2011’de dünyadaki gelişmelerden heyecanlanan bazı gençlerin duvarlara yazı yazmaları sonucu istihbarat tarafından gözaltına alındıkları ve işkence gördükleri bilinmektedir. Çocuklarının kendilerine teslim edilmesini isteyen ailelerin yapmış olduğu küçük gösterilerle bir hareket başlatılmıştır.

Rejim, işkence iddialarını yalanlamış ve çocuklar serbest bırakıldıktan sonra bir provokasyon dalgası ile halkın planlı bir şekilde toplandığını açıklamıştır. Bu gösterilerin en büyüğü 15 Mart’ta Dera’da yaşandı ve ayaklanmaya öncü oldu. Dera’da yaşanan protestolara rejim ve istihbarat örgütlerinin tepkisi sert oldu, nitekim gözaltına alınan onlarca kişi en ağır işkencelerden geçirilerek öldürüldü. Protestolar, bu kez ailelerin gözaltındaki yakınlarının bırakılması talebini içeriyordu.18 Mart’taki gösterilerde hayatlarını kaybedenler oldu.

İstihbaratın gözaltına alıp öldürdüğü kişilerden biri 13 yaşındaki Hamza Ali el Hatip’ti. Hatip, istihbarat tarafından sorgulanmış, vücudunda yanıklar ve çürükler bırakılmış, hatta cinsel bölgeleri parçalanmış ve cesedi gözaltına alındıktan tam bir ay sonra ailesine teslim edilmişti. Tüm bunlar, halkın rejime karşı iyiden iyiye nefret duymasına yetiyordu.

Gösteriler kısa bir süre sonra güvenlik güçlerinin hedefi haline gelmiş ve birçok kişi açılan ateş sonrasında hayatını kaybetmiştir. Öldürülen göstericilerin cenaze törenleri de şiddete maruz kalmış ve ölümler meydana gelmiştir. Sadece Mart ayında 100’ün üzerinde ölüm gerçekleşmiştir.

Rejim bu iddiaları reddetmekte, tüm bu ölümlerin provokasyonlar neticesinde yaşandığını ifade etmekte ve rejimin zor durumda bırakılması için planlandığını belirtmektedir. Buna gerekçe olarak da Esad’ın Mart ve Nisan ayları içerisinde yapmış olduğu toplantılar sonucunda olağanüstü halin kaldırılması, Kürtlere kimlik verilmesi, tutuklananların serbest bırakılması, milli güvenlik mahkemelerinin kaldırılması ve izin kaydıyla gösterilere müsaade verilmesi kararlarının altına imza atılmasını göstermektedir.           

Bu kararlara karşın protestolar dinmemiş ve olanca şiddetiyle devam etmiştir. Nisan ayında da onlarca ölüm gerçekleşmiş, ülkeden kaçanlar Lübnan’a sığınmıştır.

Mayıs ayı içerisinde birçok Batı ülkesi ve uluslararası kuruluştan Esad’a halk üzerindeki baskısını sona erdirmesine yönelik mesajlar yayımlanmıştır. Esad ve bazı devlet adamları uluslararası kuruluşların yaptırım listesine alınmıştır.

4 Haziran 2011 tarihinde ise ilk silahlı çatışma yaşanmıştır. 120’nin üzerinde güvenlik görevlisi hayatını kaybetmiştir. Olayların başlangıcından silahlı çatışmaya dek hayatını kaybeden gösterici sayısı 500’ün üzerindedir.

Temmuz ayı içerisinde ordudan kaçıp rejime karşı savaşmak isteyen kişiler bir araya gelerek Özgür Suriye Ordusu isimli bir örgüt kurdu. Başkomutanlığını,   8 Aralık       

2012 tarihine kadar Riyad el Esed isminde eski bir Suriye Hava Kuvvetleri mensubu asker yapmıştır. Özgür Suriye Ordusu, muhaliflerin belli bir nizam ve hiyerarşi içerisinde rejime karşı mücadele etmesini öngörmüş olmasına rağmen bu grup haricinde ülkede birçok farklı silahlı güç oluşmuştur.

Bu süreçte, kısa bir zaman öncesine kadar yakın ilişki içerisinde olan Türk ve Suriye hükümetleri arasında gerginlikler yaşanmış; Türk hükümeti, Suriye’nin kendi tavsiyelerine kulak vermediğini belirtmiş ve ilerleyen dönemlerde diplomatik ilişkiler kesilmiştir. Ahmet Davutoğlu reform taleplerini iletmek için birçok kez ülkeye gitmiştir. Esad ise reformları kabul etmesine rağmen, gösterilerin sürekli artmasını ve muhalefetin dış güçler tarafından gizli bir şekilde silahlandırıldığının bilindiğini her demeçte dile getirmiştir. 2011 yılının Ağustos ayında Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Beşşar Esad ile 6 saat süren bir toplantı gerçekleştirmiştir. Toplantıda Suriye meselesinin tıpkı Türkiye meselesi gibi sahiplenildiği; Türkiye’de, olaylar henüz kısa bir süre önce başlamış olmasına rağmen an itibariyle 7 bin’in üzerinde Suriyeli olduğu vurgulanmıştır.

Esad, televizyon konuşmalarında reform sözleri vermesine rağmen gösteriler hız kesmeden devam etmiş, güvenlik güçleri ile göstericiler arasında ciddi çatışmalar yaşanmıştır.

23 Ağustos tarihinde, muhaliflere önceden ev sahipliği yapan Türkiye, bu kez muhaliflerin bir çatı altından kontrol edilmesi maksadıyla oluşturulan Suriye Ulusal Konseyi’nin de ilan edildiği yer olmuştur. Suriye Ulusal Konseyi, Suriye halkının meşru temsilcisi olarak deklare edilmiş ve Çin, Rusya, Avustralya gibi birkaç ülke dışında kabul görmüş, bazıları tarafından da resmen tanınmıştır.

Sürecin en önemli gelişmelerinden bir tanesi, Arap Birliği tarafından Suriye’ye gönderilen gözlemci heyeti ile ilgilidir.

2011 yılının Aralık ayında Suriye’ye giden gözlemci heyetinin başında Sudan asıllı General Muhammed Ahmed Mustafa el-Dabi bulunmuştur. El-Dabi ve gözlemci heyeti, Suriye ziyaretlerinin ardından Humus’ta yaşananların anlatıldığı gibi olmadığını, şehrin sakin olduğunu ve orada oldukları sürede çatışma görmediklerini belirtmiş[30]; ilk raporlarında da silahlı grupların halka ve güvenlik güçlerine saldırdığı ifade edilmiştir.[31]           

El-Dabi, bu beyanlarının ardından medya tarafından aforoz edilmiş ve zaten Darfur’daki katliamlardan da sorumlu olduğu, sözüne itibar edilmemesi gerektiği gibi bir kampanyayla karşı karşıya bırakılmıştır. Görevinden alınan El-Dabi’nin söylediklerine benzer şeyler, ülkeyi ziyaret eden gazeteci gruplar tarafından da söylenmiş fakat basında yer almamıştır.

11 Kasım 2012’de, Katar’ın başkenti Doha’da bir araya gelen muhalifler; ‘Suriye Muhalif Ve Devrimci Ulusal Güçler Kalisyonu’ isimli çatı örgütü kurarak başkanlığına Muaz el Hatip’i getirmiştir. Yapı, ABD, Avrupa ve Arap ülkelerinin birçoğu tarafından tanınmaktadır. Koalisyon, Suriye muhalefetinin parlamentosu niteliğindedir. Özgür Suriye Ordusu ve Suriye Ulusal Konseyi bu çatı altındadır. 2012 yılının Aralık ayında Antalya’da bir araya gelen bu yapı, Ortak Askeri Komuta Konseyi’ni yani koalisyonun genelkurmay başkanlığını kurmuş ve Selim İdris’i, Riyad el Esed’in yerine göreve getirmiştir.[32]

İç savaş, devam ettiği üç yıl boyunca yüzbinlerce ölü ve yaralı, milyonlarca da mülteci bırakmıştır. Rejim ve muhalifler arasındaki çatışmalar halen devam etmekte, ülkede binlerce insan açlık ve sefaletle mücadele etmektedir. BM veya NATO müdahalesi konuşulmuş olsa da Rusya ve Çin’e rağmen müdahale söz konusu olmamıştır.

Bugün tüm şiddetiyle devam eden savaşta, defalarca kitle imha silahlarının kullanıldığı belirlenmiştir. BM müfettişlerinden Ake Sellström’in hazırladığı rapor ile Guta, Han El-Assal, Saraqueb ve Ashrafiah bölgelerinde kimyasal silah kullanıldığı tespit edilmiştir.[33] İran cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de kimyasal silah kullanımını eleştirmiştir.[34]

BM, ülkedeki kimyasal silah kullanımını kınamış, ABD ve Rusya da kimyasal silahların ülkeden çıkarılması konusunda anlaşmıştır. Bunun sonucunda ülkeden tehlikeli silahların çıkarılmasına başlanmıştır.[35] BM, son olarak Nisan ayında ülkedeki kimyasal silahların %92,5’inin çıkarıldığını açıklamıştır.

İç savaş süreci Cenevre I ve Cenevre II konferanslarıyla uluslararası kamuoyu tarafından bitirilmek istense de muhalefetin tek çatı altından kontrol edilememesi ve tarafların iradelerinin uyuşmaması, genel ateşkesi dahi imkânsız hale getirmiştir. 2014 yılı içerisinde gerçekleştirilen Cenevre II görüşmelerine muhalefetin temsilcisi olarak giden Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Güçler Koalisyonu’ndan, görüşmelere karşı çıkan Suriye Ulusal Konseyi ayrılmıştır. Suriye Ulusal Konseyi, koalisyonun en önemli öğelerinden biri ve Özgür Suriye Ordusu’nun askeri kanadıdır. Ayrılışının gerekçesi, Suriye’nin geleceğinin Batı tarafından belirlenmemesi isteğidir. Konsey, çok yakın bir zamanda koalisyona tekrar katılma kararı almıştır.[36]

Suriye iç savaşı, Türkiye ile Suriye hükümetlerinin ilişkilerini bitirmiş olması; Suriye, İran, Hizbullah, Rusya, Çin blokuna karşılık ABD, Batı ve Türkiye bloku oluşturması açısından önemlidir. Savaşın sonucu açısından ise öngörüde bulunmak bugünkü koşullarda olası değildir.

D. SURİYE MUHALEFETİNİN SİYASAL YAPILANMASI[37]

Suriye muhalefetini uluslararası arenada Suriye Ulusal Konseyi ve Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Güçler Koalisyonu temsil etmektedir. Suriye Ulusal Konseyi, Cenevre II görüşmelerinin yapılmasına karşı çıkması sebebiyle koalisyondan ayrılmış, henüz yakın bir zamanda yeninden dönme kararı almıştır. Suriye Ulusal Konseyi, koalisyonun 60 sandalyesinden 22’sine sahipti.

Koalisyonun mevcut lideri Ahmet el Carba’dır. Koalisyon, 2013 yılının Mart ayında İstanbul’da gerçekleştirdikleri bir toplantı ile geçici hükümet kurmuş ve başbakanlığa Kürt asıllı Gassan Hitto seçilmiştir. Hitto yaşamının önemli bir bölümünü ABD’de geçirmiş önemli bir iş adamıdır. Hitto, Temmuz 2013’te muhalifler içinde siyasal kutuplaşmayı engellemek için istifa ettiğini açıklamıştır. Eylül ayında geçici hükümetin başbakanlığına Ahmet Salih Tuma seçilmiştir.

Koalisyon’a dâhil olan grupların imzalamış olduğu anlaşma metninde hiçbir surette rejim ile müzakere edilmeyeceği ve diyaloğa girilmeyeceği vurgulanmıştır. Rejim yıkıldığı andan itibaren genel kongre oluşturulacaktır.

Ulusal Eşgüdüm Komitesi, ülkede sol muhalefetin birleştiği önemli bir yapıdır. Ordunun sokaklardan çekilmesi, siyasi tutukluların serbest bırakılması ve göstericilere müdahale edilmemesi kaydıyla rejimle görüşmeye hazırdır. Komite 13 sol, 3 Kürt partisinden oluşmaktadır.

2011 yılında Mesut Barzani’nin öncülük ettiği ve bazı Kürt grup ve partilerinin bir araya gelerek oluşturduğu Kürt Ulusal Konseyi kuruldu. PYD bu konsey içerisinde değildi. Konsey, özerklik istemektedir, muhaliflere ancak bu şartla destek vereceğini belirtmiştir. Nitekim uluslararası kamuoyu Suriye Ulusal Konseyi ile Kürt Ulusal Konseyi’ni bir araya getirmek için büyük bir çaba gösterdi ve antlaşmalar neticesinde 2013 yılında her iki konsey de birlikte hareket etme kararı aldı.

Devam edecek...

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.