Birlikte Yaşama Kültürü (1)

Birlikte Yaşama Kültürü (1)

Birlikte yaşamayı zorlaştıran, hatta neredeyse imkânsız kılan “kültür”ün kendisidir. Bilindiği üzere “kültür” sözcüğü 18. yüzyılda dünya sözlüklerine girdi.

Birlikte yaşamayı zorlaştıran, hatta neredeyse imkânsız kılan “kültür”ün kendisidir. Bilindiği üzere “kültür” sözcüğü 18. yüzyılda dünya sözlüklerine girdi. Bizde ise, yani Türkçe, Arapça ve Farsçada karşılığı olmadığı için, zaman içinde “irfan” kelimesiyle karşılanmak istendi. Araplar “sekafe”yi, İranlılar “ferhengi” kelimesini buldular.  Bizde geçen yüzyılın başlarında kültürü Ziya Gökalp, yine Arapça “ekin ve tarla” demek olan “hars” kelimesiyle karşılamak istedi, pek tutmadı. Hala birbirine en yakın gibi duran kavram “irfan” gözükmektedir.

Fakat “kültür” ile “irfan” arasında derin anlam farkları vardı. Kültür “yeni bir insan”, “yeni bir toplum” ve “yeni bir ulus” inşa etme misyonuyla tarih sahnesine çıkmış bulunmaktadır. Bizim bu gün bir arada yaşamamızı zorlaştıran ana faktör de, devletler eliyle empoze edilen bir düşüncenin, yani kültürün ürünü olan bu yeni insan, yeni toplum ve yeni ulus inşa etme düşüncesi ve çabasından kaynaklanmaktadır. Devletlerin açık veya gizli temelde benimsedikleri “kurucu ideoloji” ruhunu buradan alır.

Kültürün bazı temel özellikleri var: İlki devlete aittir, ikincisi sekülerdir, üçüncüsü devletin seçtiği resmi kimliği genel ve kabul edilmiş kimlik haline getirme misyonuyla iş görmektedir. Bu açıdan “Türk kültürü, Arap kültürü” denebilir. Ama “(kendinden) Türk irfanı, Arap irfanı” denemez. Çünkü irfan dine aittir. Hikmet’le yakın düzeylerde gerisinde vahy bilgisi ve haberleri olan insani düşünme faaliyetinin toplamına irfan denir; kültürün gerisinde vahy bulunmamaktadır. Hal bu iken her iki düşünce faaliyetinin ortaya çıkaracağı zihni, ruhi ve sosyal hasıla birbirinden farklı olacaktır.

Kavimler mensup oldukları dinlerinin irfanına dahil olurlar. İslam irfanından bahsedebiliriz, ama irfanı etnisiteye, kavimlere indirgeyemeyiz. Ulus devletlerin kuruluşundan önce bir “kavmin kültürü”nden söz etmek doğru değildir; kavim “kavim” olma özelliğini kaybedip “ulus” haline gelirse “kültür”ünden söz edilmeye başlanır. Bir kavim “devlet” olmadan ulus olamaz, devlet olmadan da kültüründen söz edilemez. Devlet ve kültürden önce kavimlerin dini referanslarına göre irfanları ve tarihte yaşadıkları tecrübeye göre “örf ve adetleri” olabilir. Türk, Arap ve Kürt olmaklık bize nasıl yaşayacağımız konusunda ne bir fikir verebilir ne kriter veya sınırlar koyar. Mesela neler helal neler haramdır, nasıl bir arada yaşayacağız, aramızdaki hukuk ne olacak, bu sorulara etnisite cevap veremez, bu soruların cevabı dinde mevcuttur. Şu veya bu düzeyde irfanı, örf ve adeti olmayan topluluk tasavvur etmek zordur, çünkü dini olmayan kavim yoktur: İslam havzasındaki farklı kavimler içinse bu büsbütün imkansızdır. İslamiyet kavimlere hem irfan hem örf ve adet edinmelerini sağlamış bulunmaktadır. Modern zamanlarda ulus devletler ve empaze ettikleri kültürler İslam’ın mirası olan kavimleri irfanını ve örf ve adetlerini tahrip etmektedirler.

Bu çerçevede gündelik dilde ve sosyal bilimlerde belki de tam anlamına vukufiyet kesbetmeden yücelttiğimiz kültür üzerinde daha derinlemesine düşünmemiz icap etmektedir. Farklı bir perspektiften çok yönlü gözlemlerde bulunduğumuzda, kültürün yıkıcı etkilerini her alanda gözleyebiliriz. Ulusal,  bölgesel ve küresel düzeyde söz konusu yıkıcı etkiler görmezlikten gelinemez.

Türkiye örneğine bakalım. Türkiye’de dört temel çatışma alanının giderek toplumsal barışı, büyük ölçüde siyasi istikrarı bozduğunu söylemek mümkün:
1) “Türk-Kürt çatışma potansiyeli.” “Türk” derken sadece Türk ırkından veya kavminden gelen insanları kastetmiyorum. Türk olmayan bütün etnik grupları ve etnik bakımdan Türk olmayıp Anayasa Hukuku açısından vatandaşlığa dahil olmayı kabul edenleri kastediyorum. Bunun içinde Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Arnavut, Boşnak vs. var. Bu kavimler ırk veya etnisite olarak “Türk” değildirler. Türk bir ırk, bir kavmin ismidir. Saydığımız kavimler ise “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı”dırlar. Devlette cisimleşen Türk ile etnik kimlik talebinde bulunan Kürt etnisitesi arasında baş gösteren çatışma potansiyel olma özelliğini korumaya devam ediyor. Tarihimizde şiddetli etnik çatışmalara rastlanmadı, ancak Avrupa’da geçen yüzyılın ikinci yarısında İtalya’da faşizmin, Almanya’da nazizmin iktidar olmasından sonra ırkçılık ve etnik çatışmalar vuku buldu, olay milyonlarca yahudinin soykırıma uğratılması noktasına kadar vardırıldı.
Bizde başlayan “etnik” sorun, 19. yüzyılda Avrupa’dan ithal ettiğimiz milliyetçi ideolojiler ve siyasetlerin ürünüdür.
2) “Sünni-Alevi çatışma potansiyeli.” Sevindirici nokta şu ki, devletler veya siyasi iktidarlar bazı mezhep mensuplarını gadre uğratmış olsalar bile, toplumsal manada İslam tarihinde Avrupa’dakine benzer, trajik seviyelerde mezhep çatışmaları yaşanmamıştır. Din çatışmaları da vuku bulmamıştır. Fakat öncesinde olmayan şey bu gün de olamaz diyemeyiz, olabilir. Mesela Irakta hiçbir zaman mezhep çatışması yaşanmadı tarihte, fakat bugün hem Pakistan hem Irakta hem de Yemen’de mezhep çatışmaları yaşanmaktadır. Mezhep ateşi Suriye’ye de sıçradı. Bu da bize gösteriyor ki tarihimizde olmayan bir şey bugün olabilir, bu açıdan tarihi kendi başına referans almak doğru değildir.

http://www.dunyabulteni.net/yazar/ali-bulac/19421/birlikte-yasama-kulturu-1

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.