Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

Biz, ne kadar Sykes-Picot'çuyuz?

Sykes-Picot antlaşmasının üzerinden yüz yıl geçti. 16 Mayıs 1916'da imzalanan antlaşma, İslam âleminin mukaddes mekânlarının bulunduğu Arabistan Yarımadası'nı İngilizlerle Fransızlar arasında paylaştırmıştır.

Sykes-Picot, bütün emperyalist antlaşmalar gibi yerel yapıyı, emperyalist güçlerin işgal emelleri doğrultusunda değerlendirmiş; işgalcilerin ihtiyaçları doğrultusunda yerel liderlikler oluşturmuş ve paylaşımlar yapmıştır. Sykes-Picot'la devasa İslam âleminin çekirdek mekânı, kaçırdıkları koyunun etini, derisini, sakatatını bölüşen iki hırsız misali bölüşülmüş; bu mukaddes çekirdek İslam âlemine karşı sonraki asırda organize edilecek tuzakların merkezine dönüştürülmüştür.

Anlaşma, adını İngiliz temsilcisi Mark Sykes ile Fransız yetkilisi François Georges-Picot'tan almıştır. Zannedilenin aksine ikisi de asker veya general değildir.

François Georges-Picot, avukatlıktan diplomatlığa geçmiş; farklı ülkelerde elçilik yapmış orta düzeyde bir Fransız yetkilisidir.

Anlaşmanın aslı mühendisi olan Mark Sykes ise düzenli bir eğitimi olmayan, okulu yarıda bırakmış bir gezgindir. İngiltere'nin İstanbul büyükelçiliğinde dört yıl çalışmış. Varlıklı ailesinin parasıyla İslam âlemini dolaşmış, henüz yirmi dört yaşındayken “Beş Türk Vilayetinde”, yirmi beş yaşındayken “Darü´l İslam”, otuz yaşını henüz geçmişken de “Halifenin Son Mirası”  ve “Kıbrıslızade Binbaşı Osman Bey´in Hatıraları” kitaplarını yayımlamıştır. Anlaşmayı imzaladığında ise sadece otuz yedi yaşındadır. Bu yaşta Arabistan Yarımadası'nı Siyonizm-Arap milliyetçiliği çatışması bağlamında kurgulayabilmiştir. Teşbihte hata olmasa aklımıza İmam Nevevî'nin verimliliği gelecektir.

Tarih, ters yüz olmuştur. Müslümanların birkaç yüzyıl önceki verimliliği tükenmiş, buna karşılık birkaç yüzyıl öncenin cahil Avrupa'sının küçük akılları bile büyük projeler üretebilecek boyuta ulaşmıştır.

Bir din olarak İslam'ın sabitleri ve değişkenleri vardır. Mark Sykes ve François Georges-Picot, İslam âlemini felç eden projeyi üretirken İslam âleminin iki yakası bir arada değildi. İslam'ın sabitlerini (akidesini, esas fıkhını) canlarıyla savunanlar, asırdan kopmuştular, değişkenleri o sabitler çerçevesinde anlamakta güçlük çekiyorlardı. Kendilerini değişime kaptıranlar ise sabitlerden kopmuş, hatta sabitlere düşman olmuş, “muassıriyyet (çağdaşlık)” deyip insanlığın Batı dışındaki tecrübesine gözlerini kapatmış, Batı'yı at gözlüğüyle takip etmişlerdir.

İslam'ın sabitlerini savunanlar, asrın siyasi iktidarını ele geçiren Batı'yı bilmiyor; sabitlerden kopanlar ise değişimi yakalama adına Batı hesabına göre davranıyordu.  Bu, içerde verimsiz bir çatışma oluştururken dışarıda İslam âlemini cehaletinden dolayı efendiliğini yitirmiş, köleleştirilmeyi bekleyen eski bir soylu görünümüne büründürüyordu.

Müslümanlar, böyle bir anlaşmanın varlığından bile ancak İngiliz ve Fransızların bilgilendirdiği Çarlık Rusya'sının 1917'de yıkılması ve yeni Sovyet yönetiminin Çarlık belgelerini ifşa etmesiyle haberdar olmuşlardır.

Her uluslararası anlaşmanın bir fiziki vardır, bir de ruhu, felsefesi… Sykes-Picot, fiziki, ruhu ve felsefesiyle parçalanma üzerine oturmuştur. Bu parçalanmanın esasını, bir yıl sonra yayımlanan Balfour Deklarasyonu'nda açığa vurulduğu üzere, genç Mark Sykes'in siyasi mühendisliğiyle Arap milliyetçiliği ve siyonizm oluşturuyor. Anlaşma Filistin'i İngiliz mandasına bırakıyor, bu mukaddes topraklarda gizlice bir Yahudi vatanı oluşturmayı öngörüyordu. Arabistan'ın diğer kesimleri ise yatay bir kırmızı üçgenle siyah-yeşil-beyaz şeritlerden oluşan bayraklarını bizzat Mark Sykes'in çizdiği Arap milliyetçilerine bir süreç içinde bırakılacaktı.

Bu ruh içinde Arap milliyetçiliği, Batı'ya bağımlı, İslam âlemiyle ise problemi bir zemine oturtulacak; sözde siyonizm karşıtlığıyla bu milliyetçiliğin dış düşman açığı kapatılacak, bu milliyetçilik Müslüman halk tarafından desteklenebilir bir yapıya büründürülecek; o günden sonra Arap İslam âlemindeki yerel liderliklerin bütün melanetleri “mukaddes Kudüs davası uğruna” meşrulaştırılma yoluna gidilecekti. Müslüman halk, Fransız ulusal sosyalizmi üretimi Abdünnasır'ın, Saddam'ın, Esed'in, Kaddafi'nin, Cezayir yönetiminin bütün alçaklıklarını “Filistin davasına verdikleri destek” gerekçesiyle yok sayacak, onların İslam âlimlerini darağaçlarında sallandırmalarına, poligonlarda kurşuna dizmelerine, işkencehanelerde demir taraklar arasında kesmelerine bile tepki göstermeyecektir.

Ama Mark Sykes'in asıl mühendislik harikası, anlaşmada İngiliz etki alanında bırakılan Suudi Arabistan'da gerçekleşecektir: İslam âleminde kurtuluş fikriyatı “İttihad-ı İslam” başlığı altında birlik üzerinde oturmuştur. Canlarını Allah yolunda vermeye hazır Müslüman âlim ve aydınlar, Müslümanlar birlik olursa İslam ümmetinin kurtulacağını işlemişler, tarih de yaşanan gün de onları doğrulamıştır.

Sykes-Picot sonrası Suudi Arabistan'da kurulan gizli enstitülerde ise Sykes-Picot'un parçalanma ruh ve felsefesiyle tam bir uyum içinde “ihtilaf üzerine bir kurtuluş” tezi geliştirilmiş, yayılmış, dayatılmıştır.

Emperyalizme karşı canlarını feda etmekten çekinmeyen İttihad-ı İslam uleması, İslam âleminin işgal altında olması gibi aslî bir mesele varken fer'i meselelerle uğraşılmaz; hepimiz, ihtilafları ertelemeli, hayat memat meselesi olan işgale karşı direnişte konumlanmalıyız derken Sykes-Picot ruhuyla kurulan Suudi Arabistan enstitüleri, “Yani şimdi şu yaptığınız bidat değil mi, şirk değil mi, yoksa siz şirki önemsiz mi görüyorsunuz?” diyerek tartışmayı içimize çekmiş; kurtuluşumuzun ancak bu birbirimizde var olduğunu iddia ettiğimiz bidatleri, şirki gidermekle mümkün olduğunu söylemiş; dolasıyla bunlarla savaşın her tür savaştan daha mukaddes olduğunu iddia etmiş, yeraltı kaynaklarımız sömürülürken gençlerimiz, sosyalist veya liberal kültür ajanlarının elinde oyuncağa dönüşürken bizi birbirimizle bitmez tükenmez bir mücadelenin içine çekmişlerdir.

Bu enstitüler işlemeye devam ediyor. Onlar, bir yandan “ihtilaf üzerine kurtuluş” fikrini derinleştiriyor, bu uğurda farklı meşrep ve mezheplerden Müslümanların kadın ve çocuklarını dahi öldürmeyi meşru gösterecek, teşvik edecek boyutlarda taassup üretiyor, bu taassup Fransızların ürettiği milliyetçi eğilimle buluşarak dalgaya dönüşüyor ve karşı tarafta yüzyıllardır İslam âlemini kasıp kavursa da 19. Yüzyıldan itibaren hafif uyuşmuş, hazır mezhepsel fanatizmi harekete geçirerek bölünmeyi derinleştirecek söylemlere malzeme yetiştiriyor.

“İttihad üzerine kurtuluş” tezinden “ihtilaf üzerin kurtuluş”  eğilimine sapanlar, hangi mezhep veya meşrepten olursa olsun bilerek veya bilmeyerek Sykes-Picot'çudurlar; genç Mark Sykes'in yoldaşı, mezhepdaşıdırlar. İslam âlemindeki kurtuluş hareketinin karşı cephesindedirler.

Şimdi bu mantık içinde her birimiz kendimize sormalıyız: Ben, ne kadar Sykes-Picot'çuyum? Biz, çağın tağutu Sykes-Picot'a ne kadar yakınız ne kadar karşıyız?

Biz, ümmeti ana hedef doğrultusunda buluşturmayı hedefleyen İttihad-ı İslam ulemasının yolunda mıyız; ümmeti ihtilafların içine çekip oyalayarak Sykes-Picot'un işlerliğine katkıda bulunan bidat-mezhep-milliyet söylemcilerinden miyiz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.