Davet vazifesine karşılık ücret istenmez

Davet vazifesine karşılık ücret istenmez

Peygamberlerin risalet görevini yerine getirirlerken önemle üzerinde durdukları hususlardan biri de davet ve tebliğ vazifelerine karşı bir ücret istemediklerini kavimlerine beyan etmeleridir.

Peygamberlerin risalet görevini yerine getirirlerken önemle üzerinde durdukları hususlardan biri de davet ve tebliğ vazifelerine karşı bir ücret istemediklerini kavimlerine beyan etmeleridir. Kur’an-ı Kerim’de kıssası anlatılan birçok peygamberin (as) bu hususu kavimlerine söyledikleri zikredilir. Sadece Şuara Suresinde Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut ve Hz. Şuayb (as) için;

“Buna karşı ben sizden bir ücret de istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir” (Şuara S; 109, 127, 145, 164, 180) sözü ayrı ayrı defalarca tekrar edilir. Buna binaen diyebiliriz ki ismi zikredilen peygamberlerle beraber diğer bütün peygamberler de davetlerine karşı bir ücret istememişler ve bunu kavimlerine ifade etmişlerdir.

Davet ve tebliğ peygamber mesleğidir ve davetçiler de peygamberlerin varisleridir, demiştik. O halde davetçiler de davet görevlerine karşı ücret adı altında hiçbir maddi talepte bulunmayacakları gibi bunu çağrıştıran böyle bir şeyi hatıra getiren parasal taleplerde de bulunmazlar, bulunmamalıdırlar.

Esasen hak yolda olmanın en önemli alametlerinden birinin de maddi bir talepte bulunmama olduğunu Yasin Suresindeki şu ayet-i kerimeden öğreniyoruz:

“Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.” (Yasin: 21)

Bu sözü söyleyen ve tefsircilerin Habib-i Neccar olduğunu söyledikleri zatın durumu ile ilgili Katade (ra) şöyle demiştir:

“O, bir mağarada Allah'a ibadet ediyordu. Elçilerin geldiği haberini duyunca, koşarak geldi ve elçilere; ‘Siz bu getirdikleriniz karşılığında bir ücret istiyor musunuz?’ diye sordu. Elçiler, ‘Hayır bizim mükâfatımızı ancak Allah verecektir’ dediler.”

Ebu’l-Aliye dedi ki: “Bunun üzerine Habib, onların doğru söylediklerine inandı, onlara iman etti ve kavmine yönelerek: ‘Ey kavmim! Elçilere tabi olun’ dedi. ‘Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun!’ Yani eğer onlar doğru söylemeyen kimseler olsalardı, şüphesiz sizden mal isteyeceklerdi.” (İmam Kurtubi, el Camiu li Ahkami’l Kur’an, Yasin Suresi: 21. ayetin tefsiri)

Özellikle de zamanımızda şeklen hayır gibi görünen birçok işin altında maddi menfaatlerin olduğuna insanlar çokça şahit olmuşlardır. Bu sebeple de paranın dâhil olduğu her şeye insanlar şüpheyle yaklaşırlar. Ne kadar erdemli olursa olsun para talebinin karıştığı her türlü çaba tartışmalı hale gelebilir. Bu, sadece bu işi istismar etmiş olanlardan kaynaklanmıyor. Malum olduğu üzere herkes kendi ruh dünyasından çevresindekileri görür ve değerlendirir. Dolayısıyla hayatlarını kazanç ve çıkar üzerine kurmuş insanların başkalarının davranışlarını da böyle değerlendirmeleri garip olmayan bir durumdur. Her ne kadar bu durum herkes için böyle olmasa da çağımızda revaç bulan en önemli metanın maddiyat olduğu da inkâr edilemez. Bu sebeple davetçinin böyle bir şüphe veya düşünceyi akla getirebilecek her türlü maddi istekten uzak durması zorunludur.

Bununla beraber davetçi, muhatabını davasına ısındırmalı ve davayı ona sevdirmelidir. Ancak insanlardan mal istemek bu çabaya tamamen zıttır. Çünkü malın istenmesi yakınlaşma bir tarafa, uzaklaşma ve kaçma sonucunu doğurur. İnsanın mala olan hırsı sebebiyle kendisinden malı istendiğinde düştüğü hal, Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

“Eğer iman ederseniz ve sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızı da istemez. Eğer sizden onları(n tümünü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur.” (Muhammed S: 36-37)

Diğer taraftan insanları, davet karşılığında bazı yükümlülükler altına sokmak onlar için daveti reddetme noktasında haklı bir mazeret unsuru da olabiliyor. Ayet-i kerimede:

“Şüphesiz kendi emeği (veya çabası) görülecektir.” (Necm S: 40)

Mevdudî (ra) bu ayetin tefsirinde şunları söylemektedir:

“Eğer Hz. Peygamber sizden bir şey bekliyor da, bir art niyeti varsa ve bütün bu didinip uğraşmalarını şahsi menfaati için yapıyorsa bu, sizin ondan uzak kalmanızın en azından makul bir sebebi olabilir. Ama siz kendiniz de biliyorsunuz ki, o bu davetinde hiçbir art niyet taşımamaktadır. Hiçbir menfaat beklememektedir. Ve sadece sizin iyiliğiniz için gece gündüz çalışmaktadır.

…Bir tarafta müşriklerin dini liderleri, papaz ve dini önderleri gibi açık açık sizden bağışlar ve adaklar alan, her dini hizmet için ücret isteyen din tüccarları var; diğer tarafta hiçbir menfaat gözetmeyen hatta kendi ticari işlerini bırakıp son derece akıl ve mantıkla size dinin doğru yolunu göstermeye çalışan mükemmel bir insan var.” (Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Necm suresi. 40. ayetin tefsiri)

Asrımızda bizim için örnek olan Üstad Bediüzzaman’ın hediye bile kabul etmemesi ve bu konuda sergilediği hassasiyet bu tavrın ne kadar mühim olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu tavrının sebeplerinden bazılarını kendi ifadelerinden okuyalım:

“Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer (menfaat vasıtası) etmekle ittiham ediyor. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet (geçim kaynağı) yapıyorlar’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lazımdır.

İkincisi: Neşr-i hak (hakkı yaymak) için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz Kur’an’ı Hakim’de hakkı neşredenler: “Benim ecrim ancak Allah’a aittir” (Yunus S: 72) diyerek, insanlardan istiğna göstermişler.

Sure-i Yasin’de: “Sizden herhangi bir ücret istemeyene tabi olun. Onlar hidayete (kurtuluşa) erenlerdir.” (Yasin S: 21) cümlesi meselemiz hakkında çok manidardır.

Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lazımdır. Hâlbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımni bir minnet eder. Ya alan gafildir. Mün’im-i hakikiye (hakiki nimet verici olan Allah’a) ait şükrü, senayı zahiri esbaba verir, hata eder.” (Mektubat, 2. Mektup)

Sadece Üstad’ın bu sözleri bile konuyu net bir şekilde anlatmaya kâfidir. Diğer taraftan mal; ihtilaf ve tefrika sebebidir. “De ki: Ganimetler Allah’a ve Peygamber’e aittir. Artık Allah’tan korkun ve aranızdaki hali (ihtilafı) düzeltin” (Enfal S: 1) ayeti kerimesinde ganimetten hemen sonra ‘aranızdaki hali, ihtilafı’ düzeltin diye buyrulması da insana aynı şeyi; malın ihtilaf ve tefrika sebebi olduğunu hatırlatıyor. Bugün için Müslümanlar olarak bu konuda birçok tecrübeye sahibiz. Bazı İslamî hizmetlerde bulunmak için Müslümanların parasını toplayıp bu paralarla ticari girişimlerde bulunanların bu girişimlerinin sonucu genelde iki türlü oluyor.

Ya bu girişim hareketi tamamıyla amacından saptırıyor ki asıl olarak o ticari kuruluşla İslamî hizmetler finanse edilmesi gerekirken zamanla ticari kuruluş asıl amaca dönüşüp İslamî hizmet tamamıyla unutuluyor. Ya da paranın değerlendirilmesi, işletilmesi ve özellikle de kârdan faydalanma noktalarında sorun, ihtilaf ve şikâyetler çıkıp karşılıklı itham ve suçlamalarla kuruluş dağılıyor. Geriye sadece ithamlar, güvensizlikler ve bu vesileyle İslam’ın olumsuz yansıtılması sonucu kalıyor. Bu sebeple de davetçilerin ateşten kaçar gibi bu tip durumlardan kaçmaları gerekmektedir.

Allah Resulü (sav)’ne baktığımızda özellikle Mekke döneminde davet ve tebliğ vazifesini yerine getirebilmek için Hz. Ebubekir ve Hz. Hatice (r.anhuma) gibi ashab-ı kiramın şahsi fedakârlıkları bir tarafa, kendisi herhangi bir para toplamamış, kaynak veya finansman arayışına girmemiş ve bu konuda herhangi bir çağrısı olmamıştır. Medine’de devlet kurulduktan sonra bile gelen malı bir hazineye dönüştürmemiş onları hemen fakirlere, ihtiyaç sahiplerine ve kalpleri İslam’a ısındırılacaklara dağıtmıştır.

Ebu Said el-Hudri anlatır: Ensar’dan birtakım kimseler Resulullah (sav)’tan istediler. O da kendilerine verdi, arkasından yine istediler, yine verdi. Sonunda yanındakiler bitip tükendi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Yanımda bulunan maldan ne varsa hiçbirini sizden asla saklamam.”

Allah Resulü (sav)’nden sonra Hulefa-ı Raşidin’in tavrı da farklı olmamıştır. Hz. Ömer (ra) gelen malın hepsini dağıtıp beytülmalı kendi elleriyle süpürdükten sonra orada iki rekat namaz kılmayı adet edinmişti. Yıllar sonra Ömer b. Abdulaziz (ra) de dedesinin bu uygulamasına binaen kendisi de aynı şekilde boşalttığı beytülmalı kendi elleriyle süpürdükten sonra orada iki rekat namaz kılmayı adet haline dönüştürmüştür.

Bugün için İslamî kuruluşların da aynı şekilde kendilerine İslam adına verilen paraları zaman geçirmeden ihtiyaç sahiplerine dağıtıp hayır ve davet yolunda harcamaları gerekmektedir. Aksi takdirde bunu biriktirip hazineye dönüştürmek büyük bir vebaldir. Ayet-i kerimede:

“Ey iman edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele.” (Tevbe S: 34)

İmam Kurtubî bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir:

“Bunlar kendilerine tabi olanların mallarından kilise, havra ve buna benzer şeyler adına birtakım vergiler ve miktarı belli ödemeler tahsil ederlerdi. Onlar bu gibi şeylere harcamada bulunmanın şeriatın bir parçası ve Yüce Allah (cc)’a yakınlaştırıcı bir iş olduğu vehmini veriyorlardı.

Bir diğer görüşe göre rahipler ve hahamlar kendilerine uyanların gelirlerinden ve mallarından dini korumak ve şeriatın gereklerini yerine getirmek adı altında birtakım vergiler tahsil ederlerdi.”

Burada altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayan herkese tehdit vardır. Ancak özellikle de haham ve rahipler gibi parayı Allah adına toplayıp Allah yolunda harcamayanlar daha şiddetli bir tehdide maruzdurlar.

Davet görevi Allah Teala nezdinde yüksek bir değere sahiptir. Haliyle ahiretteki mükâfatı da bu derece fazladır. Ancak şöyle bir tehlike var ki bu yüce görevi yerine getiren insanlara zamanla bu çalışmalarından fayda gören insanlar tarafından büyük bir ilgi ve teveccüh olur. Bununla beraber maddi olarak daha iyi bir yaşam imkânı olur. Bu durumlarda iyiliklerin karşılığını ahiretten önce dünyada görmek, Kur’an-î deyimle “Dünya hayatınızda (bütün) güzel şeylerinizi giderdiniz ve onlarla faydalandınız” (Ahkaf S: 20) hitabına maruz kalmak gibi bir tehlike söz konusudur. Nitekim Allah Resulü (sav)’nden sonra zenginleşen Ashab-ı kiramın da aynı kaygıyı, yani iyiliklerini ahiretten önce dünyada tüketme endişesini taşıdığını biliyoruz. Bu sebeple de davetçinin yalnız başınayken yokluğa ve yalnızlığa karşı sabır gösterdiği gibi sonradan eline çokça malın girip insanların kendisine teveccüh gösterdiği dönemde de tevazu ve zühd hususunda sabır göstermesi gerekmektedir. Bu ikinci çeşit sabrın birinci çeşit sabırdan çok daha zor olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Davamızın sonu Allah’a (cc) hamd etmektir.

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.