Kardeşlik İçin İman Yetmez mi?

Kardeşlik İçin İman Yetmez mi?

İnsanların Hz. Âdem (as) ve Hz. Havvâ vâlidemizden doğmuş olmaları onları neseben kardeş yapsa da, hakíkat noktasında “kardeş” olmaları için bu şartlar yetmiyor.

İnsanların Hz. Âdem (as) ve Hz. Havvâ vâlidemizden doğmuş olmaları onları neseben kardeş yapsa da, hakíkat noktasında “kardeş” olmaları için bu şartlar yetmiyor. Âlemi yoktan vâr eden Kudret-i Mutlaka Sâhibi Zât-ı Zülcelâl, insanların “kardeş” sayılabilmeleri için olmazsa olmaz bir şart koşuyor: Îmân etmek!

Bu şartı taşımayan Âdemoğulları ise yine aynı Kudret’e göre evvelâ “insân” sayılmıyor ki, nerde kala “kardeş” sayıla! Cenâb-ı Hak, “Ulâike ke’l-en’âm” (A’râf, 179) hükmü ile, îmân etmeyenlerin “hayvanlar gibi” olduklarını beyân buyuruyor. Âyette geçen “en’âm” kelimesi koyun, keçi, sığır, deve vb. ehlî hayvanlar hakkında kullanıldığı için olsa gerek; hemen arkasından da “bel hüm edall” (Hayır! Onlar ehlî hayvan da sayılmazlar, daha aşağıdırlar!) hükmü geliyor. Yâni, mü’min olmayanların, ind-i İlâhî’de vahşî hayvanlar gibi kabûl edildiğini anlıyoruz.

“Kardeşlik” denilen yüce duygu ise “insanlar” içindir…

İslâm dîninin temel kitâbı olan Kur’ân-ı Hakîm, Allah ve Rasûlü (sav)’in ölçüleri içerisinde îmân edenlerin “insân” olduklarını, dolayısıyla da “kardeş” olduklarını kesin bir dille haber veriyor. “İnneme’l-mü’minûne ihvetün” (Hucurât, 10) âyeti, mü’minlerin “ancak kardeş” olduklarını inananlara duyuruyor. Bu kat’î hüküm karşısında biz Mü’minlere düşen ise, tek kelime ile “Semi’nâ ve ata’nâ!” olmalıdır.

“Îmân” ile “kardeşlik” arasındaki bu ayrılması mümkün olmayan yakınlıktan dolayıdır ki, Asrın Müceddidi Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleri de, “Uhuvvet (Kardeşlik) Risâlesi” adını verdiği eserine Hucurât sûresinin bu 10. âyeti ile başlamış. Eğer size bir lütf-i İlâhî netîcesinde “îmân” ni’meti ulaşmışsa; sizin gibi aynı ni’mete ulaşmış olanlarla “kardeş” olmaya ve aranızda “uhuvvet” düstûrunu hâkim kılmaya mecbûrsunuz demektir. Bu düstûru kıracak, zedeleyecek her bir söz ve davranıştan ise, “yılandan, akrepten” kaçar gibi kaçmak zorundasınız. Bütün amellerin en fazîletlisi olan “ihlâs” hasletine ulaşabilmek için gerekli “on iki” şarttan birisi de bu “kardeşlik” maddesidir ki; kendisini kardeş bilen herkesi “kardeşte fânî olma” mecbûriyyetine tâbi’ tutar…

İnsânların en uzak inkişâf hedeflerinin başında gelen “Cennet”, kendisine girilebilmesi için “îmân” ister. Îmân ettiniz mi, hemen devreye “kardeşlik” girer, sizin gibi îmân etmiş insânlarla “uhuvvet” bağı kurmayı şart koşar. Bu maratonun en zor etabı olan “i’sâr” hasletine doğru yürümeye başlayacaksınız. Nefsinizi ve onun sizi sürüklediği dünyevî arzuları ikinci-üçüncü plana atarak, kardeşlerinizin menfaatlerini esâs almayı bileceksiniz. Bu zor yarışta yorulmak, terlemek, zorlanmak, sıkılmak olabilir; ama zinhar yarışı terk etmek olamaz! Böyle bir karâr, Cennet’e uzanan merdiveni terk etmekle aynı ma’nâya gelmektedir.

“İhlâs Risâlesi” niçin “Ve lâ tenâzeû” (Enfâl, 46) âyeti ile başlıyor? “Nizâ etmeyiniz, çekişmeyiniz, ihtilâf çıkarmayınız!” emirleri niçindir? Kardeşlik zincirinde en küçük bir kopmaya yol açacak sebeblere harb açılmıştır. Surda gedik açmaya müsâade yoktur! Selin hücûmu zamânında duvarlardan delik açmanın gerekçesini dinleyecek zemînde değiliz. Kişi “Mü’min” ise iş tamamdır, o artık “kardeş” sınıfındadır. Aranızda kesinlikle “kardeşlik hukúku” geçerlidir. Çocuklar gibi bahaneler-mahaneler aramayı bırakacaksınız. Armudun sapı ve üzümün çöpü aranırsa; işte şimdiki dünyâmızın acı gerçeği olan İslâm âlemi tablosu ibret almak için yeter de artar bile…

Kişiler “Müslüman” kimliği taşıdığı hâlde arada “kardeşlik” te’sîs edilmemişse; ortada ciddî bir problem var demektir. İki taraftan birisi diğerini “mü’min” kabûl etmiyor ma’nâsı çıkar. Böyle bir netîce ise inananların tüylerini ürpertecek bir gerçeği karşımıza çıkarır: Eğer karşımızdaki Müslümanda îmân olduğu hâlde biz onu Mü’min saymama eğilimine girmişsek; Rasûlullah (asm)’ın ifâdesiyle, o “küfür” isnâdı bize döner! Böyle bir yanlış inanç yoksa; o zamân denklemin, “Mü’minler ancak kardeştir” âyeti istikámetinde şekillenmesi gerekir.

Gerek ülkeler bazında, gerek cemaatler bazında, gerekse ferdler bazında İslâm dünyâsına baktığımızda gördüğümüz manzara; “îmân” ve “kardeşlik” arasındaki denklemin doğru işlemediğini gösteriyor.

Firavun la’netlinin cesedinin bulunmasıyla berâber cihânı saran enâniyyet hastalığından Müslümanlar da nasîbini fazlasıyla almış görünüyor. Âhirzamânın mühim bir hassası olan “dünyâyı âhirete bilerek ve severek tercih ettirme” hastalığı ehl-i îmâna da ârız olduğundan, sekülerleşme seline kapılanlarda îmânın tereşşuhâtı gözükmüyor; yâni ekser Müslümanlar “uhuvvet” düstûrlarını mühimsemiyor. “Ben, ben, yine ben…” anlayışı ferd planından cemâat zemînine ve ülkeler direksiyonuna hâkim oluyor.

Hastalık müdhiş, bünyenin her tarafına sirâyet etmiş; lâkin hastaların kendilerinden haberleri yok! Çâre ise Kur’ân’dadır. Her Müslüman bu zamânın “Kur’ân dellâlı” olan zâta kulak vermek zorundadır. Futbol takımı tutar gibi tarafgirlik, cemâatçilik, şahısçılık, bencillik fanatizmi bir kenara bırakılmadan bu hastalıktan kurtulma şansı bulunmaz. Uhuvvetin inkişâfı önünde en büyük üç engel olan “tarafgirlik, inad ve hased” virüslerini aşağıdan yukarıya veyâ yukarıdan aşağıya bütün mekanizmalardan temizleme zarûreti vardır.

Allah izin verirse, “Uhuvvet Risâlesi” adını taşıyan “Yirmi İkinci Mektûb” üzerinde biraz durmak istiyorum…

Garîb bir tecellîdir ki, bu mektûb, ülkemizde “fırkacılık, particilik” hastalığının denendiği 1930 şartlarında kaleme alınmıştır. Cumhuriyet Halk Fırkası ve Serbest Fırka arasındaki muvâzaalı çıkıştan haberi olmayan taban kitlenin iki kampa ayrışması üzerine bu ciddî îkáz yapılmıştır. “İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni” diyen Yavuz Sultan Selim İslâm ümmeti arasındaki en büyük tehlikeyi “ittihâd etmemek” olarak nasıl nazara vermişse, “İttihâd-ı İslâm” noktasında Yavuz’u kendisine örnek alan Bedîüzzamân Hazretleri de bütün gücü ile “bölünme, parçalanma, ihtilâfa düşme” hastalığına Kur’ân-ı Hakîm’den ilâç yetiştirmeye gayret etmiştir.

Sözü dinlenmiş mi?

Netîce vermek elbette Allah’ın vazîfeleri arasındadır; fakat dellâl-ı Kur’ân’ın bu canhıraş gayreti ma’kes bulmamış gözüküyor. Uzaklara gitmekten vaz geçtik, aynı eseri okuyan ve aynı kişiyi Kur’ân rehberi kabûl eden gruplarda bile “uhuvvet” anlayışına uygun davranışları görememekten muztaribiz. Hani aramızda “nifâk, şikák, kin ve adâvet” tohumu eken “tarafgirlik, inad ve hased” unsurları “hakíkat, hikmet, insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyyet, hayât-ı şahsiyye, hayât-ı ictimâıyye, hayât-ı ma’neviyye” cihetiyle “çirkin, merdûd, muzır ve zulüm” değil miydi? Bizler şimdi bu denklemin neresindeyiz?

Kimseyi muhâtab almıyorum, evvelâ kendi zâlim nefsime hitâb ediyorum. Herkes de kendi nefsini muhâtab alarak bu nûrlu düstûrları dikkatle tekrâr tekrâr gözden geçirmeli, onların ne kadarına uyup uymadığını kontrol etmelidir.

Unutmayalım, dersimizin ilk emri “İnneme’l-mü’minûne ihvetün” âyeti ile başlamaktadır. Îmân ve Kur’ân fedâîlerine düşen, önce kendi “îmân” merâtibimizi sorgulamak; eğer o motora rağmen “kardeşlik” yokuşunda tekleme oluyorsa, gerekli tedbîrleri evvelâ îmân cebhesinde almaktır. “Bid’at, dalâlet, sünnete uymama vb” yol kesiciler müdâhil olmuşlarsa, o ağırlıklardan tez zamânda kurtulmaya çalışmaktır.

“Îmân=uhuvvet” denkleminin her iki kefesini birbirine eşitleyene kadar durmak yok. Ya bu işi başaracağız, ya bu işi başaracağız… Minâre tepesi ile kuyu dibinin ortası yok…

Allah’a emanet olunuz.

İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.