Muhteşem Taç

Muhteşem Taç

Yatsı vaktiydi. Mahalle camisinin önünden geçerken camiden çıkan arkadaşlarıyla karşılaştı. Hepsi kendisiyle yaşıttı. Hatta içlerinde daha küçükleri de vardı. Ellerinde Kur'an'ları, Elifbaları; cıvıl cıvıl neşeliydiler.

Yatsı vaktiydi. Mahalle camisinin önünden geçerken camiden çıkan arkadaşlarıyla karşılaştı. Hepsi kendisiyle yaşıttı. Hatta içlerinde daha küçükleri de vardı. Ellerinde Kur'an'ları, Elifbaları; cıvıl cıvıl neşeliydiler.

-Hey!.. Selim!

Çağrıldığını duyunca geri döndü. Boynunda asılı Kur'an'ıyla kendine seslenen arkadaşı Yahya'ydı.

-Nerelerdesin Selim? İki haftadır görünmüyorsun?

-Şey!.. Kahvehanede çalışıyorum.

Yahya'nın kendisini süzdüğünü fark eden Selim sordu:

-Ne oldu Yahya? Neden böyle bakıyorsun?

-Sanki çok yorgun görünüyorsun.

-Hı hı! Çok yorgunum. Gün boyu ayakta kalmak, su dağıtmak, servis yapmak, boş bardakları toplamak, patrondan ve müşterilerden azar işitmek beni çok yoruyor. Eve varır varmaz hemen yatmak istiyorum.

-Madem işin bu kadar yorucu neden çalışıyorsun Selim. Babanın fazla bir ihtiyacı yok. Sen de yaz tatili boyunca camiye gelsen fena mı olur? Kur'an-ı Kerim okumayı ve dini bilgileri öğreniriz. Hem hocamız bize peygamberimiz, diğer peygamberler ve sahabelerin hayatları hakkında kıssalar anlatıyor. Hepimiz bilmediğimiz şeyler öğreniyoruz.

-….

-Neden susuyorsun Selim?

-Bilmem ki… Babam bırakır mı acaba?

-Bir dene Selim. Neden izin vermesin ki? Biraz tereddütlüydü Selim.

-Bilmiyorum, dedi. İki hafta önce okullar tatile girdiğinde elimden tutup kahveciye beni götürmüştü. Kur'an dersi almak için camiye gitmek istediğimi söyleyince bana kızmış, “işten dönünce annen sana verir” demişti. Yine söylersem bana kızmasından korkuyorum.

Üzülmüştü Yahya. Arkadaşıyla beraber camiye gitmek beraberce Kur'an dersi almak istiyordu. Selim'in mahzun ve melül duruşu Yahya'yı daha bir üzmüştü.

-Selim! İstersen bir daha dene. Bakarsın bu defa izin verir. Dedi ümitsizce.

...

Cevap vermedi Selim. Başını önüne eğmiş, sadece susuyordu.

Yahya'dan ayrılıp eve doğru yürürken bir yandan da düşünüyordu. “Neden babam Kur'an dersi almak için camiye gitmeme izin vermiyor ki. Hâlbuki Yahya'nın babası… Keşke benim babam da onun gibi olsa.”

Kapıdan içeri girince televizyonun karşısında oturan babasını gördü. Yanına vardı. Elini cebine sokup çıkardığı parayı uzattı. Parayı gören babasının gözleri ışıldadı.

-Aferin oğlum! Dedi. Yaz tatili boyunca daha çok para kazanmak için çalışmalısın. Bu zamanda ekmek aslanın ağzında dedikten sonra tekrar televizyona döndü. İzlemeye koyuldu.

Selim annesiyle beraber mutfağa geçti. Yemek yerken annesinin şefkat ve merhametle kendisini izlediğini gördü.

-Çok mu yorgunsun oğlum?

-Evet ana! Dedi başıyla. Çok yorgunum.

Aklına bir şey gelmiş gibi durdu Selim. Biraz düşündü. Annesine konuyu açtı. Kahvehanenin zorluklarından söz edip camiye gitmek istediğinden bahsetti. Babasından kendisi için izin almasını istedi.

Annesinin, oğlunun bu zamansız talebi karşısında yüzü buruştu. Kocasından çekiniyordu. Fakat oğlunun ısrarı ve yalvaran gözleri karşısında dayanamadı yüreği. Salona yöneldi. Biraz sonra babasının salondan yükselen öfkeli sesi kulaklarında çınlıyordu Selim'in.

-Ne diyorsun sen hanım! Ne demek çocukmuş, yoruluyormuş. Biz onun yaşındayken eşek gibi çalışıyor, gece-gündüz babamıza para yetiştiremiyorduk. Doğru… Durumumuz fena değil. Ama sokaklara mı salalım oğlumuzu? Çalışsın ki sokak çocuğu olmasın.

-Fakat bey! Camiye giderse hani…

-Cami mami bilmem. Kur'an dersi almak istiyorsa iş dönüşü evde verirsin olur biter. Bir daha da bu konuyu duymak istemiyorum.

Hayal kırıklığına bir daha uğramıştı Selim. Anlaşılan babası asla izin vermeyecekti. Boğazına takılan lokmayı güçlükle yuttu. İştahı kaçmıştı. Gözleri dolu bir halde “Allahım! Ne olur babam Yahya'nın babası gibi olsa!

Mahşeri bir kalabalıktı. Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Kimi ağlıyor, kimi medet uman bakışlarla sağı solu tarıyordu. Herkes kendi derdinde, kendi endişesindeydi. Gördüğü her insan adeta bir sarhoş misali korkudan yalpalıyordu.

“Neden insanlar böyle” diye düşünüyordu Selim'in babası. Niçin herkes üzgündü? Niçin onca gözlerin feri sönmüş, kaymıştı? Ne oluyordu? Rasgele birine sordu. Hesap günüymüş. Kıyamet kopmuş, mahşermiş! Birden bir korku sardı tüm benliğini. Sıtmaya tutulmuş gibi titredi. “bunca insan korktuğuna göre ya ben… Ben ne olacağım?”

Aniden güneş ışığından daha parlak bir ışık, ortalığı kapladı. Gözleri kamaştı. Yeryüzünü aydınlatacak kadar parlaktı bu ışık. Biraz daha dikkat edince ışığın bir taç'tan çıktığını fark etti. Ne muhteşem bir taçtı. Hayranlıkla seyretti.

Sonra meydana bir adam çağrıldı. O göz alıcı taç adamın başına konuldu. Adamın mutluluğuna diyecek yoktu. Sevincinden adeta uçacaktı. Çevresindeki herkes gibi gıptayla baktı adama.

“fakat!.. Fakat olamaz !”dedi kendi kendine sayıklarcasına. “Ben bu adamı tanıyorum. Bu, bu Sofu Ahmet!”

Kan-ter içinde sıçrayarak uyandı. Henüz gördüğü rüyanın etkisindeyken, hanımının sesini duydu.

-Ne oldu bey? Rüya mı gördün?

-…

-Sofu Ahmet, Sofu Ahmet diye sayıklıyordun.

Şaşkın şaşkın hanımına baktı. Hiç sesini çıkarmadı.

-Sen uyu, dedi hanımına. Kalkıp mutfağa yürüdü. Ertesi gün çarşıya giderken gördüğü rüyayı düşünüyordu. Sofu Ahmet ne yapmıştı da o muhteşem taç ona giydirilmişti acaba? Ne eşsiz, ne güzel bir taçtı. Ne de çok göz alıcı, göz kamaştırıcıydı. Ömründe böylesi bir şey ne görmüş, ne de duymuştu. “Keşke benim de başıma konulsaydı.” Dedi içinden.

İçten içe Sofu Ahmet'i kıskandı. Gidip ona rüyasını anlatmayı düşündü. “Hayır hayır! olamaz” dedi. “Gidip ona anlatamam. Ama bu rüyanın sırrı ne? Bunu bilmeliyim.”

-Selamün aleyküm Recep dayı! Aniden irkildi Recep dayı.

-Aleyküm selam hocam.

-Hayrola Recep dayı. Çok dalgınsın.

-Hı hı! Ben...

Aklına bir fikir gelmişti ansızın. Acaba rüyasını hocaya anlatsa mıydı? Biraz tereddütten sonra

Hoca! İyi ki size rastladım, dedi. Biraz konuşabilir miyiz?

-Tabii Recep Dayı. Aslında ben de seninle biraz konuşmak istiyordum. İstersen camiye geçip odamda konuşalım. Buyurun!

Camiye girerken buraya kadar nasıl geldiğini, nerede olduğunu fark etmeyen dalgınlığına şaştı. Evden çıkalı, onca yolu nasıl da dalgın dalgın yürümüştü..

Camiye girişte hoca bir yandan da konuşuyordu, oğlu Selim'in camiye yaz boyunca gelmesinin iyi olacağından bahsediyordu. Odaya geçtiklerinde konuşması hala devam ediyordu.

-Biliyor musun Recep Dayı? Peygamber efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuş; “Her kim Kur'an'ı okur ve gereğine göre yaşarsa, o kimsenin babasına, kıyamet gününde ışığı dünyadaki tüm evleri aydınlatan güneş ışığından daha parlak, bir taç giydirilecektir. Bu kimsenin babasına böyle bir ikramda bulunulursa artık kendisi nelere kavuşur, siz düşünün! (Ebu Davut)

Birden başının döndüğünü, gözlerinin karardığını hisseti. Sofu Ahmet, kıyamet, mahşer, rüya, ışıldayan parlak taç… her şey gözlerinin önünde bir film gibi canlandı. Gördüğü rüyanın yorumunu öğrenmişti. Sofu Ahmet oğlunu camiye gönderiyor, Kur'an öğretiyordu. Ya kendisi… Bir ikaz mıydı bu rüya?

Dizleri artık onu taşımıyordu. Titredi. Hocanın şaşkın bakışları arasında diz üstü çöktü. Başını ellerinin arasına alırken çığlık çığlığa bağırdı ansızın.

-Aaaah! Aaaah!

-Ne oldu? Dedi hoca, ürkerek. Ne oldu sana Recep dayı?

Hüngür hüngür ağlayan Recep dayının iki gözü iki çeşmeydi. Bir yandan başını dövüyor. Bir yandan da kendi kendine söyleniyordu.

-Yazıklar olsun bana yazıklar olsun. Aah! Akılsız kafam!

İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.