Pulitzer

Pulitzer

Sisler içinde korkuyla yürüyordu. Elindeki fotoğraf makinesinin deklanşöründeki parmağı, adeta tetikteymiş gibi.

Sisler içinde korkuyla yürüyordu. Elindeki fotoğraf makinesinin deklanşöründeki parmağı, adeta tetikteymiş gibi. İçinde bir korkuyu barındıran hafakanlar basan düşüncelerle ilerliyordu.

Ansızın dağılan sislerden sonra bir deri bir kemik kalmış siyahî bir kız çocuğuyla karşılaştı. Arkasında kanat çırparak yükselen ağzı kanlı bir akbaba vardı. Bu dedi. Sayıklarcasına korku dolu gözlerle “o” Aaaa…

Sıçradığında kendini yatağında buldu. Yine aynı kâbusu görmüştü. Ölmek üzere olan siyahî küçük kız çocuğunun kendisini suçlayan hazin bakışları. Istırap veriyordu ruhunun derinliklerine. Artık dayanamıyordu. Gözlerini ne zaman kapatsa o manzarayla karşılaşıyor, kulakları sürekli uğulduyor, sorular duyuyordu.

-Bay Kevin, ödülü aldınız nihayet. Duygularınızı öğrenebilir miyiz?

-Çok mutluyum. Hak ettiğimi düşünüyorum.

-Ya o siyahî küçük kız çocuğu Bay Kevin, o ne oldu?

-Şey… Oradaydı. Yani...

-Ona yardım etmediniz mi Bay Kevin?

-Yardım mı? Yok canım. Ben profesyonel fotoğrafçıyım. Yardım görevlisi değil.

-Demek istiyorsunuz ki küçük kızı akbabaya yem olarak bıraktınız öyle mi?

-…

Kafası çatlayacak gibi ağrıyordu. İki eliyle şakaklarını sıktı. Ovmaya başladı. Kalkıp evin salonuna yürüdü. Gözleri tam karşısındaki dolabın cam vitrinine takıldı. Ayakları onu iradesi dışı sürükleyerek dolabın önüne getirdi. Vitrinde şatafatlı birçok kırmızı şiltler vardı. 34 yıllık ömründe aldığı tüm ödüller buradaydı.

Üzerinde “1994 Pulitzer Ödülü / Kevin Carter / Profesyonel fotoğrafçı” yazan şilte baktı. “seni” dedi, kendi kendine, “aldığım güne lanet olsun”

Üç ay önce aldığı bu ödül için nice hayaller kurmuştu. Ama şimdi ne hallerdeydi. Ağır bir depresyona girmiş, son üç ayda rüyalarında ölmek üzere olan o çocuğun peşini bırakmadığını gören kâbuslar cirit atıyordu. Dayanılacak gibi değildi. “Acaba” diye sayıkladı. “Ne oldu ona? Gerçekten akbaba onu parçaladı mı? Of! Başım çatlayacak gibi. Neden yardım etmedim ki, neden?

Ağladı.. Ağladı, ansızın gülmeye başladı.

“Hadi Kevin sen profesyonel bir fotoğrafçısın. Sudan’da bir fotoğraf çektin. Hayallerini süsleyen dünyaca ünlü Pulitzer ödülünü kazandın. Daha ne istiyorsun ki?”

“Hayır, yardım etmeliydin o küçük kıza. Aç ve susuzdu. Yürüyemeyecek kadar mecalsizdi. Bir deri bir kemik olduğunu sen görmüştün. Ama sen ne yaptın. Arkasındaki akbabaya bırakıp gittin. Yardım etmedin Kevin, yardım etmeliydin!”

Bir iç muhasebedir sürüp gidiyordu vicdanında. Suçluluk psikolojisine girmiş, ağır depresyonlar geçiriyordu. Hayat, artık hiçbir şey ifade etmiyordu. Kurtulmalıydı.

Üstünü giyindiği gibi bahçeye çıktı. Bahçe hortumuna takılan gözleri aradığını bulmuştu. Hortumu sarıp aracına koydu. Johannesburg’un banliyösüne doğru yol aldığında aklından bin bir düşünce geçiyordu. Birazdan banliyödeydi. Kamyonetini park edip indi. Bahçe hortumunu aracının egzoz borusuna bağladı. Elindeki bantlarla iyice sarıp sarmaladığı hortumun ucunu aracın içine uzattı. Wolkmanini de kulaklarına yerleştirip aracına oturdu. Kamyonetini çalışır vaziyete alıp aracının içine egzoz pompaladı. Bahçe hortumundan aracın içine boğaz yakan, kuru, siyah bir duman dolmaya başladı. Gittikçe artan zehirli duman içinde başındaki wolkmaniyle müzik dinliyordu Kevin.

Aracın içi, tamamen boğucu egzozla dolarken Kevin, mazinin bulutları arasında kanat çırpıyordu.

Hırslı bir fotoğrafçıydı. 1994’te Sudandaki açlık haberleri üzerine aklına farklı düşünceler gelmişti. Pulitzer ödülünü kazanmak için belki malzeme bulabilirdi. Afrika’daki açlık hadisesi Sudan’ı, Uluslar arası yardım kuruluşlarının ilgi odağı kılmıştı.

Uçakta okuduğu gazete haberine bakarken yanındaki Sudanlı öfkeyle konuştu. “ne yardımı” dedi gazete haberini işaret ederek. “Pöh!... Zamanı geçmiş mamalar, gıda malzemeleri ve ilaçları Sudan’a sevk edip o insanlara yardım ettiklerini mi düşünüyorlar? Onları sömürüp bu hale getiren/aç bırakan doyumsuz tüketim medeniyeti şimdi kalkmış yardım havarisi kesiliyor başımıza…”

Daha birçok şeyler duydu Sudanlıdan. Fakat hiç sesini çıkarmadı. Nihayet Sudanlı adam da susmuştu.

Uçaktan iner inmez çantasını kaptığı gibi otelde soluğu aldı. Sonraki günler elindeki fotoğraf makinesi, üzerinde gazeteci yeleğiyle kamp kamp dolaşmaya başladı. Rastladığı birçok ilginç kareyi fotoğraflaştırıyor, ama bir türlü tatmin olmuyordu. Henüz aradığını bulamamanın yahut aradığına rastlayamamanın boşluğu vardı içinde.

Bencil ve egoistti. İnsanlar aç, sefil ve perişandı. Kuru kemikleri ve açlıktan incelmiş elleri, ayakları; büzülmüş kafa derileri, manzarayı / Sudan’ın yaşadığı açlık olayının boyutunu gözler önüne seriyordu. Bu siyah insanlar ekmek bulamıyor; kurumuş, yer yer çatlamış topraklar su dahi akıtmıyordu.

Yüksek yerlerde ve uzak vahalarda yaşayan insanlar sürüne sürüne yardım kamplarına akın ediyor, bir parça ekmek bulmayı ümit ediyorlardı. Kimi yolda ölüp akbabalara yem olurken; kimi de bir deri bir kemik yarı ölü bir halde yardım kamplarına zorlukla ulaşıyordu.

Ülke vahim bir açlık tehlikesi geçirirken ve Kevin tüm bunlara şahit olmasına rağmen; kalbi kasvet ve katılıktan vazgeçmiyordu. Gün boyu dolaşıyor, oteline dönerken tıka basa yiyor ve Pulitzer ödülünü düşlüyordu. Meşhur bir fotoğrafçı olacak; basın-yayında boy gösterecekti. O gece Kevin Carter, kendini hep fotoğraflarını çeken ve etrafını saran gazeteciler içinde gördü rüyasında.

Ertesi gün uzak bir yardım kampına doğru yol aldı. Issız bir yerdi. Biraz ötedeki gıda yardımı yapan kampa varacakken gözlerine ilişen bir karartıyla donup kaldı. Yaklaştı. Gözlerine inanamadı. Hemen fotoğraf makinesini manzaraya doğrulttu.

Sudanlı aç bir çocuk ve arkasında birkaç metre öteye tünemiş bir akbaba. Öyle ki çocuğun incecik kolları, siyah teni, narin kemikleri ve güçsüz bedeni onu taşıyamıyordu. Başı öne eğik, yere kapaklanmış bir halde yardım (gıda) kampına gitmeye çalışırken mecalsiz yığılıp kalmıştı. Sol tarafında, arka planda ise bir akbaba gözlerini çocuğa dikmiş bekliyordu. Görüntü gözlerin retinasını yaksa da Kevin, aradığını bulmanın sevinciyle çılgınlar gibi deklanşöre peş peşe basıyordu. “Müthiş bir tablo” dedi sevinçten. “Tam aradığım gibi…”

Nihayet Pulitzer ödülleri açıklanınca Kevin Carter 1994 yılı fotoğraf dalında bu ödüle layık görüldü. Zevkten uçuyordu adeta. Neticede başarmış, Pulitzer’i almıştı. Ödül töreninden sonra çevresini saran gazetecilerin soru yağmuru onu depresyona sokan, vicdanını pare pare eden ilk aşamaydı.

-Bay Kevin, o zavallı çocuğa yardım etmek aklınızdan geçmedi mi?

-Nasıl o çocuğu öylece bırakıp gittiniz, siz de hiç vicdan yok mu?

-Ya o akbaba Bay Kevin, çocuğu parçaladı mı?

-Sadece fotoğrafını mı çektiniz, başka bir şey yapmadınız mı?

-Bay Kevin, hiç vicdan azabı çekmediniz mi?

Sorular, sorular sorular… Bitmeyen sorular…” dedi Kevin Carter egzoz dumanı içinde. Aracın içine tamamen dolan egzoz, Kevin’in bedeninin cansız yığılıp kalmasına sebep olmuştu. Vicdan azabının acılarına dayanamayan Kevin Carter hayatına son vermişti. Ömür boyu yaptığı yanlışlıklara bir yenisini ekleyerek…

Ertesi gün gazetelerde boy boy resimler ve flaş haberler yer almıştı: “Pulitzer ödüllü ünlü fotoğrafçı Kevin Carter intihar etti!” Haberin detayları verildikten sonra son cümleyle haber bitiyordu: “Elde edilen mükemmel sonuçlar her zaman başarı anlamına gelmeyebilir, başarı yolunda nasıl yürüdüğünüz önemlidir…”

*Bu öykü 1994 yılında yaşanmış acı ama gerçek bir olaydır. Batının insani değerlerinin sorgulanması adına kaleme alınmıştır.

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.