SEYYİD KUTUP

SEYYİD KUTUP

İnsanlık İçin İslam’dan Başka Bir Kurtuluşun Bulunmadığını İspatlayan Profesör: SEYYİD KUTUP

İnsanlık İçin İslam’dan Başka Bir Kurtuluşun Bulunmadığını İspatlayan Profesör: SEYYİD KUTUP

İslamî standartlar dâhilinde hür ve özgün düşüncelerini çağının ötesine taşıyan, gelecek nesillere otokontrol ve özgüven aşılayan, davasından başka hiçbir ıstırabı dert edinmeyen, ümmetin içinde debelendiği uyuşukluğu kendisine dert edinen, düşlerini yüreğine yüklemiş bir düşünürü, gayretli bir bahtiyarı, önder bir şahsiyeti konu edinmek, onun anısına bir şeyler yazmak… (zor imiş.)

Son sözünü, önsüzümüz edinmek gayesiyle…

Beşeri sistemlerin koruma kılıfı olan sözüm ona mahkeme heyeti onu idama mahkûm ettiğinde merhumun, tarihin karanlık sayfalarına ışık tutacak şu sözleri, son sözü olarak ağzından dökülmüştü:

“Eğer Allah kanunu ile mahkûm edilmişsem ben Hakk’ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilenmem. Allah’a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.”

İdam edileceği saatlerde dönemin Irak Devlet Başkanı Abdulkerim Arif, yanına gelir; onu alıp Irak’a götüreceğini söyler. Ancak O, bu teklifi reddederek huzur dolu hâlini şöyle tasvir eder: “Altmış yıllık ömürden sonra kendisine şehadet gelen bir kimse acaba bunu terk edebilir mi?”

Tek gayesi İslamî bir yaşam ve toplum olan bir insan, ilahi bir davetiye olan şehadete hayır diyebilir mi?

O; pişmanlık belirtme tekliflerini elinin tersiyle iterek, sessiz kalmayı veya teslim olmayı asla kabul etmeyeceğini belirtmiştir. “Zillet bizden uzaktır.” Hüseynî haykırışın birer temsilcisi olmuştur. Bu nedenle o kâmil ve ulvî bir ruha sahipti. Cesur ve minnetsiz bir ruh… İşte bu ruh, İslam’ın istediği, imanın gerektirdiği, İslam’a ait asil bir ruhtur. Zaten O’nu çağların ötesine taşıyan işte bu ruhtu.

İslam’ı anlamak ve anlatmak için kalbiyle yazdığı kalemin şeref ve haysiyetini canı pahasına koruyan nadide bir şahsiyettir O. Her biri bir şaheser hükmünde olan eserlerinin tümünde ümmetin uyuşukluğunu gidermeye çalışarak hareket ve gayretin ümmete tekrardan can vereceğini muştulayan eşsiz bir münadidir.

O, ümmetin yeniden var olma mücadelesini vermek için canını vermiştir.

“İslam’ın bir defa daha insanlığın yönetimini gerçekleştirmede beklenen rolünü üstlenmesi için bu ümmetin yeniden var olması zorunludur.”[1]

Çağdaşlarını etkilediği oranın, binlerce katı kadar gelecek nesilleri de etkileyen, neredeyse İslamî hareketlerin tamamının kendisinden beslendiği bir hazinedir. İlim irfan deryası… Cehd ve gayret deryası…

Nicelerin asılsız ve kasıtlı iftiralarına uğramış ve maalesef hâlen uğramakta olan bu düşünürü tanımak için tüm eserlerine bakmaya bile gerek yoktur. Sadece bir iki eseri incelense O’nu tanımaya yetecektir. Mürekkebini pak kanıyla karıştırarak nice ölü gönüllere can, nice fidanlara can suyu olmuş ve nice dimağlara ihsan/ihlâs yüklemiş bir düşünce kahramanına dil uzatmak bir düşünürün işi olmasa gerek.

Bence hayatı boyunca kaleme aldığı sayısız eserleriyle imha edilmiş ümmetin ihyasına çalışmış bir bahadırın belki de tek kusuru; inandığı gerçekleri, çağdaş toplumların karşı düşüncelere kulak verebilecek veya saygı duyacak kadar gelişmesini yahut hoşgörülü olmasını beklemeden dile getirmiş olmasıdır. Bu, O’nun yanılmaz olduğu anlamını taşımaz.

Günümüz dünyasında var olan İslâmî düşünce ve hareketleri bu derece etkilemiş, hatta birçoğuna yön vermiş, tamamına ivme kazandırmış diye bileceğimiz bu fikir ve aksiyon adamı, her zaman sayısı maalesef az olanlardandır.

Darağacına giderken bile izzetini ve özgüvenini zerre kadar yitirmemiş bir yiğitten söz etmek kolay olmasa gerek. O, “İzzet zerre kadar zillete tenezzül etmez.” düsturunu dünyaya ispatlayan bir profesördür. Şehadete erişmiş nadide bir profesör.

O’nun etkisi ve tesiri beklenenin ötesinde olmuştur.

“Suudi Arabistan’daki İslâmi muhalefet, Cezayir’deki İslâm Kurtuluş Cephesi, Filistin’deki Hamas; Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan’daki İhvân-ı Müslimîn teşkilatı Kutub’un görüşlerinden etkilenen gruplar arasında sayılmaktadır.”[2]

Hatta bu etkileşimin boyutunu daha iyi anlamak için şu tespite kulak vermemiz yeterli olacaktır. “Hadâd, İran devriminin teorisyenlerinden Ali Şerîatî’nin de Kutub’dan etkilendiğini ileri sürer.”[3]

Çünkü O da Ali Şerîatî gibi, Malik Bin Nebi gibi, Rehber Hüseyin gibi, tüm toplumların, sömürgecilerin kuklası olan zenginlerden, siyasilerden, din bezirgânlarından, toprak ağalarından ve faizci kapitalistlerden kurtulması gerektiğini savunmuştur. Buna çözümü ise ziyadesiyle dikkat çekicidir: “Kurtuluş yolu; muhtemel bir savaşın vukuunda üçüncü bir güç olarak ortaya çıkabilmek, doğu ve batı bloklarına; ‘Topraklarımızda savaş değirmenlerini işletmenize izin vermiyoruz; zira çirkin emelleriniz için yer altı servetlerimizi kullanmanıza rıza göstermeyecek, cesetlerimizin mayın tarlalarınızı temizlemesine müsaade etmeyeceğiz. Kurbanlık koyun gibi boyunlarımızı bıçağınızın altına yatırmayacağız.”[4] Evet evvela uyandırılmalı…

Çağın çoğunda beşeri sistemler evvela kurnazca, olmadı despotça, o da olmadıysa tepeden inmeci bir şekilde toplumları hizaya getirmek istemişler. Getirmişler de. Çıkarcı ve ahlaksız yöntemlerle tüm suskunları özellikle de gayretsiz Müslümanları çarklarının arasında ezedurmuşlardır. Kuklalaştırma, uşaklaştırma projeleri son sürat devam etmiştir.

“İnsan beşer kuldur, şaşar” misali O, beşeri tüm sistemlerin şaşıran, şaşırtan, şımaran ve şımartan sistemler olacağını ispatlar. Beşeri sitemler ne derece güzel ve özel görünseler de aslında özlerinde kandırmaca, aldatmaca, sömürme ve uyutma barındırırlar. O, bu gerçeği şöyle belirtir: “Beşeri düzen, dün olsun, bugün olsun, yarın olsun, bozuk akide yapısı ve batıl anlayış engellerinin yanında akidevi, maddi, siyasi, sosyal, ekonomik, etnik ve sınıfsal engeller çıkaracak, yeryüzünde insanı Allah’ın gücü dışındaki bütün güçlerden kurtarmak şeklindeki kandırmacayla bu dine karşı koymaktadır. Her şey birbirine karıştırılmakta, işler sarpa sardırılmaktadır.” [5]

O, cahili toplumları çok iyi tanımıştır. Cehaletin sadece felaket getireceğini yakinen görmüş ve gidişatın çok vahim olduğunu kavramıştır. Dertlenmiş, derdini yüklenmiştir… Dostundan çok düşmanını tanımıştır. Malumunuzdur ki bu çok daha büyük bir erdemdir.

“Bu satırların yazarı tam kırk yıldan beri okuyan biridir. Onun ilk alanı, insanî bilginin ana alanlarında; uzmanlık alanına giren ya da ilgilendiği konularda okumak ve bilgilenmekti. Sonra akidesinin, düşüncesinin, kaynaklarına yöneldi ve bu geniş kültürün yanında bütün okuduklarının bir hiç olduğunu gördü. Zaten bunun başka türlü olması da mümkün değildi. Geçirdiği bu kırk yıla pişman da değildi. Çünkü cahiliyeyi gerçek yüzüyle, sapıklığıyla, saptırmasıyla, değersizliğiyle, bunalım vb. bütün yönleriyle tanıdı. Mümkün olmadığını yakînen gördü.”[6]

Benzer nedenlerden dolayı Kutub, beşeri sistemlerin tümünü cahiliye toplumu olarak adlandırır. Cahiliye toplumlarının siyasal, sosyal, ahlakî, kültürel ve ekonomik açıdan toplumsal anlayışın evvela değişmesini ve beslendiği k(ö)üresel kaynakların ivedilikle kurutulmasını daha sonra tepeden tırnağa değişmesi gerektiğini savunur. Çünkü O, insanlık için İslam’dan başka bir kurtuluş yolunun bulunmadığını bilir, ispatlar ve bu görüşünü ölümüne savunur.

“İnsanlık, sistem olarak, ahlak olarak, bütün bir hayat olarak, tarih içinde ancak İslam’ın gölgesinde yüksek bir zirveye ulaşmıştır.”[7]

Hak ile batıl, gece ile gündüz gibidir. Biri varsa diğeri yoktur. Karanlık ile aydınlık asla bir arada barınamaz. Bu minvalde keskin, net ve berrak çizgiler içeren görüşleri vardır.

“İslamî Toplum” ve “Cahili Toplum” olarak iki ayrı sınıfa böler tüm insanlığı.

Cahili Toplum’u beşeri sitemlerin tahakkümü altında ezilmiş, kanmış, kandırılmış, kokuşmuş, pis ve kötü bir toplum olarak tanımlar ve bu toplumun tüm insanlığa düşman olduğunu söyler.

İslamî Toplum’u ise ‘ilahi sistem ile yönetilen ideal ve huzurlu bir toplum’ olarak gözler önüne serer. İnsanlık için adalet ve eşitlik sağlayabilen tek sistemin ilahi sistem olduğunu savunur.

“İslam’ın ortaya koyduğu toplumsal düzen güven ve adalet temelleri üzerinde yükselir. İnsanlar arasındaki ilişkiler barış ve adalet üzerine kurulur ve sosyal barışın binası bu sağlam temeller üzerine oturur.”[8]

“İslamî Toplum, nasıl ilahî kaynaktan besleniyorsa aynı şekilde İslamî Hareket Metodu da bu kaynaktan beslenmelidir. Hedef ile hedefe götüren yol, muhakkak Rabbanî olmalıdır.” der. Beşerî sistemlerde olduğu gibi “Hedefe götüren her yol mubahtır.” hezeyanını külliyen reddeder.

O ulvî bir davanın ancak ve ancak ulvî bir yöntem ile gerçekleşebileceğini savunur. İslâmî mücadelenin metot/yöntem açısından da İslamî olması gerektiğini çağa hatırlatmıştır.

Bir emeğin, bir mücadelenin İslâmî olabilmesi için o emeği/mücadeleyi hedefine eriştirecek yol/yöntem/metodun da İslamî olması elzemdir. Hedef ile yöntem aynı özde olmalı, aynı kaynaktan beslenmelidir. “Ulvî bir hedefe süfli bir yöntem ile erişilemez.”

İslamî hareketlerin tüm kurum ve kavramları, tüm emek ve uğraşları, her anı ve aşaması, niyet ve emeli sadece ve sadece ilahî(dir) olmalıdır. Tüm kararlarında İlahî Sistem’e(esaslara) riayet edildiğinden sonuç açısından zafere erişilmezse bile zafer kazanılmış sayılır. Çünkü seferden sorumludur zaferden değil…

Son olarak:

“İdam sehpasına götürülürken, Ezher müftüsü de Kelime-i Şehadet getirmesi için yanına gelir ve ölmeden önce Kelime-i Şehadet getirmesini ister. O’nun son sözleri şu olur:

“Sen de bu tiyatroda ki son (figürsün)bölümsün, sen bana ‘Lâ İlahe İllallah de’ mi diyorsun? Ben ki bu kelime uğruna idam ediliyorum.” der ve sonra gülümseyerek idam sehpasına doğru yürür.

“Kalem sahipleri büyük işler başarabilirler, ancak yazdıklarını kanları ve canlarıyla beslemek şartıyla…” diyen ve 29 Ağustos 1966 tarihinde Kahire’de Rabbi Rahman’ın davetine icabet eden Merhum Şehid Prof. Seyyid Kutub’u rahmetle anıyoruz.

[1] (Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Özgün Yayıncılık, 6. Baskı: Nisan1996, İstanbul s.11)

[2] (Euben, LIX/1 [1997], s. 34)

[3] (Voices of Resurgent Islam, s. 68)

[4] (Seyyid Kutub, İslam’ın Dünya Görüşü, Arslan Yayınları, 4. Baskı: Kasım 1993, İstanbul s.268)

[5] (Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Özgün Yayıncılık, 6. Baskı: Nisan1996, İstanbul s.73)

[6] (Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Özgün Yayıncılık, 6. Baskı: Nisan1996, İstanbul s.147)

[7] (Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Özgün Yayıncılık, 6. Baskı: Nisan1996, İstanbul s.37)

[8] (Seyyid Kutub, İslam’ın Dünya Görüşü, Arslan Yayınları, 4. Baskı: Kasım 1993, İstanbul s.179)

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.