Sivil toplum üzerine

Sivil toplum üzerine

‘Sivil toplum’un Batı’ya ait bir kavram olduğunu, Batı’nın kendine özgü siyasi ve sosyal tarihinde ortaya çıktığını söylemek doğru bir hükümdür.

‘Sivil toplum’un Batı’ya ait bir kavram olduğunu, Batı’nın kendine özgü siyasi ve sosyal tarihinde ortaya çıktığını söylemek doğru bir hükümdür. Batı’da sivil toplumu ortaya çıkaran önemli faktörlerden biri ister kilisenin teokrasisinde ister monarşilerin hükmü altında olsun, iktidarların mutlakiyetçi olması, mutlakiyetçi iktidarı sınırlandıracak bir “üst hukuk”un mevcut bulunmamasıdır. Bu bizi İslam toplumlarında ve mesela Osmanlı’da sivil topluma denk düşecek bir alanine olmadığı fikrine götürmez, İslam tarihinde sivil toplum kavramsallaştırması yoksa, bütün zulümlerine ve hukuk ihlallerine ragmen saltanat ve hilafet rejimlerinin yine de kendi üstlerinde bir hukukun varlığını kabul etmeleri, yani gerçek ve nazari manada mutlakiyetçi olmamalarıdır. Bir üst hukukun varlığı ve bu hukukun mevcudiyeti bilinci mutlakiyetçiliği önlemiştir. Osmanlı’nın Örfi Hukuk’u devleti ve padişahı koruyor, ama devlet veya padişah mutlakiyetçi bir kral gibi toplumun tamamını tanzim etme veya ele geçirme imkanlarına sahip değildir, çünkü toplumu devlete ve padişaha karşı Şeriat korumaktadır. Şeriat devlete karşı halkın kalkanıdır ki, bu Batı’da sivil toplumu ortaya çıkaran ana dinamik ve ihtiyaçların zaten sistemde mevcut olduğunu ima eder. “Sivil toplum” dendiğinde, İslam tarihinde ve İslam entelektüel mirasında derin izleri olan bir kavram akla gelmiyor. Kur’an dilinde sivil toplum diye ortaya çıkmış bir kavramdan söz etmek mümkün değil, fakat İslam’ın teorik çerçevesinde ve Peygamber Efendimizin ilk uygulamasına baktığımızda dört temel noktanın öne çıktığını görüyoruz: Bunlardan biri “biat”tır. Biat kısaca özgür iradeye, serbest seçime (rıza ve kabul) dayalı sözleşmedir. Modern zamanlarda aydınla cahilce biatın, akıl ve irade dışı kör bir itaat olduğunu propoganda ediyorlar, bu sadece aslı esası olmayan bir propogandarır. Siyasi iktidarın kendinden menkul bir kutsallığa veya hukuktan gücünü almayan bir aşkınlığa dayanmayan bir toplumda insanlar icap ve kabul esasına dayanıp aralarında bir sözleşme akdederler ve bu sözleşmeye uyarlar. İslamiyet’in zuhur ettiği Arap yarımadasında Sasani ve Bizans gibi yerleşik monarşiler yoktur. Var olan kabile geleneği tabir caizse “müzakereci ve katılımcı siyaset”e yatkındı. Çünkü kabilenin bireyleri eşitti, kabile reisi de “eşitler içinde birinci” idi. Kabile bireyleri istedikleri zaman reislerini değiştirebilirlerdi. Reis, herhangi bir kutsal kaynaktan güç almıyordu. O halde burada yönetimi tayin eden temel kavram yazılı olmasa da fiiliyatta sözleşmeydi; İslamiyet böyle bir ortamda doğdu, İkinci önemli parametre; “rejimi halkın koruması”dır. Rejimin özel anlamda örgütlenmiş ve kurumsallaşmış koruyucu ve kollayıcı kuvvetleri yoktur. İmam, yani devlet başkanı cihadı, savaşı ilan eder, ama Müslümanların yöneticisi profesyonel bir orduyu hizmeti altına almaz. Gerektiğinde, asker çağrılır, silah altına alınır, savaşabilecek durumda olan insanlar toplanır, böylelikle ordu teşekkül eder. Ordu savaşa katılır, savaşın bitmesiyle birlikte ordu da biter, askerler dağılır. Burada önemli nokta şu ki, “silah taşımak sünnettir”. Herkes silah taşıyabilir. Bu şu demektir; silah toplumun belli bir grubunun eline-emrine verilmiş değildir. Çünkü kim silah gücünü elinde bulunduruyorsa rejimi tayin edecek olan da odur. Hz. Ömer’in Halid Bin Velid’i görevden almasının sebeplerinden biri budur. Halid, askeri bakımdan o kadar ileri noktalara gitti ki, Medine’ye yürüyüp Emirü’l mü’mini dahi değiştirebilecek formasyona ulaştı, yani isteseydi –ki elbette bunu aklından geçirmemişti- “askeri bir darbe” yapar, yönetimi ele geçirebilirdi. Maddi bir kusuru olmadığı halde Hz. Ömer onu ordu komutanlığından zamanında azledildi. Bu, askeri gücün gerektiğinde tehlikeli olabileceği, rejimi değiştirebileceğini ima eden önemli bir uygulamadır. Üçüncü önemli nokta; toplumun maddi kaynaklarının –o zaman ganimetlerdi- savaşçılar arasında paylaştırılmasıdır. Bu aslında sivil hayatın maddi temeli olan ekonomik kaynakların, mali gücün bölüşümüyle ilgili önemli bir meseledir. Söz konusu bölüşümde temel alınan nokta, gücün belli ellerde temerküz etmesinin önüne geçilmesidir ki, mali/iktisadi gücün belli zümre veya sınıfların elinde temerküz ettiği toplumlarda sivil toplum sadece bir retorikten ibarettir. Kur’an-ı Kerim “güç temerküzü” olarak tarif ettiği devletin gücünü servetin belli ellerde temerküzünden aldığını belirtir. Dördüncüsü Fey, “toplumsal mülkiyet”e karşılıktır. Bu da Hz. Ömer’in içtihadıdır. Eğer özel mülkiyet tek mülkiyet biçimi ise, onu elinde tutan güçler rejimi tayin eder. Kredi ve bankada toplanmış olan mevduat toplumun iktisadi gücünü, iktisadi güç aynı zamanda beşeri- tabii gücünü kim kontrol ediyorsa rejimi o kontrol eder. Model, faiz ve kredi sistemi olduğu müddetçe sivil bir toplum kurmak güçtür. Başka bir ifadeyle ister ulusal ister küresel düzeyde olsun, kapitalizmin geçerli olduğu yerde gerçek manada sivil toplum mümkün değildir. Hz. Ömer, Sasani İmparatorluğuna son veren Kadisiye Savaşından sonra Sevad arazisini Fey hükmüne soktu. Peygamberin uygulamasının zahiren hilafına yönelik bir uygulamaydı. Fakat Hz, Ali dahil bazı büyük sahabeler onu destekledi. Çünkü “biz bu toprakları savaşçılar arasında dağıtacak olursak zamanla bu topraklar birkaç ailenin elinde olur ve o topraklar üzerinde yaşayan insanlar da bu ailelerin serfleri durumuna geçer” diye düşündüler ki, bu son derece doğru bir düşünce idi, konuyla ilgili Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan hükmün zahirine aykırı görünse bile hakikatte dinin maksadına uygundu.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.