Yusuf'tan kaçan münafık

HANGİSİ ADALET?

“Aynı olay, aynı şartlarda aynı sonuca varır” diyor Deterministler.

Peki, ya aynı kazayı, aynı yerde, aynı kişi yaparsa aynı ceza mı çıkar?

İşte buna hiç inanmak mümkün değil.

Öncelikle aynı kişinin aynı cezayı alabilmesi için aynı sosyokültürel yapıdan olması gerekir.

Yani suçun niteliğinden ziyade içinde bulunduğun sınıf belirleyici olur hakkında verilen kararda.

Bir meczup anlık öfkeyle otobüste şortlu bir bayana saldırırsa dokuz yıldan yargılanır, köşe kapan göbekli yazarların iri iri puntolarla yazdıkları köşe yazılarına malzeme olur.

Mal bulmuş mağribi gibi saldırırlar…

Hatta iş o kadar ileri götürülür ki ilgisi olmayan mütedeyyin kitle bile bir anda hedef tahtasına oturtulur.

Böylece bırakın saldırıya uğrayanın tutumunu sorgulamanızı, elinizde saldırıya uğrayanın ciddi anlamda tahrik ettiğine dair belgeler olsa bile bu belgeleri yayımlamaktan çekinirsiniz.

Çünkü dedim ya, koca göbekli adamların iri iri puntolarla aforoz metnine, celladın idam sehpasına razı olmak her babayiğidin harcı değildir.

Ya darbe günü sala okuyan imam saldırıya uğrarsa?

İşte doksan yıldır ülkenin hukuk sisteminde değişmez kuraldır.

Mütedeyyin insanlar saldırıya uğradıklarında ya suçludurlar ya da gene suçludurlar.

Hele imama saldıran şortluysa…

İmamın masum olduğuna bin şahit getirseniz bile sonuç aynı.

Ona bir şey diyemezsiniz.

İyisi mi siz siz olun hangi eylemi yaparsanız giyeceğiniz kıyafeti iyi seçmeye bakın.

Korkunç bir katliam mı gerçekleştireceksiniz, çek beline şortu, alanlar seni bekler(!)

Sahi Yasin Börü ve arkadaşlarını katleden sokak itlerinin aklına şort giymek gelmedi mi?

Yoksa şu anda yargılananlar sadece şortsuzlar mı?

Öyle ya, yüzlerce çakaldan yirmiye yakın tıfıl var mahkeme salonunda.

Azmettirici Demirtaş mahkemeye bile çağrılmadı, kim bilir belki de sokağa çağrıyı yaptığında üzerinde şort var.

Açıklamayı yaparken önündeki masadan altta ne giydiğini bilmesek de hâkimlerimiz ve yüce mahkemelerimiz biliyordur.

İzmir'deki saldırıya baktığımızda da aynı durumu görüyoruz.

Darbe kalkışmasını püskürten imamın sala okunmasından sonra cami içinde belirir üç kişi.

Biri erkek iki dişi…

Yürekleri ellerinde.

 Ellerinde kocaman taşlar.

İmam neye uğradığını anlamaz, veterinerden kaçmış sokak köpekleri imamı ısırma gayretinde.

Koca göbekli iri iri puntolarla şortlu bayana saldıranı diline pelesenk etmiş kiralık/satılık kalemlerden tek kelam yok.

Kalem kelama küsmüş.

Ne kimse camideki imama saldıranın haneye tecavüzden yargılanmasını sorgular, ne devlet memuruna cebri tartışır birileri.

Darbe kalkışmasına kalkan salaya saldırının darbeyi yapanlarla işbirliğini veya saldırganların darbeci olma ihtimalini kimse ama hiç kimse dillendirmez nedense.

Kırılan cami camlarının devlet malına zarar olduğu da tartışılmaz.

Üstelik kendiliğinden gelişen bir olay da değil.

Dedim ya, imama saldıran iki kişi; biri erkek, iki dişi.

“Neden sala verdin, sala veremezsin, dinle siyaseti karıştıramazsın, burada iktidar biziz” diyerek cami imamını bir darbe kalkışması anında darp ederler.

İktidarız dedikleri, söz konusu belediye CHP'nin elinde, saldırgan da CHP üyesi bir kudurgan.

Alkollü olduğu iddiaları tamamen safsatadan ibaret…

Eğer alkol hafifletici sebep olarak lanse edilmek istenmiyorsa ve Batı artığı zihniyet sahiden alkollü ise alkolü toptan yasaklamak gerekir, sokak köpekleri sayısını azaltma adına.

Yoksa hız sınırının ellinin altında olduğu bir caddede polis aracını duvara fırlatıp bir polis memurunun ölümüne, birinin yaralanmasına sebep olan Sinan Çetin'in imdadına da alkollü olma durumu bir rüzgâr gibi yetişir ve Rüzgâr Çetin serbest bırakılır.

Yıllardır medrese-i Yusufiye'de sabrı ilmek ilmek dokuyan kardeşlerimizin ulvi davalarına hakaret sayılmasaydı;“Yusufiler de alkollü veya şortluydu” der ve bu parlak(!) fikrimle hasretlerine son verilmesine sebep olurdum.

Kim bilir belki de bu parlak fikrimden dolayı kırk – kırk beş bayramdır aileleriyle görüşemeyen Yusufilerin hasretlerini giderdiğim için ‘onca günahıma rağmen' Cennet'te bir köşecik de olsa, yer bulabilirdim.

Ne Rüzgâr Çetin, ne İzmir'deki şortlu saldırganlar ne de Demirtaş'ın yargılanması, tek başına adaletin tecellisi sayılmayacak, olsa olsa halkın öfke ve tepkisi olarak okunacak, yüreğimizdeki harareti bir nebzecik de olsa dindirecek.

“Halk sözü hak sözüdür” diyorsa büyüklerimiz, Yusufi'ler hakkında da bırakın Pensilvanya'nın satılmış cübbeleri değil, halk karar versin.

BİR ÜTOPYANIN GERÇEKLERLE ÇARPIŞMASI

12 Mart 2016 tarihinde kuruluşu PKK yürütme komitesi üyesi Duran Kalkan tarafından Kandil'de bir basın toplantısıyla kamuoyuna yaklaşık on örgütün birleşerek oluşturduğu bir çatı yapı, bir basın açıklamasıyla deklare edildi.

Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) olarak adlandırılan hareketin ortak özelliği silahlı mücadeleyi savunan sol örgütlerden müteşekkil olmasıydı.

PKK, MLKP, Devrimci Karargâh gibi Türkiye kamuoyunda silahlı eylemleriyle bilinen örgütler olduğu gibi TKP/ML, THKP-C/MLSPB, MKP, TKEP-LENİNİST, TİKB, DKP ve Proleter Devrimciler Koordinasyonu gibi silahlı mücadeleyi savunan ancak halk tarafından pek bilinmeyen örgütler de mevcuttu.

Büyük bir iddiayla ortaya çıkan oluşum, müşterek birkaç eyleme de imza attı.

Ancak kış güneşi gibi görüntüsü olan fakat reelde karşılığı olmayan bir hareket olduğu aşikârdı.

Nihayet TKP/ML geçen hafta oluşumdan ayrıldığını açıkladı. 

"Kamuoyuna ve Dostlarımıza" başlıklı 7 maddenin sıralandığı TKP/ML imzalı açıklamada şu satırlar dikkat çekti: "'Devrim' tanımına dair ciddi ideolojik farklılıklarımız söz konusudur. Biz her devrimi siyasi niteliğiyle tanımlamayı olmazsa olmaz görüyoruz. 'Rojava Devrimi', 'Arap Baharı Devrimi', 'Ortadoğu Devrimi' gibi tanımı yapılmamış bir genel devrim tanımının yerinde olmadığını düşünüyoruz."

12 Mart 2016 tarihinde yaptıkları bir açıklamayla "ortak mücadele örgütü" olarak tanımladıkları, Halkların Birleşik Devrim Hareketi'ni oluşturduklarını ilan eden HBDH, Artvin'e bağlı Şavşat-Ardanuç arasında CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun konvoyuna yapılan silahlı saldırıyı da üstlenmişti.

TKP/ML'nin ayrılma kararının altındaki asıl neden geçen günlerde PYD kontrolündeki Kuzey Suriye'de PYD'lilerin karargâh olarak kullandıkları binalara Amerikan bayrağını asmaları etki etmişti şüphesiz.

"HBDH programı partimizin ideolojik yaklaşımlarından biri olan ülke devrimi tanımını genişletmektedir. Partimiz öncelikli ve acil görevi olarak, ülke devrimini gerçekleştirmeyi önüne hedef olarak koyar. Bunu ilkesel olarak kabul eder. HBDH, genel bir bölge devriminin parçası olarak kendi misyonunu tanımlamaktadır.”

Asıl ayrılma gerekçelerinden biri görüldüğü üzere genel devrimden ziyade ülke devrimi TKP/ML'nin hedefindeymiş. 

“HBDH'nin devrim anlayışı, her ülkenin kendi özgünlüğünde gelişecek devrimci koşullara uygun olarak devrim perspektifi kurma anlayışımıza aykırıdır. Gerçek enternasyonalizmi her ülkenin kendi devrimini yapması olarak kavrıyoruz. Bölge ülkelerinde gelişecek devrimlere karşı askeri, siyasi, lojistik, örgütsel, ideolojik olarak dayanışma içinde bulunmak aktif desteklemek ise başka bir görevdir. Biz her ülkedeki devrimin önünde sonunda kendinde özgünleşeceğini, bu farklı devrimlerin ortak bir devrim programıyla birleştirmesinin gerçeklikle uyuşmadığını düşünüyoruz. Troçkizmden türeyen ve ülke devrimlerini zorlaştıran bir anlayış olduğu fikrindeyiz. Kuşkusuz biz MLM'nin “somut koşulların somut tahlili” ilkesine sımsıkı bağlıyız. Bölge Devrimi de ancak somut koşulların somut tahlilinin bir ürünü olabilir. Bugün için böyle bir somutluk ve olgu görmediğimiz gibi böyle bir tahlilin de bizim açımızdan ideolojik bir savrulmaya tekabül edeceğini düşünüyoruz. Bu anlamda HBDH'nin bu anlayışını ideolojimize, ilkemize aykırı buluyoruz."

Görüldüğü üzere klasik solun çözümlemeden uzak ve paradoks haline gelen sorunsalıyla karşı karşıyayız.

Paradok, sorunsal, çözümleme…

Allah, Allah! Solculuğa doğru evriliyorum mu ne?

Yurtsever ve ulusal sosunu da cümlelerime kattım mı, bal gibi bir sol jargon yakalamış olurum.

 “Rojava'yı Ulusal Kurtuluş Devrim” olarak tanımlıyoruz. Henüz tamamlanmamış bir süreç şerhini de koyarak. Ancak burada ulusal kurtuluş temelinde bir devrimin hayata geçirilmeye çalışıldığını ve bunun destekçisi olduğumuzu ilan ediyoruz. Ancak nihayetinde niteliği, özelliği, sınıfsal karakteri belirlenmemiş genel bir devrim tanımı ve görevi ekseninde ortak bir programın oluşturulmasını doğru bulmuyoruz. HBDH bu görev ve misyonu üstlenmiştir. Bu eksende HBDH'nin tanımladığımız Demokratik Halk Devrimi ve onun önderliği meselesini flulaştıracak bir devrim programı içerdiği kanaatindeyiz. Bu bizim açımızdan pragramatik bir ilke sorununa denk düşmektedir. Bu açıdan bu bizim için uygun değildir.”

Yani Duran Kalkan'ın hendek teorisi, şehirlerin içinde bomba yüklü araç patlatma teorisi gibi sol örgütleri silahlı bir mücadele zemininde birleştirme teorisi de çöktü.

Yalnız bu analiz uzmanı(!) Duran Kalkan'ın her teorisi, Kürtler için bir milli felaket olmakta ve ne hikmetse Duran Kalkan'ın bütün teorilerinin sonunda Kürtlerin payına yıkım ve gözyaşı düşmektedir.

Gaflet mi, delalet mi yoksa ihanet mi?

YUSUF'TAN KAÇAN MÜNAFIK

Önder Aytaç, FETÖ'nün en ağır toplarından…

Her ne kadar FETÖ'nün topp sakallı çetesi, örgütün daha çok stratejik hamleleriyle ilgilense de bu topp sakallı, çok yönlü bir kulvarda hareket etmektedir.

Zaten kendisini tanımlarken de “

 "Ben genç iken arkadaşlarım arasında biraz liberal, biraz milliyetçi, biraz Kemalist, biraz dindar, biraz solcu olarak tanımlanırdım'' ifadesi renginin net ifadesi değil midir?

Bilindiği üzere renklerden siyah küfrü, beyaz ise mümini temsil eder.

İkisinin karışımı olan gri ise münafığın/münafıklığın simgesi…

Renklerin günahı yok ama bu grinin alacalı bulacalı hallerine giren Önder Aytaç'ı nereye koymak gerekir?

Gün geldi "bir karıncayı klozetten çıkarmak için dört saatini veren Hocaefendiyi silahlı bir örgütle ilişkilendirme çabanız boşuna" dedi demesine ancak tabanından kimse bir karıncayı klozetten çıkarmak için dört saat gibi uzun bir zaman çabalayanın çabalarının beceriksizlik belirtisi olduğunu düşünmedi.

Veya klozetteki karıncayı çıkarmak için çaba gösteren bunağın mütevazılık adı altında kibir volkanı olduğunu da tartışmadı hiç kimse.

En korkuncu da karıncayı çıkaranın anlatmadığı olayı, topp sakallı Önder Aytaç'ın kapı deliğinden dört saat boyunca hocasını dikizlemesi ihtimali...

Öyle ya!

Dördüncü bir ihtimal yok.

Ya Hoca, beceriksizliğinden keramet devşirme çabasında.

Ya beceriksizliğin itirafnamesi...

Ya da ve en kötüsü elemanın hocasını dikizleme fetişizmi...

Deminden beri andığımız bu topp sakallı baktı papuç pahalı, soluğu her Fetoist gibi kıble belledikleri Amerika'da aldı.

Soluğu orada aldı, ancak geride kalanların kenetlenmesini sağlamak için cezaevinin hikmetlerini anlatmaya, cezaevini şirin göstermeye çabalamakta.

Ama uzakta, çok uzakta…

Kucağına oturduğu istihbarat örgütünden emin olarak…

Herze ve zırva ustası bu gerzek, birkaç gün önce Silivri Cezaevindeki namazları Hz. Yusuf'un kıldırdığını, bütün duvarların açıldığını ve herkesin bunu gördüğünü yazdı.

Hz. Yusuf'un namaz kıldırdığı bir ekibin içinde olmamak için ABD'ye kaçan şarlatan, neyi kaybettiğini bilmiyor mu?

Kendisi kaçarken kalanlara Cezaevi'ni şirin gösterme çabaları Hocasının yaptığından farklı değil aslında.

Hocaları da sırtını ABD'ye dayadıktan sonra savaş açmadı mı hükümete?

Bütün bunlardan daha önemlisi Önder Aytaç'ın herkes gördü dediği Hz. Yusuf'un namaz kıldırma olayını Ali BULAÇ ve Şahin ALPAY'ın görüp görmediğidir.

Sahi Şahin Alpay ve Ali Bulaç da Hz. Yusuf'u gördü mü?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.