Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

Batı’nın ‘Meşruiyet’ Projesi Çöktü

Batı, neo-sömürgecilik emellerini insan hakları ile meşrulaştırma projesi geliştirdi. Batı’daki gerçek insan hakları savunucularının çabalarını da sermaye edinen bu proje çöktü, bugünden sonra hiç kimse insan haklarını müdahale gerekçesi edinen bu kurnazlığa aldanmayacak.

Birkaç yıl öncesine kadar çoğumuzun zihninde Batı’nın dünya jandarmalığını meşru gören bir imajı vardı. Batı, bize bir koruyucu ve kollayıcı olarak görünüyordu.
Daha iki yıl önce yaşlı bir adam bana “Kurban olayım gâvurlara, onlar da olmazsa kimse bize bir hak tanımayacak” demişti. Halktan biri bir yana, akide kitapları devirenler bile Batı’nın dünya üzerindeki hâkimiyetini dünya dengesi ve insan hakları üzerinden meşru görmenin eşiğindeydi.


Bugün o imaj, o meşruiyet eşiği darmadağın olmuş durumda. Irak, Gazze, Afganistan, Çeçenistan, Bosna’dan sonra Libya, Somali, Mısır ve Myanmar Batı’nın insan hakları jandarmalığı üzerinden ulaştığı meşruiyet imajını yok etti.
Kendin için insan haklarından söz etmek bir anlam taşımaz. İnsan hakları imtihanı, dışarıda kazanılır. Batı, bu imtihanı kaybetti. Sahte de olsa, uzun uğraşlarla edindiği bir meşruiyeti kaybeden bir gücün geleceği parlak değildir. İnsan hakları savunuculuğu üzerinden meşruiyet elde ederek dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdürme çabası Batı için son kaleydi. Batı, bu kaleyi en son Mısır’da kendi elleriyle yıktı. Son süreçte bir kaybeden aranacaksa kaybeden, Batı’nın ta kendisidir. Müslümanlar elbette yaralarını saracak ve kendisini toparlayacaktır. Ama Batı, asla son birkaç yılda elde ettiği imajı bir daha elde edemeyecektir. İmaj kaybı, meşruiyet kaybı tükenişin başlangıcıdır.


Batı, Wilson ilkeleriyle her toplumun kendisini yönetme hakkından söz etti, Filistin’de, Çeçenistan’da ‘yalancı’ çıktı. Bireysel haklar dedi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne gelen davalarda tükendi. Batı ’Katliama hayır’ dedi, Bosna’da iflas etti. Çoğunluğun iktidarı dedi, önce Cezayir’de ve sonra bütün İslam âleminde ikiyüzlülüğünü ifşa etti.
Batı, bugün İslam dünyasında kendisine düşünce ve hayat tarzı olarak bağlanmış bir avuç elit ve günah düşkünü bir kitleyle baş başadır. Onların koruyucu ve kollayıcısıdır. Dolayısıyla onlara karşı olanlara karşıdır.


Hâlbuki Batı, görünürde bunu hedeflememişti. Son dönemde kendince fertleri, grupları, sivil toplum kuruluşlarını uluslararası hukukun içinde gören, kendisini Hindistan’daki bir kadının hak ihlalinden sorumlu gören ve yeryüzü hakimiyietindeki meşruiyetini buna bağlayan bir anlayış geliştirmişti. Bunu başarırsa ayakta kalabileceğini, müdahalelerdeki meşruiyetini koruyabileceğini düşünüyordu. Artık bir yere girince Fransa’nın Cezayir’e, İtalya’nın Libya’ya girdiği gibi girmeyecek, halklar tarafından çiçeklerle karşılanacak ve asla oradan ayrılması istenmeyecekti. Oysa işgal sonrası işgal öncesinden çok daha kötü, müdahale sonrası müdahale öncesinden daha berbat...


Şimdi sormak gerekiyor: Batı’nın meşruiyet serüveni neydi ve Batı, meşruiyet oyununu niye beceremedi?
Eski dünyada Batı’nın işgal ile meşruiyeti yan yana getirme gibi bir kaygısı yoktu. Batı, miladi 16. ve 17. yüzyıllarda İslam dünyasından olabildiğince uzak duruyordu. Müslüman olmayan Afrika ve Amerika’yı ise insan bile saymıyor, onların elindeki varlığı almayı ve onları köleleştirmeyi kendisi için ‘insan hakkı’ sayıyordu.


Bu konuda tartışmalar Kurtuba piskoposlarından Sepulveda ile Las Casas arasındaki tartışmalara bariz bir şekilde yansımıştır.
Psikopas Sepulveda, Amerikan yerlilerinin insandan farklı bir varlık olduğunu düşünüyor, “Kızılderililere gelince gerek tanıdıklarım gerekse hakkında bilgi edindiğim diğer bölgelerin Kızılderilileri aşağı varlıklardır, doğaları gereği köledirler” anlayışını sürdürüyor, Miladi 1519 tarihli bu anlayıştan yola çıkarak İspanyolların Kızılderililere yönelik uygulamalarını meşru görüyordu.


Batı, kendi içinde de insan haklarını sadece inanç ve fizik olarak kendisine benzeyenlere ait görüyordu. İnsan haklarını inanç olarak kendi mezhebinden ve kendi dininden olanlarla fizik ve ruh olarak sağlam olan diğer Batılılar için işletiyordu. Kendi mezhebinden olmayana her tür zulmü meşru gören Batı, onlar için engizisyon mahkemeleri kurdu, mezhep ihtilafını aştı, kendi dininden olmayanları ezdi, Yahudileri haklardan mahrum bıraktı, katletti; Hıristiyan kökenli olsalarda fiziken eksik olan cüzzamlıları ve ruhen hasta saydığı sözde cadıları insan haklarından yoksun bıraktı.


Batı, asıl kafa karışıklığını İslam’la ilgili yaşadı; İspanya’da yaptıklarını intikamla açıklayabiliyordu. Ama Fransa’nın Afrika’daki uygulamalarını neyle açıklayacaktı? Gerek Endülüs gerek Osmanlı, Batı’nın zihnine Müslümanların köle olamayacağını yerleştirmişti. Batı insanı, Müslümandan köle olmaz diye düşünüyor, devletler bu düşünceyi kabul etmek zorunda kalıyor, Müslüman köle ithalini yasaklıyorlardı. Ama Batı, aynı zamanda İslam dünyasını işgal etmek, onun yer altı zenginliklerine el koymak istiyordu. Batı, bu çelişki içinde kendi işgalleri için meşruiyet zemini arayışınıa girdi. Bu meşruiyet zemini arayışı, salt insani de değildi.
Batı, dünyanın diğer kesimlerini kolayca işgal ettiği halde İslam dünyasını teslim almada zorlanıyordu. Onu meşruiyet arayışına iten buydu. Batı, bu arayış içinde İslam tarihine yöneldi.


EL CEZİRE’NİN FETHİNİ KOPYALAMAK
Arapların El-Cezire dedikleri Mezopotamya başta olmak üzere Bizans’ın hâkimiyeti altındaki (Bizans açısından) güney ve Kürt coğrafyası İslam ordularınca nasıl fethedilebilmişti?
Buralarda Süryani Ortodoks odaklı yoğun bir tarımcılık vardı. Süryaniler de Bizanslar gibi Ortodoks Hıristiyandı ve çok yoğun bir Hıristiyanlık yaşıyorlardı. Nusaybin, Antakya, Urfa gibi şehirlerde büyük akademiler vardı. Dört bir taraf manastır ve kiliseydi. Hıristiyanlık bilgisi de alabildiğince üst safhadaydı. Ekonomik durum iyiydi ve Mardin, Diyarbakır gibi şehirler çok sağlam birer kaleydiler.


Her şey yolunda görünürken nasıl olmuştu da Kudüs’ten hemen sonra (Antakya dışında) buralar İslam’ın en kolay fethettiği yerler olarak tarihe geçmişti. İslam bunca yüksek bir kazanca nasıl oldu da bu kadar düşük bir maliyetle ulaşmıştı?
Cevap açıktı: Bizans’ın güç kaynağı Kürtler ve Araplar değil, Süryani ve Ermenilerdi Onlarla Bizans arasında mezhep içi ihtilaflar vardı ve Bizans, onlardan çok ağır vergiler alıyordu.


İslam, onların mezhep içi ihtilaflarına karışmazdı, vergiyi Bizans’tan düşük tutup can ve mal emniyetini sağlayınca Süryani ve Ermeniler direnmediler.
“O halde” dedi Batı, “İnsan hakları, işgalin yumuşak gücü olabilir. ‘İşgal’ sadece güçle olmuyor. İşgalin meşruiyete ihtiyacı vardır, insan hakları savunuculuğu bütün dünyadaki hâkimiyetimize meşruiyet kazandırabilir.”
Burada hayali bir sahnenin anlatılmadığını özellikle belirteyim. Batı’nın göç teorilerini inceleyen herkes, İslam’ın El-Cezire’yi fethinin bu teorilerde çok önemli bir yer tuttuğunu bilir. Batı, son dönemde kendince El Cezire’nin fethini kopyalamaya çalıştı.


BATI’NIN MEŞRUİYET ARAYIŞI İFLAS ETTİ
Ama Batı’nın unuttuğu bir gerçek vardı: İslam, bir bütündür ve fethedilen yerlerdeki insan hakları uygulamaları fetih kolaylaşsın diye geliştirilmiş değildir, yüce Allah’ın hükümleridir.
İslam, insan haklarına bir karşılık için sahip çıkmadı, insan haklarını anarşizm ve protesto edilme korkusuyla savunmadı. İnsan hakları İslam’ın özünde vardır, o özden ayrılamaz, o hakların uygulanması ancak İslam’ın bütün olarak uygulanmasıyla mümkündür.


Batı’nın özünde barbarlık vardır, o barbarlık insan hakları kamuflajıyla örtülemiyor.
Bir kâfir, bir müşrik insan haklarından yana olamaz mı? Siyeri bilen herkes, bunun olabileceğini bilir. Ancak küfür, özü itibari ile adaleti sağlayamaz, kendi dışındaki dünyaya hak tanımaz.
Miladi 20. yüzyıl, Batı için baştanbaşa meşruiyet arayışı yüzyılıdır. Batı, II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Birleşmiş Milletlet Teşkilatı’nı, ardından ona bağlı olarak Uluslararası Adalet Divanı’nı kurdu. Uluslararası göç kullanımını kendince barbarlık döneminden sıyrılıp esaslara bağladı, adil olmasa da en azından belirsizliği azalttı.

1994’teki Ruanda Soykırımı’ndan sonra Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni görevlendirerek insanlık suçlarına karşı tedbir iddiasında bulundu. Aynı yıl Haiti, 1999’da Kosova müdahaleleriyle meşruiyet iddiasını güçlendirdi. Buna Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin sol örgüt mensuplarına yönelik hak ihlallerine müdahalesi de eklenince herkes Batı’yı insan haklarının mutlak bekçisi görmeye başladı.


Batı, sıradan Müslümanı kendi beslemesi zalim diktatör ve krallara karşı koruma altına alırsa İslam dünyasındaki müdahaleleri için meşruiyeti yakalayacağını, İslam’ın El Cezire’deki hâkimiyeti gibi bir hâkimiyete ulaşacağını sandı. Önce israil, Batı’nın bütün girişimlerini boşa çıkardı, onun zulüm üzerine örttüğü perdeyi yırttı, zalimliğiyle Batı’nın zulüm kölelerinin bir ekranı oldu. Kudüs adeta ayağa kalktı, Filistin ayağa kalktı. “Ey Müslüman bunlara inanma, onların değil benim şahitliğimi kabul et, beni gör, bende kendi geleceğini gör” dedi.


Ve sonra bütün İslam dünyasındaki uygulamalar Kudüs’ü Filistin’i doğruladı. Kamuflaj işe yaramıyor, zulüm artık kamuflajın altına sığmıyordu. İsrail işkenceleri ve israil askıları, Batı yanlısı bütün yönetimlerce İslam dünyasının her yanına yayıldı. Batı, vaziyet karşısında diktatörlere karşı insan hakları hamiliği iddiasını daha yüksek sesle ifade etti. İslam dünyası ona yeniden inanır gibi oldu ve onun müdahalesini, onun diktatörlerinin üzerinden yeniden meşru görme eğilimi yaşadı.
Hâlbuki Batı, planlı bir çıkarcılık içindeydi, çıkarcılık onun ruhunda vardı. Daha dün eski Yunan geçmişiyle ‘çoğunluk’ dediği halde İslam dünyasında çoğunluk kaynaklı meşruiyeti hiçbir zaman tanımadı. Ne Fransa ne İngiltere’nin işgal ettiği topraklarda bir tek serbest seçim yapılmamıştır. Onların diktatörleri de onların yolundan gitti. Bugün diktatörler devrildi, çoğunluğa dayalı meşruiyet zemini oluştu, Batı bir daha diktatörlere sığındı, bütün meşruiyet iddialarını bir kenara attı, darbeleri ve katliamları savunma noktasına geri döndü.


Meşruiyet iddialarından önce Batı böyleydi, bugün de böyledir.
Bir gücün işlevselliğinde önemli olan onun meşru olup olmadığı değil, meşru olarak algılanıp algılanmadığıdır. Batı meşru değildi ama öyle algılanıyordu ama artık öyle de algılanmayacak.
Meşruiyet, Batı’nın son kalesiydi. Bu sahte kale çöktü, Batı’nın barbar yüzü ortaya çıktı. Bundan sonra hiçbir propaganda bu yüzü kamufle edemeyecek. Batı, kendi içindeki vicdanlı insanların insan hakları eğilimini de satamayacak. Çünkü o eğilimler bundan sonra asla Batı’nın hanesine yazılmayacaktır.


Şimdi, Batı’nın meşruiyet iddialarının çürük olduğunu anlatmak için bunca söze ne gerek var diyeceksiniz. Emin olun, ben de sizin gibi düşünüyorum. Belki yazı boyunca bu düşüncenin etkisinde olduğumdan zihnimdeki pek çok şeyi aktaramadım, meşruiyetin tarifi ve türleri gibi notlarım açıkta kaldı.
Batı’nın çökmüşlüğüne, belge olarak Adeviyye yeter.
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.