Ben, Ben Var Ya! Ben

Hayat artık kabak tadı vermeye başladı. Yaşamak için lazım olan en temel şeyi kaybediyoruz galiba, sevgi ve saygıyı…

Nasıl mı?

Birbirimizin ayıplarıyla, eksiklikleriyle ve günahlarıyla o denli uğraşıyoruz ki artık hayatın tadını alamıyoruz. Kalbimizi saran haset ya da kıskançlık veya üste çıkma arzusu, diğer bir deyişle nefsimize kul olma durumu bütün huzurumuzu vantuz gibi emiyor.

Bir kardeşimizin, dostumuzun, komşumuzun, yoldaşımızın eksikliği bizim için ne ara kazanç oldu? Neden başarılı olmayı karşımıza çıkan her kulun başarısızlığına, yükselebilmeyi onların düşüşüne bağladık? Aslında cevabı çok basit. Şeytan insana karşı olan kadim savaşında üstünlük sağlayacak virüsü, insanlara normal bir durummuş gibi sunmayı başarmış. Birkaç semptomdan bahsetmek istiyorum.

Toplum olarak tembelleştik değil mi? Tembelliğimize rağmen isteklerimiz de çoğaldı. Eskiden tembel insanlar yenilgiyi ve başarısızlığı peşinen kabul ederlerdi. Rakiplerinin çalışkan olması kaçınılmaz sonucu doğuruyordu. Ama artık öyle değil. Çalışmadan ve gerekli şartları sağlamadan da başarılı olmanın yolunu bulduğumuzu sanıyoruz. Elbette bulduk, kimin ayağı kaysa zafer naraları atıyoruz. Nihayetinde her düşen bir rakiptir ve bize başarı getirir!

Eskiden etrafımıza karşı duyarlılığımız bir vücudun azalarının ilişkisi biçimindeydi. Oysa artık birbirimize o gözle bakamıyoruz. Hayatta elde etmemiz gereken şeylerin kemiyeti o kadar çoğaldı ki hiç kimse ile ilgilenemiyoruz. Sıkıntı içinde gördüklerimize birazcık merhamet gösterisinde bulunmak, yapabileceğimiz en büyük iyilik olmuş. Onlara el uzatacak ne enerjimiz ne de maddi varlığımız var. Vakit desen, dolu dolu. Haftanın birkaç gününü dizilere ayırmışız. Ailece gitmemiz gereken AVM ritüeli var. Takip etmemiz gereken gelişim kurslarımız, almamız gereken bilgiler, gitmemiz gereken ders halkaları ve yeni yeni hayatımıza giren bencil hobilerimiz var. Çoğu zaman milletin derdini dinlemek bile istemiyoruz. Haksız da sayılmayız. Bilmek, çözüm getirmek gibi bir sorumluluk yüklüyor. Niye bilelim ki o zaman?

Kendimiz derken, sadece öz nefsimiz geliyor aklımıza. Eskiden dostlarımızdan ayrı içtiğimiz çay acıyken artık eşimizle bile paylaşmadığımız özel zevklerimiz, çocuklarımızın içinde olmadığı kendimize ait keyif anları var… Benlik ve bencillik tavan yapmış!

Konuyu çok uzattım, sadede geleyim.

Biz, bizim dışındakilerin ayıpları ile uğraşmaktan vazgeçemiyoruz.

Sıkıntı “bizim değilse”, sıkıntı olmaktan çıkıyor.

Nefsimizi yüceltmek de, başkasının düşüşü de zevk veriyor bize.  

Bu kadar çok egonun olduğu bir toplumda egoların çarpışması ve şeytanın zaferi kaçınılmazdır. Şeytan gülüyorsa biz ağlıyor olmalıyız.  Çünkü şeytan kazanmışsa biz helak olmuşuz demektir.

Bunu bir de büyüklerden dinleyelim:

Sultan Ahmed Han, bir gün Hüdayî Hazretlerine bir hediye göndermiş. Hüdayî Hazretleri de gönderilen hediyeyi şüpheli bularak geri çevirmişti.

Padişah, aynı hediyeyi Şeyh Abdülmecid Sivasî Hazretlerine gönderdi. O ise, gelen hediyeyi kabul etti.

Bir gün padişah, Abdülmecid Sivasî Hazretlerine:

– Size gönderdiğim hediyeyi daha önce Hüdayî Hazretlerine göndermiştim, kabul etmedi, dedi.

Abdülmecid Sivasî Hazretleri tevazu gösterip:

– Padişahım, Hüdâyi bir Ankâ'dır ki, leşe tenezzül etmez… cevabını verdi.

Padişah, birkaç gün sonra da Hüdâyi Hazretlerinin sohbetine gitti. Ona:

– Geri çevirdiğiniz hediyeyi, Abdülmecid Sivasî'ye gönderdim, o kabul etti, dedi. Bu söz üzerine Hüdayî Hazretleri:

– Sultanım! Şeyh Abdülmecid bir deryadır ki, ona bir katre necaset düşmekle pislenmiş olmaz, diyerek zarif bir cevap verdi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.