Hassasiyetler olmadan ne hidayet yoluna girilir ne de o yolda yürünür

Hassasiyetler olmadan ne hidayet yoluna girilir ne de o yolda yürünür

İnkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, asla iman etmezler.

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٦﴾  خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟

İnkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, asla iman etmezler.

Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır. (Bakara Sûresi 6-7)

İnsan ‘ben’inin varlığa açılan pencereleridir havas-ı hamse/beş duyu… Bunlarsız insan bedene hapsolmuş, körkütük denilen bir varlıktır. Bu beş duyu/havas-ı hamse’den en önemlileri de duyma ve görme duyularıdır. Konuşma da duymaya tabi olan bir özelliktir.

Bu beş duyu belki yaratıcıyı değil ama yaratıcının eserlerini insanın idrakine gösterir. Doğal olan ise eseri görenin eserin var edicisini araması, Onu tanımaya çalışması ve Ona varmasıdır. Kur’an-ı Kerim bunun böyle olması gerektiğini değişik surelere dağılmış ayetlerle dile getirir.

Bu duyuları işlevsiz bırakanların aslında tavsif edilmesi gereken gerçek sıfatları Furkan Suresi 44. Ayet-i kerimesinde şu ifadelerle dile getiriyor;

اَمْ تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَۜ اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْـعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَب۪يلاً۟

“Yoksa sen, onların büyük çoğunluğunun gerçekten senin davetine kulak verdiklerini yahut doğru dürüst düşündüklerini mi sanıyorsun? Aksine onlar, başka değil, bir hayvan sürüsü gibidirler, hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkındırlar.”

Evet, onlar hedefsiz, amaçsız ve sadece yiyip içen, uyuyup kalkan ve güdülerle nesillerinin devamını sağlayan herhangi bir hayvandan farksızdırlar ve hatta onlardan daha fazla yolunu şaşırmış, doğru yolu bulmaktan daha uzak düşmüş mahluklardırlar. Zira hayvanların duyuları şehvetleriyle irtibatlıdır oysa insanlarınki ek olarak akıl, ruh ve kalpleriyle de bağlantılıdır. Buna rağmen bütün bu irtibatları kesip sadece dürtüleriyle olan bağlantılarını geriye bırakmışlardır.

İşte konunun başına aldığımız ayet-i kerime duyu/duyarlılık/hassasiyetten yoksun olan insanların en dip noktasında yer alanları tanıtıyor bizlere… Körkütük vasfına haiz, hayvandan daha çok hidayetten uzak düşmüş insanları…

Kur’an-ı Kerim’in bir üslubu da işlediği karakterleri veya eylemleri bazen en uç noktadan örnekler vererek işlemesidir. Örneğin kesinlikle kabul edilecek tevbe ile kesinlikle kabul edilmeyecek tevbe örneklerini işlediği  Nisa Suresi 17 ve 18. Ayet-i kerimelerdeki gibi…

“Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden pişmanlık getirenlerin tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tövbe ettim” diyenlerle kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tövbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.”

Oysa bu iki uç noktadaki tövbe arasında sayısız tövbe çeşidi mevcuttur.

İşte konunun başına aldığımız ayet-i kerime bu uç noktada yer alan karakterleri işliyor.

Şüphesiz insanın bu duyulardan istifadesi onun melekut alemindeki duyularının işlevsel olmasına bağlıdır, yani canlı, diri bir gönlünün olmasına bağlıdır. Yoksa zahir duyuların  kalp ve akıl ile bağlantılarını koparıp sadece bedenini canlı tutacak şehvetiyle tek bağlantılarını bırakmışsa bu duyuların onu ideal insan yapmasına kafi gelmeyeceği aşikardır.

Müfessirler En’am Suresi 28. Ayeti olan

بَلْ بَدَا لَهُمْ مَا كَانُوا يُخْفُونَ مِنْ قَبْلُۜ وَلَوْ رُدُّوا لَعَادُوا لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ

“Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler apaçık önlerine çıktı. Yoksa geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.”  Ayeti tefsir ederlerken “Zira onların kalbi değil sadece gözleri Allah’ın azabını görmüştür,” şeklinde tefsir ediyorlar.

Müminin farkı işte burada ortaya çıkıyor. Mümin diri/canlı bir gönle sahip olandır. Kalp gözüyle görüp kalp kulağıyla işitendir.

Müminler arasındaki derece farkı da bu diriliğin oranıyla orantılıdır. Kalbi/gönlü diri olduğu oranda yüce mertebe/makamların sahibidir. Hayatında karşısına çıkan olaylara verdiği tepki de bu kalp diriliğine göre şekil alır. Hz. Aişe (r.anha) annemiz Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin tepkilerini anlatırken mealen şu izahatı yapar.

“O (Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem) kendi nefsi için hiç kızmazdı. Ama söz konusu olan Allahu Teala’nın hudutlarının çiğnenmesi ise kızgınlığı hemen yüzüne vurur, yüzü kıpkırmızı olur, iki kaşı arasındaki damarı kabarırdı.”

Hz. Rasulullah (s.a.v); “Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.” Derken müminin sahip olması gereken hassasiyete de aslında işaret ediyor. İnsanın tepkileri hassasiyetleriyle aynı istikamettedir. Eğer hassasiyetleri Allah, Allah’ın dini, Allah’ın rızası ise tepkileri de o doğrultuda olacaktır. Ama Allah muhafaza hassasiyetleri dünyası ise, nefs-i emmaresi ise tepkileri de yine aynı şekilde o doğrultuda olur.

O yüzden kafir göz önünde olan Allah (cc)’ın bunca ayetini göremez, görse bile kör tabiatın eseri olarak görür. Mümin ise;

اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاًۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru! (Âl-i İmrân Sûresi  191) der.

Bu hassasiyetlere sahip olmak da nefsin isteklerine ram olmakla değil, ayakta dururken, oturur halde iken ve uzanmışken halde iken her halükarda Allah’ı zikredip O’na ibadet etmekle elde edilir.

Allahu Teala Furkan Suresi 43. Ayet-i kerimesinde insanın hassasiyetlerinden sıyrılıp körkütük bir hayvandan daha fazla hidayetten uzak düşmesinin sebebini şu şekilde açıklıyor;

اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُۜ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَك۪يلاًۙ

Bayağı arzularını tanrılaştıran kişiyi gördün mü? Şimdi sen, bu adamı da doğru yola getirmekle yükümlü olabilir misin?

Allahu Teala aynı şekilde kudsi hadiste bir müminin bütün duyularının nasıl Allah (cc)’ın rızası doğrultusunda şekilleneceğini de şu şekilde izah ediyor.

“… Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri  eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum…” (Buhârî, Rikak 38.)

Hassasiyetlerin istikamet üzere oluşması duyguların istikamet üzere olmasına bağlıdır. Evet, insan duyguları ile hareket edemez ama bazı şeyler vardır ki sadece akıl ile bunların korunması mümkün değildir. Mesela namus konusundaki duygu/hassasiyet darbe aldığı zaman hiçbir akıl sırf insanlığın bekasına olan zararları dolayısıyla insanları zina denilen lanetli kötülükten alıkoyamaz.

Duygular olmadan sırf akıl nasıl gerilemeyi engelleyemiyorsa aynı şekilde ilerlemeyi de sağlayamaz. Allah’a doğru olan yoldaki seyrü sûlük akılla yürünen bir yol değil, gönül ile kat edilen bir yoldur. Gönlün en büyük destekçileri de duygu/hassasiyetlerdir.

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.