Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

Kerbela bir hayal değil

Tarih, yaşanmamış sayılmakla yaşanmamış olmaz. Biz, tarihin Kerbela sayfasını okumadan kapatsak da Kerbela yaşandı. Hz. Resulullah’ın torunu, Hz. Resulullah’ın pak kızı Hz. Fatıma’nın ve Allah’ın aslanı Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin… Resulullah’ın dizinde, kucağında, omzunda büyüyen Hz. Hüseyin… Resulullah’ın “Kim onları severse beni sevmiş olur ve kim onlara buğz ederse bana buğz etmiş olur” dediği iki gençten Hz. Hüseyin 10 Muharrem hicri 61 yılında Aşura Günü’nde Kerbela çölünde katledildi. Bu, bir kötü rüya değil gerçeğin ta kendisidir.

Biz, yaşanmamış gibi geçsek de Ehl-i Beyt’in henüz oyun çağındaki çocuklarının bedenleri, Yezid’in askerlerinin oklarıyla paramparça edildi.

Biz, hayal etmeyi bile ağır görsek de Ehl-i Beyt’in bebeklerine, bebek emziren kadınlarına Fırat’ın suyu bile yasaklandı. Ehl-i Beyt’in kanlar içinde can veren gençlerinin dudaklarını ıslatacak su bulamadılar.

Biz, olamaz desek de Ehl-i Beyt’in kadınları, esir edildi; Kufe’den Şam’a birer savaş esiri olarak sevk edildi.
Uhud, onların intikam hislerini bastırmadı; Bedir’in intikamını bu görülmemiş zulümle aldılar, denebilir.

Ama Kerbela’da yaşanan ondan da öteydi. Kerbela’da iman-güç, iman-saltanat, iman-iktidar savaşı yaşandı. Yezid, belki dedelerinin intikamını böyle aldı; böyle bir intikamdan keyif aldı. Bu, Yezid’e uzak değil. Yezid’e direnmeyi uygun görmeyenler imanın güç karşısında, imanın saltanat karşısında, imanın kimi yararlı faaliyetler uğruna susmasını, sinmesini kalpteki sığınağa çekilip orada sessizce saklanmasını; imanın yaşamı yönlendirme kabiliyetinin tatil edilmesini, imanın “düzeni” bozmaması için sıkıca kontrol altına alınmasını istiyorlardı. Kerbela’nın bu yanına da bakmak gerekir.

Kerbela acıdır, Kerbela’dan söz edip de duygulanmamak mümkün değil. Ama hep ağlayan insanın sağlıklı düşünmesi de mümkün değil.

Kerbela için gözyaşı dökmeye son vermek, kimsenin güç sınırları içinde değil. Dünya var oldukça Kerbela için ağlayanlar var olacaktır.

Ne var ki kişinin ağlaması kendinedir; ağlamasının karşılığı kendinedir. Ağlamak, sahibinde başlar ve onda biter. Ağlamak, kişilerin ümmetin, sermayesinden istifade ederek yolunu görmeye ihtiyacı var.

Hz. Hüseyin, ümmetin Hz. Hüseyin’idir. Kerbela, ümmetin Kerbela’sıdır. Ümmet, Kerbela’yı görmek; Kerbela üzerine düşünmek, bugünü ve yarını için ondan yararlanmak zorundadır.

“Kerbela’da ne oldu?” demek yetmez, “Kerbela’da niye oldu?” diye de sormak gerekir.

Hz. Hüseyin, savaştan önce Kufe halkının durumunu sordu; “Onların kalbi senin lehine, kılıçları senin aleyhinedir” dediler.
İşte Yezid’in ve halkı ona itaat etmeye çağıranların istediği buydu:

Gözü, kulağı; dili, eli kontrol edemeyen, ölü bir iman…

Gözün ve kulağın kendisine aktardıklarını doğru tahlil etse de dil ve ele söz geçiremeyen, beden üzerinde muktedir olmayan, iktidarsız bir iman…

Allah için söyleyin! Bugün, bu ümmetin yaşadığı felaket bunun ta kendisi değil mi? Bugün, bu ümmetin imanından, vicdanından istenen bu değil mi?

Göz, kötülüğü görünce kapanmaya, kulak zulmü duyunca kapanmaya alışacak… Ve iman, bu kapanmadan, bu tıkanmadan rahatsız olmayacak; gözün gördüğünü, kulağın duyduğunu tahlil etmeyecek…

Bugün, bizden istenen, bize önerilen bu “Kör” ve “Sağır” iman değil mi?

Göz görecek, kulak duyacak, akıl tahlil edecek, kalp hissedecek ama dil susacak; el, harekete geçmeyecek… Bugün bizden istenen bu “pasif”, bu kahrolasıca bir denetimle denetim altına alınmış iman değil mi?

Kalpleri haktan yana, kılıçları başka yerde… Bugün tahlillerimizin yarısı “O, böyle düşünmüyor ama şartlar (makam, ticaret) onu böyle davranmaya zorluyor. Aslında gönlü haktan yana, doğruyu biliyor ve anlıyor ama bulunduğu konum, onu yanlış yere sevk ediyor” şeklinde değil midir?

Biz, hep gönülleri, düşünceleri ve amelleri arasında çelişki bulunan insanlardan söz etmiyor muyuz?

Bütün buhranlarımız, bütün iç acılarımız bu ağır çelişkinin yol açtığı felçten değil midir?

Düşündüğü gibi davranmayan bir insan, kendisini düşündüğüne, inandığına tam zıt yönde davranmaya zorlayan bir toplum, mutlu olmak bir yana hakta veya batıda başarılı olur mu?

Hayır! Böyle bir iç çelişki yaşayan bir toplum ancak esir olur, ancak pişmanlıkla kendini avutur. Ve bu gün ümmetin yaşadığı bunun ta kendisi değil midir?

Kerbela’ya buradan da bakmak gerek. Ancak bugünü mazur görmek için değil; bugünü mazur gören anlayışın Kerbela meydanındaki yerini belirlemek için…

YEZİD’İN ÜÇ SİLAHI
Yezid’in üç silahı vardı: makam, rüşvet ve ideoloji. Yezid, emirleri makam; eşrafı rüşvet; halkı ideolojiyle kendisine boyun eğdirdi.

Yezid’in valisi İbn-i Ziyad, müfrezesinin adı anılmaz olası komutanına Hz. Hüseyn’i katletme günahına karşılık, yeni fethedilen bir yerin valiliğini önerdi; bu günahı işlemeyi reddetmesi durumunda ise onu o günkü görevinden azletmekle tehdit etti.

Adı anılmaz olası adam, makam hırsıyla ve azil korkusuyla İbn-i Ziyad’a boyun eğdi; bugünün pek çok insanı misali, makam vaadine aldanıp o büyük günahı işledi.

Kufe’nin önde gelenleri Hz. Hüseyin’e nice mektup göndermiş, onu kendi şehirlerine davet etmişlerdi. Hz. Hüseyin, Kerbela’da bunu sorduğunda “Eşraf rüşvete aldandı, onların birliği senin aleyhinedir” dediler.

Kufe eşrafının para sevgisinin yaşamları üzerindeki etkisi, imanlarının ve ahde vefaya olan inançlarını yaşamları üzerindeki etkisini geride bıraktı. Onlar, Yezid ve İbn-i Ziyad’ın bizden yana olursanız altın alırsınız, Hüseyin’den yana olursanız katledilirsiniz tehdidine karşı ahiretlerini sattılar, dünya altınını tercih ettiler.

Makam-para, ekonomik, bir sistemi ayakta tutmaya yetmez. Sistem ancak bu ikisinin yanında bir ideolojiye sahipse ve bu ideolojiyi kitlelere yayabilirse varlığını garantiye alır.

Yezid’in ideolojisinin iki ayağı vardı: İlk ayak asabiyetti; diğeri istikrar müptelası muhafazakârlık. Tarih boyunca en kanlı zalimleri ayakta tutan bu ikisidir.

Arap yarımadasında sıradan bir insan için “amca çocuğu” olmak, babadan yana akraba olmak, birbirine destek olmayı gerektiriyordu; onların geleneklerinde başkalarında değil ama akrabaya itaat ayıp değildi, itaat etmemek, yardımcı olmamak kınanırdı.

Henüz ulusçuluğun tamamlanmadığı, ‘ulusun yararı’ kavramının gelişmediği o günlerde akrabanın, kabilenin, aşiretin yararı, zulmü meşrulaştırıyor, zalimi desteklemeyi mukaddes bir vazifeye dönüştürülebiliyordu.
Kerbela’da Hz. Hüseyin’in Allah’ın emrine, ahde vefaya, iyiden yana olmaya çağırdığı Kufeliler ‘Seni amcan oğluna boyun eğmekten alıkoyan nedir?’ diye soruyorlar, daha doğrusu gelenek üzerine onu sorguluyor ve alttan alta onu geleneği bozmakla suçluyorlardı.

Onlar için değer, kabileydi; Yezid de Hz. Hüseyin de Kureyşli olduklarına göre arada ne fark olabilir ki?

İnsanı biyolojisine indirgeyen bu köhne ideolojik bakış, onların imanın amelleri üzerindeki etkisini tatil ediyor; imanlarının haktan yana bir tercihe dönüşmesini engelliyor; onların makam için, rüşvet için işleyecekleri büyük günahı onların gözünde meşrulaştırmakla kalmıyork; belki de, onların günahlarını, geleneği sürdürmek için yapılan, geleneği ihlal eden birine karşı yerine getirilen mukaddes bir göreve dönüştürüyordu.

Bugünün ulusçuluğu da bu değil midir? Ulusçular, ulusun yanında yer alma zorunluluğu iddiasıyla zulmün yanında olmayı mukaddes bir göreve büründürmüyorlar mı? O göreve “hayır” diyenleri ulusa ihanet etmekle suçlamıyorlar mı?
Bütün bunlar yaşanırken, Yezid Yezitliğini, İbn-i Ziyad İbn-i Ziyadlığını oynarken, makam ve rüşvet, imanın yerini alırken, gelenek İslam’ın önüne geçerken bir kısım insan da ‘istikrar bozulmasın’ diye Yezid’e sessiz kalmayı öğütlüyordu. Başkaları makamla, rüşvetle ve onların üzerine örtülen asabiyet ideolojisiyle İslami bir tavrın dışında kalırken onlar da istikrar müptelası bir muhafazakârlık içinde boğulup kalıyorlar, istikrar uğruna susmayı ya da Hz. Hüseyin’in aleyhinde görünmeyi tercih ediyorlardı.

Hz. Resulullah’ın (sav) hareketi şirke karşıydı. Şimdi kendisine Müslüman diyen biri, Müslümanlara zulmediyordu. O günden sonra Müslümanlar, Mekke müşrikleriyle değil, böyle zalimlerle karşı karşıya kalacaklardı. Eğer Resulullah’ın torunu bu zulmü meşru görseydi o günden sonra içeriden gelen zulüm meşrulaşır, İslam’ın zulüm kimden gelirse gelsin ona karşı çıkma hükmü, Resulullah’ın öz torununun tavrıyla pratikte nesh olurdu. Tavırlarını “istikrar” iddiasıyla meşrulaştıranlar bunu görmüyorlardı, görmek istemiyorlardı.

İMPARATORLUKLARIN ZİNDANINDAN ÇIKMAK
Gelenek çağlarında İslam dünyasında Kerbela faciası konusunda iki tavır öne çıktı: Safevi yasçılığı ve Osmanlı yok sayıcılığı.

Bir felakete karşı hüzün duymak, insani bir hâldir. Geçmişte yaşanan bir facia karşısında ağlamak da insanidir. Ama yasçılık pasif bir hâldir; bireylerin de toplumların da enerjisini öldürür, onların yasla tatmin olmalarına yol açar, yastan öte bir şey yapmalarını engeller.

Yezid ve İbn-i Ziyad, Hz. Osman Efendimizin (ra) acısıyla ne kadar ilgiliyse, onun acısı onlar için ne ifade ediyorsa bazı Safeviler de Hz. Hüseyin’le o kadar ilgiliydiler, onun acısı onlar için onu ifade ediyordu.

Ne Hind Yarımadası’nda ne de Rusya içlerine doğru İslam’ın sınırlarını genişletmek için bir müfreze çıkaran Safevi şahları, Yezidvari saraylarda oturup Hz. Hüseyin’in yasını tuttular, Hz. Hüseyin için askeri törenleri andıran yas törenleri düzenlediler, o yaslarla şahlıklarını meşrulaştırdılar, Hz. Hüseyin’in acısı üzerinden savaşlar ilan ettiler.

Bu tavra karşı Osmanlı da klasik Ehl-i Sünnet tavrını da bir yana bırakıp Hz. Hüseyin’i adeta yok saydı. Sanki Kerbela hiç yaşanmamıştı. Daha da olumsuzu yönetime yaranmak isteyen kimileri “Padişah olan, padişah olmakla itaati hak eder” ideolojisine malzeme bulmak için neredeyse Yezid’in yönetimini meşrulaştırma, Hz. Hüseyin’in kıyamını mahkûm etme vaziyetine düştü.

Günümüzde bu iki tavra karşılık yeni iki tavır gelişti. Biri Arap-İslam dünyasında milliyetçi solun iflasından sonra dış güçlerin teşvikiyle Körfez Krallıkları tarafından finanse edilen Emevici Arap İslam sentezciliğidir. Milliyetçiliklerini İslami bir söylemle gizleyen bu akım, Emeviciliği Arapçılıkla özdeşleştirip “ulus yararı” mantığıyla kutsuyor, ancak Ömer bin Abdülaziz gibi İslam önderi Emevileri değil, diğerlerini halka sevdirmeye çalışıyor. Yezid’in askerleri için Hz. Hüseyin, amcasının oğlu Yezid’e isyan eden bir kişiydi. Bunlar için Yezid, amcasının oğluna istemeden haksızlık eden, istikrar adına onun hareketini bastıran bir Arap önderidir. Ama onların asıl amacı, bugünkü krallıklara meşruiyet kazandırmaktır.

Diğeri ise Hz. Hüseyin’i seven ancak onun kıyamını bir anlık öfkenin eseri zanneden, biraz da sol eylemcilikten etkilenen “anarşist” tutumdur.

Öfke, bir duygudur. Hz. Hüseyin’in öfkesi Allah içindir. O, duygularının esiri değildir. Kerbela’nın ne ilk ne son noktasında duygu esirliği vardır. Hz. Hüseyin, bir an bir şeyler duyup da öfkesine kapılarak Kerbela’ya gelmiş ve kendisiyle gelmeyenleri itham etmiş değildir. O, “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz” diye insanlığı uyaran yüce Kur’an’ın kendisine vahyolduğu ilim şehri Hz. Muhammed Mustafa’nın torunudur; ilmin kapısı Hz. Ali’nin oğludur.

O, Allah rızası için, Hz. Resulullah’ın sünneti üzerine Kerbela’daydı. Kerbela’yı anlamadan, zalim-mazlum çelişkisini Kur’an ve sünnet doğrultusunda doğru tahlil etmek çok zordur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.