(YAZI DİZİSİ 6) MUSTAZ'AF KÜRT HALKIYLA BERABER OLMAK

MÜSTEKBİR

Müstekbir kavramı Kur’an-ı Kerim’de geçen dikkat çekici önemli terimlerden biridir. Arapça “Kebere” fiilinden türetilen bu kelime; büyüklenmek, kendini üstün görmek ve başkalarını aşağılamak gibi anlamlarda kullanılır.

Büyüklenmenin, kendini üstün görmenin, zorbalığın, başkalarını aşağılamanın, başkalarını ezmenin birçok sebebi vardır. Zenginlik, makam–mevki, soy–sop, güç–kuvvet, siyasi iktidar gibi sebepler bunların başlıca olanlarıdır.

Bu tip insanlar ve/veya gruplar ya da toplumlar varlıklarını başkalarını ezmek, sömürmek, köleleştirmek ve onları hor görmekle idame ederler. Söz konusu davranışların ardında yatan gerçek ise hep kendilerinin iktidarda olmaları ve başı çekmek istemeleridir. Toplumsal yapıyı kendi istekleri ve çıkarları doğrultusunda düzenlerler. Ellerindeki mevcut imkanları halkın yararına değil kendi menfaatlerine yönelik kullanırlar. Gerektiğinde çok acımasız ve vahşi olmaktan imtina etmezler. Hatta oluk oluk kan akıtmaktan, memleketleri talan etmekten ve insanları kıyımdan geçirmekten geri durmazlar. Onlar için herkes hizmetçidir, köledir. Herkes varlığını onlara borçludur. Bundan dolayı da kimsenin herhangi bir konuda konuşma, fikir beyan etme veya söz söyleme hakkı yoktur. Çünkü en iyisini onlar bilir. Her şeyi onlar düşünür, kararı onlar verir.

Kur’an-ı Kerim’in çizdiği müstekbir portreleri genel anlamda söz ettiğimiz çerçevededir. Mesela, şeytan ile sembolize edilen müstekbir tipinin istikbarının temelinde soy–sop sevdası vardır. Kendisinin yaratılış maddesini Âdem’in yaratılış maddesinden üstün görür ve ona secde etmeyi reddeder. Allah’ın “Âdem’e secde et” emrine karşı gelir. Ona göre ateş, topraktan üstündür.

Firavun ile sembolize edilen müstekbir tipinin istikbarının başlıca sebebi ise, iktidarı elinde bulundurmasıdır. İktidar, güç, mal, otorite, kanun koyuculuk vs… demektir. Özellikle de iktidardaki şahıs veya şahıslar dinsel anlamda da kendilerine bir rol biçmişlerse, onlar her şey demektir.

Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle ifade eder:

“(Firavun) dedi ki: "Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.”[1]

“Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?"[2]

Ayetlerde de görüldüğü gibi, Firavun elinde bulundurduğu güce o kadar güveniyor ki kendini ilah kabul ediyor. Kendini hüküm sürdüğü memleketin sahibi addediyor. Kendinden başka bir otorite tanımıyor. Firavun müstekbir portresinin çok güzel bir örneğidir. Zaten belki de bundan olsa gerek Kur’an-ı Kerim’de istikbar Firavun’la özdeşleştirilerek muhataplarına çok canlı bir tablo sunmaktadır. Fakat Kur’an-ı Kerim bunun yanında diğer peygamberlere karşı duranların da müstekbir olduklarına vurgu yapıyor ve onların durumlarının da istikbardan kaynaklandığını beyan ediyor.

“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz'aflara) dediler ki: "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" Onlar: "Biz gerçekten onunla gönderilene inananlarız." dediler.[3]

“Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: "Biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız.”[4]

“Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz." (Şuayb:) "Biz istemesek de mi?" dedi.[5]

“Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: "Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı.”[6]

Gibi birçok ayet bu hakikati ortaya koyuyor. Ve bizlere müstekbir portreleri sunuyor.

Kur’an-ı Kerim, özellikle iki tür müstekbirden söz ediyor. Bunlardan birincisi; Allah’ın elçilerine ve ayetlerine karşı durarak peygamberleri yalanlayan, iktidar sahipleri veya yaşadıkları toplumda malca, mevkice, soyca ileri gelenlerdir. Genellikle de konumlarını gerekçe göstererek inkar yoluna giderler. “Peygamberlik bu şehirde yaşayan bu iki kişiden birine gelmeli değil miydi” gibi ifadeler, onların peygamberi, peygamberliğe layık görmediklerini, olacaksa mal–mülk sahibi birinin olması gerektiğini böylece üstünlüğün mal–mülk veya makamda olduğunu vurgulamaktadırlar.

Peygamberlere ve onların getirdikleri ilahi emirlere karşı durmalarının asıl nedeni işte budur. Onlar hiçbir zaman aşağıda gördükleri, küçümsedikleri, hizmetçi olarak kabul ettikleri insanlarla aynı haklara sahip olmayı göze almazlar. Bunu göze almadıkları için de küfrü tercih ederler.

Kur’an-ı Kerim’in söz ettiği ikinci çeşit müstekbir ise; insanlara karşı gösterdikleri istikbardır. Yani mal–mülk, makam–mevki, iktidar sahibi olma sebebiyle kendi dışındakileri kontrol ederek/yöneterek, hizmet ettirerek, köleleştirerek, istikbar etmeleridir.

Bu istikbar hayatın her alanında kendini gösterir. Çünkü toplum ikiye ayrılmıştır. Bir tarafta efendiler bir tarafta ise köleler… Efendiler kölelerin yaşamlarının her alanında söz hakkına sahiptirler. Kölelerin ise bir tek hakları vardır o da; efendilerine hizmet etmek.

Kölenin yaşam hakkı bile efendisinin elindedir. Mekkeli müşriklerin en çok zoruna giden şey yönetimleri altındaki insanların bilhassa kölelerin kendilerinin iradesi dışında din değiştirmeleridir. Onlara göre eğer köleler üzerinde oldukları dini değiştirmeleri gerekiyorsa bu, kendilerinin karar almasıyla olur. Kendilerinin karar vermediği bir hususta tebaanın karar alması mümkün değildir. Onların böyle bir karar almaya hakları yoktur. Kur’an-ı Kerim bunu Firavun’un dilinden şöyle tasvir eder: “Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz, öyle mi?...”[7]

Kur’an-ı Kerim bireysel ve/veya grupsal istikbarla birlikte toplumsal/kavimsel istikbardan da söz eder. Bireysel veya grupsal istikbar aynı toplum içinde yaşayan birilerinin ortaya koyduğu istikbardır. Mekkeli müşrik idareciler gibi… Toplumsal istikbar ise bir toplumun başka bir topluma karşı istikbar içine girmesidir. Bunun en güzel örneği de Mısır toplumudur. Hz. Musa aleyhisselam’ın kıssasında vurgulanan istikbar bireysel değil toplumsal istikbardır. Firavun ve mensubu olduğu kavim, İsrail oğullarına karşı toplumsal istikbarda bulunmuşlardır.

Firavun iki şekilde istikbarda bulunmuştur: İlki kendisini ilah ilan ederek Allah’a ve O’nun emirlerine karşı gelmesi... İkincisi de aynı topraklarda yaşadığı bir halkı yok sayıp onları köleleştirmek suretiyle haklarını ellerinden alması...

Firavun, yasama, yürütme ve yargı gibi devlet erklerini ve diğer tüm devlet kurumlarını elinde tutuyordu. Aynı zamanda askeri güç de onun elindeydi. Yani Firavun demek Mısır toplumunun kültü demekti. Elinde tuttuğu bütün yetkilerle kendini ulaşılmaz görüyordu. Mensubu bulunduğu halka imtiyazlar tanıyor ve onları devletin asli unsuru kabul ediyordu. Mensubu olduğu halk devletin her türlü imkanından faydalanıyor, önemli mevkilerde görev alıyor ve devletin yönetiminde sadece onlar bulunuyorlardı. Mısır’da yaşayan fakat onların kavminden olmayan İsrail oğulları ise vatandaş bile sayılmıyorlardı. Halbuki Mısır’ın dönemin süper gücü olması, refah seviyesinin yükselmesi ve gelişmesi, İsrail oğullarından olan Hz. Yusuf’un sayesindeydi. Yıllarca Hz. Yusuf aleyhisselam tarafından yönetilen Mısır, kuraklık döneminde birçok devletin sonu geldiği halde, Mısır’ı Allah’tan aldığı vahiyle büyük bir felaketten kurtarmıştı. Devleti her yönüyle yeniden dizayn etmiş, halkın refah seviyesiyle birlikte devletin ekonomisini de yükseltmişti. Mısır Hz. Yusuf aleyhisselam yönetiminde gücünün zirvesine ulaşmıştı ve Hz. Yusuf aleyhisselam bir Kenanlıydı. Yani İsrail oğullarındandı.

İsrail oğulları Mısır’da iki sebeple baskı, şiddet, işkence ve zulüm görüyordu. Birincisi; Tevhit inancı taşıyorlardı. İkincisi de başka bir kavimden idiler.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt halkına yapılan baskı, şiddet işkence, katliam, zulüm ve yok saymalar da iki sebeple gerçekleşmektedir. Kürt halkı iki yönden saldırıya uğramış/uğruyor. Biricisi; Müslüman olmaları ve dine olan sadakatleri, ikincisi de başka bir kavimden olmalarıdır.

İslam’a ve İslami değerlere savaş açılması, İslam’la bütünleşmiş olan Kürt halkının kabul edemeyeceği bir durumdur. Nitekim Şeyh Said efendinin kıyamı fazla gecikmemiştir. Bu kıyam Kürtlerin İslam hükümleri dışında bir hükmü kabul etmemelerinden kaynaklanmıştır.

Müstekbirlerin sonu her zaman için hüsran olmuştur. Allah’a dayanıp güvenen mustaz’aflar ise Allah’ın ihsanıyla zafere ulaşmışlardır. Baskı, işkence, şiddet ve zulüm gördükleri topraklarda hakim olmuşlardır. Allah’a dayanıp güvenmenin mükafatı olarak Yüce Allah onları bulundukları topraklara ve mülke varis kılmıştır. Bu, Allah’ın inanan mustaz’aflara olan vadidir. Allah vadinden asla dönmez. Yeter ki ona hakkıyla dayanıp güvenilsin.

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere (müstaz’aflara) lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde 'iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım'…”[8]

Kürt halkı da eğer Yüce Allah’a dayanıp güvenir, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılırsa, Yüce Allah’ın mustaz’aflara taahhüt ettiği zafere ulaşacaktır. Kurtuluşa ve zafere giden yol, Allah’a dayanıp güvenmek, Resulullah aleyhissalatu vesselam’ı önder ve lider kabul etmek ve Onların yolundan hiç ayrılmamaktadır.


[1] Şuara: 029

[2] Zuhruf: 051

[3] A'raf: 075

[4] A'raf: 076

[5] A'raf: 088

[6] Fussilet: 015

[7] A'raf: 123

[8] Kasas: 5, 6

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.