Dr. Abdulkadir TURAN

Dr. Abdulkadir TURAN

15 Temmuz ve “Küçük İnsanlar”ın Kırık Kalbi

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden bir seçim dönemi kadar zaman geçti. Hızlı değişim dünyası, insana bazı şeyleri çarçabuk unuttursa da o gece yaşananlar unutulur gibi değil. Ne var ki hatırlamak aynı zamanda tahlil etmektir, bütün unsurları üzerinde iyice düşünüp değerlendirmektir.

O gece nice serüven yaşandı ve o serüvenler içinde en çok da  “küçük insanlar”ın serüveni öne çıktı.

“KÜÇÜK İNSAN” KİM?

“Küçük insan” ya da “küçük adam”, bir hakaret değil, aksine bir sempatiyi ifade eder; 1940’lı yılların edebiyatından kalma bir ifade…

1940’lı yılların edebiyatı, sağı ve soluyla Fransız taklidiydi, bohemdi ama edebiyat olması münasebetiyle ne ölçüde yabancılaşırsa yabancılaşsın bizden bir şeyler taşırdı.

Dünya o yıllarda korkunç bir savaş yaşamıştı. I. Dünya Savaşı’ndan pesperişan çıkan ülke, başarıyla o savaştan uzak tutulmuştu. Bunun için, aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nın komutan ve askerleri olan devrin idarecileri, gurur duyuyorlar; ülkeyi nasıl selamete çıkardıklarını anlatıyorlardı.

Bir de o yılların yokluğu içinde elleri nasırlı işçiler… Evine ekmeğine zor götüren ama ayağında kundura bulunmak zorunda olan, evinin yokuşunu tırmanıp indikçe topuklarına çaktığı çivilerin ayaklarını kanattığı küçük memurlar… O memuriyeti de bulamayıp balıkçı motoruyla evine rızık götürmek için çırpınanlar… Sırtlarına yük bulamayan hamallar vardı.  

Edebiyat, klasik dönemde hep üst sınıfı, saray ve çevrelerini anlatmıştır. I. Dünya Savaşı yılları ve sonrasında ise edebiyatın kahramanları, inançları uğruna kendilerini feda eden idealist adamlardı.

II.Dünya Savaşı yıllarında ilk kez okumuşların edebiyatına işte bu sıradan insanlar konu olmuştu ve onlara “küçük insanlar” ya da “küçük adam” denmişti. Herhâlde öz bakımından o yılların edebiyatının en üretken yanıydı bu “küçük insanlar” ya da “küçük adam” şiirleri, öyküleri… O şiir ve öyküler, şeklen nasıl olursa olsun ardında bir insan portresi, bir insan tipi tasviri bırakabilmişti:

Onurlu ama alıngan… Başarısıyla; tevazuuyla meczolmuş bir gurur duyan… Ama çabuk da sönüveren… Sevincini herkesle paylaşan… Öfkesini coşku hâlleri dışında ustalıkla saklayan ve olmadık anlarda onu beklenmedik bir tepki olarak ortaya döken bir insan tipi… Dünyasıyla küçük, duruşuyla saygın bir insan portresi…

15 TEMMUZ’DA “KÜÇÜK İNSANLAR”

Henüz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, televizyon ekranlarında görünmeden önce, sosyal medya üzerinden vaka duyulurken millet, grup grup AK Parti İstanbul İl Başkanlığının önüne indi.

Açıklama yapıldığında darbeci askerler derdest edilmiş, subaylar içeride bir odaya alınmışken silahlı erler de hemen yanı baştaki yokuşa alınmış, etrafları elleri boş milletten bedenlerle sarılmıştı.

Gençler büyük bir coşku içinde, henüz kimin tarafında olduğu dahi belli olmayan makineli tüfekli polislerin gözlerinin içine baka baka boş askeri araçların üzerine çıkıp kendi dünyalarının el kol simgeleri ile cesaretle fotoğraf çekiyorlardı. Henüz ne olacağını bilmeden içinde bulundukları anı kendi elleriyle kayıt altına alıyorlardı. Bu arada binanın ses sisteminden veya binadan elde edilen ses sistemlerinden ısrarla, yokuşa alınan askerlere zarar verilmemesi, onların milletin evladı olduğu anonsları yapılıyordu.

O hâl içinde binanın terasına çıkmak mümkündü: Oradan aşağıya baktım ve şimdi hatırlıyorum: Hazırların tamamı “küçük insanlar”dan oluşuyordu ya da bir zamanların edebî ifadesiyle “küçük adamlar”dan. Gelir ortalaması, asgari ücret ve biraz üzeri olan ya da henüz birkaç yıl önce asgari ücretle geçinme derdinden kurtulan, geçim derdi bulunan ya da dünün geçim derdi hatıralarını hâlâ dipdiri hatırlayan insanlar… Cesaretlerine, coşkularına, sözlerindeki samimiyete hayran kalmamak mümkün değildi. Dünyanın en objektif sosyal bilimcisi olsanız; kendinizi, o ilk saatlerin meydan insanlarının coşkusuna dahil olmaktan alıkoyamazdınız.

İlerleyen saatlerde Haliç’in üzerine inen F-16 uçağının çıkardığı korkunç sesler, onlara bir düğündeki havai fişek gösterisi gibi geliyordu. Tek farkla: Uçak alçaldıkça onların dillerinden yarın ne olacağını bilmeden, biraz okumuşluklarına işaret beddualar, halktan olduklarına işaret hakaretler hatta okkalı sokak ağzı küfürleri dökülüyor, birbirine karışıp yükseliyordu.

O gece o “küçük insanlar”, büyük bir zafer kazandılar. Geçmişte de nice zafer kazanmışlardı. Lakin o günlerin eksik kayıt dünyasında zaferleri hep “büyük”lerinin hesabına yazılmıştı. Onlar “küçük” halleri ile “büyük”lerin içinde kaybolmuşlardı. Oysa bugünün teknik dünyasında her şey kayıt altındaydı; kameraların yönü nereye çevrilirse çevrilsin bazı hakikatler saklanamıyor, yok sayılamıyordu.

Küçük insanların 21. yüzyıl versiyonları olan 15 Temmuz meydanları insanları, zaferlerinin büyüklüğü kadar, saklanamayacağına da inanmışlardı. Bunun için müthiş bir gurura kapılmışlardı. Hikâyelerini dört bir yanda birbirlerine anlatıyorlar, kimi zaman ekranlara bile konuk olup seslerini duyuruyorlar, zaferlerini ilk anın coşkusuyla kutluyorlardı.

Şahsen, benim aklımda en çok kalan yatsı namazından çıkarken taranan Ankara Kazan’dan yaşlı amcanın anlattıklarıydı. Bir yandan makineli tüfeklere göğsünü siper etmiş, öte yandan muhabire “can tatlıdır ya” bir deyişi vardı ki… “Küçük adam”ın bütün ahvali adeta onda ihya oluyordu… Samimi, candan, dürüst, bir o kadar gözü kara ama insan gerçeğinin de farkında olan…

VE SONRASI

15 Temmuz’un üzerinden birkaç ay geçip artık arabanın düzlüğe çıktığı anlaşılınca onların öykülerinin yerini ekran panelleri, sempozyumları, konferansları aldı…

“Küçük adam”la hiç ilgisi olmayan, aksine 1940’lı yılların bürokrasisinin, o “küçük adam”a tepeden bakan pişkin birtakım adamlar, o yıllarda “savaş var” diyerek “küçük adam”ın ekmeğine el koydukları gibi ekranlarda zaferine el koyuyorlardı.

Darbeyi aslında devletin içinde bir grup, “asıl devlet” engelledi, diyorlar; kendilerini ve kliklerini işaret ediyorlardı. Darbeyi engelleyenler arasında biz de vardık, deseler “Olur!” denir; ama sadece “Biz engelledik!” demeye getiriyorlardı.  Sözü Fransız ihtilali ukalalığıyla döndürüp dolaştırıp “demogoji” yapıyorlar, “küçük adam”ı bir anda açıkta bırakıyorlar, zaferin kahramanı oluveriyorlardı. Bununla da kalsalar!

Küçük adamın ait olduğu, gücünü aldığı dünyayı, darbecileri kınama adına ayaklar altına alıyorlardı. Kalın boyunları Fransız ihtilalcilerini taklitle fularlı ya da kravatları Cumhuriyetin ilk yıllarının bürokratlarının oturmuşluğuyla oturmuş bu “devlet adamlar”a baktıkça meydanlarda tekbirler, beddualar, halk ağzı küfür ve hakaretler yoktu da bir grup şaire tepeden yazdırılmış 10. Yıl Marşı vardı zannederdiniz ya da İzmir Marşı… Ustaca bir propaganda tekniğiyle nasıl da ters yüz ediyorlardı gerçeği!

Onların karşısında ise boynundaki kravat olmaktan öte kravat heykeli gibi duran, mukallit, yapay… Gözlükleri Meşrutiyet günleri roman kahramanlarının şemsiyeleri misali anlamsız… Gözleri fıldır fıldır… Sakalları aynı günlerin roman kahramanlarının sakallarından daha bir acayip… Dünyanın en insansever mü’mini olsanız bakıp bakıp insanlıklarını göremeyeceğiniz tipler… Halkın da payını kendilerince anlatmaya çalışıyorlardı. Onların yerine Kazanlı yaşlı amca ekrana çıksa da hakikati anlatsa diye boşu boşuna kendinizi yiyordunuz…

Herhalde, darbe girişimi için tiyatro diyen zihniyet bile meydanların küçük insanlarını bunlar kadar gücendirmemiştir.

Darbe girişiminin üzerinden bir yıl geçtiğinde ise darbenin engellenmesinde pay sahibi ne kadar camia, cemaat, tarikat varsa hepsini titiz bir plan içinde, anlamlı bir sıralama ile itham etmeler… 15 Temmuz ruhunu besleyen vaiz hocalara yönelik yıpratma çabaları…

Bu ta Tanzimat günlerinden gelen bir algı operasyonuydu… Dindar insan kim olursa olsun, onun etrafında kuşkular uyandırmak… Dindar insanın dindarlığının samimiyetini kurcalamak… Dindar insanlar arasındaki zayıf insanların hallerini bütün dindar kesime şamil kılmak… Dindarların büyükleri ile sıradan şahsiyetleri arasındaki hayat farklarını abartarak anlatmak… Dindar insanın nihayetinde aslında, meseleleri kavramayan, ebleh, sefih, oyuna gelen bir tip olduğu imasında bulunmak… Osmanlı’nın dindar bürokrasisini tasfiye için geliştirilmiş bu Masonik algı operasyonu, bir kez daha iş başında tıkır tıkır işliyordu.

“Küçük insanlar”, “küçük adamlar”, her şey ekranlarda kalacak zannederken sahadaki hâl ekranlardan anlatılanların harfiyen uygulamasına dönüşür gibi oldu… Hiç ilgisi olmayan ya da hasbelkader darbeci yapıya bir gün selam vermiş insanlar, kimsesiz olunca soruşturmalara dahil ediliverildiler hatta hapislere atıldılar. Bir gün çok iyi tanıdığım ve henüz Türkiye’nin söz konusu yapıyı tanımadığı günlerde o zihniyeti tanıma şuuruna ermiş bir bürokratın dahi onlarla ilişkilendirildiğini okuduğumda hiç de hayret etmedim. “Küçük adam” için daha kahredici olanı ise bütün bunlar yapılırken “küçük insanlar”a sahip çıkması gerekenlerin “Söyleniyorsa, götürülüyorsa vardır devletin bir bildiği!” malum tepeden bakışıydı! Bunu duyan her “küçük adam”, kahrından dizleri üzerine çökmüştür.

Sonra güvenlik soruşturmaları… Allah Allah… 1950 öncesine neredeyse rahmet okutacak… İstiklal Meyhanelerinde çılgınca eğlenen, Ankara Sakarya Caddesi birahanelerinde zil zurna sarhoşlar güvenilir… Ama herhangi bir hoca, camia, tarikatın elinden tutup camiye alıştırdığı, birkaç İslamî kitap okuttuğu, diline birkaç İslamî slogan kazandırdığı “genç Müslüman”, vatan ve devlet için tehlikeli adam… Bu nasıl bir değerler sistemi? Bu nasıl bir medeniyet anlayışı? Bu nasıl bir bakış?

Bu, bir yönüyle de “küçük insanlar”ın, “küçük adamlar”ın ekmeğine göz dikmekten başka bir şey değildi.

Bir de dayıcılığın, adam kayırmaların devam etmesi… Hatta pişkin bir rolle “Bu çocuk da 15 Temmuz’da meydandaydı” denerek adam kayırmacılığın ayyuka çıkması… Ankara’da iken bildiğim bir 28 Şubat bürokratı vardı, zalimliği ile nam salmış bir 28 Şubatçı… Yıllar sonra bir kitap fuarında karşılaştım, 28 Şubat’ta nasıl da zulme uğradığını anlatıyordu, kendince ekmek topluyordu! Ona kendisini tanıdığımı söyledim, gözlerini benden ısrarla ayırarak etraftaki hatırı sayılır akademisyen ve yazarlara mazlumiyetini (!) anlatmaya devam etti. 15 Temmuz sonrasında bu tür tipler 28 Şubat’tan girip 15 Temmuz’dan çıktılar. İnsanların gözlerinin içine baka baka yalan söylediler, makamlar elde ettiler, “gemilerini yürüttüler”.

Bir de yer yer Fransız ihtilalcileri misali uç nokta milliyetçi, daha doğrusu ırkçı söylemler… Asıl mağdurları içeride bırakan, soyguncuyu, üçkağıtçıyı salan yarı af yasaları…

Malum bizde eskiden, manevi değerlerin hakim olduğu eskiden, “adamlık” övgü anlamında cinsiyet ifade etmez, asalet ifade ederdi. Sonra maneviyatın ölüp her şeyin maddi görüldüğü dünyada vakaya cinsiyetten bakanlar, adamlığa da cinsiyetten baktılar, sonra “cinsiyetsizleştirme” adına adamlığı da öldürdüler…  Bunun için ister “küçük insanlar” deyin ister “küçük adam” ve aslında milletin özü, fena hâlde alınmış durumda hatta öfkeli…

Türkiye, 15 Temmuz’dan sonra özellikle dış politikada büyük bir değişim yaşadı, bağımsızlaşma yönünde tarihi adımlar attı.

Ancak benim özellikle İstanbul Büyük Şehir Belediyesi seçimlerinde gördüğüm, “küçük insanlar”ın, tepkisi büyük “küçük adamlar”ın önemli bir kısmının buralara bakamayacak kadar alındığıydı. İBB, Ali Müfit Gürtuna denen klasik sağcı (!) denen ve bugün adı bile anılmayan adam bir yana bırakılırsa tarihi hizmetler yaptı. O seçimin, mevcut sonucu çıkarması için “küçük insanlar”ın saklı öfkesinden başka görünürde bir sebep de yoktu.

Türkiye, bugün tarihi bir adım atarak Ayasofya Camisi’ni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yine tarihi ve alabildiğine dopdolu, veciz, kıymetli bir neslin bütün duyarlılığına şamil konuşmasıyla, yeniden ibadete açtı. Caminin açılışı kadar konuşmanın mahiyeti de önemli.

Buna rağmen “küçük insanlar”ın alınmışlığı, darılmışlığı, küskünlüğü giderildi mi? “Küçük adam”, “Hadi bir kez daha affettim!” dedi mi? Buna şimdiden “Evet!” demek mümkün değil.

“Küçük adam”, büyük işleri görse de; kendisinin hiçleştirilmesine, yok sayılmasına, kapıda bekletilip ve daha beteri kapıdan kovulmasına fena içerlenir. Meseleye kendi penceresinde bakar ve tepkisini gücünün olduğu yerde gösterir.

Bugün tamir edilmesi gereken; onun o kırık kalbidir. Ödüllendirilmesi gereken onun samimiyetidir. Ona yönelik somut, karşılığı olan bir kucaklaşmadır.

15 Temmuz zaferi ancak böyle hakkıyla kutlanır…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.