Asrın Müceddidinden Öğütler

Asrın Müceddidinden Öğütler

Bu yazıda Üstad Bediüzzaman’ın yirmi altıncı mektup üçüncü mebhastaki eşsiz reçetesini özetleyerek aktaracağız.

Geçen yazımızda dördüncü desiseyi işlemiştik. Önemine binaen bu konuya devam edeceğiz. Bu yazıda Üstad Bediüzzaman’ın yirmi altıncı mektup üçüncü mebhastaki eşsiz reçetesini özetleyerek aktaracağız. Mutlak tesir, mutlak yaratana aittir. Hidayet ve dalalet onun elindedir. O’na rağmen hiçbir şeytan hatta hiç kimse hareket edemez. İmtihan gereği dünyada istediği miktarda şeytanın ipini gevşetip serbest bırakmıştır ve o miktarda tahribat yapmaktadır. İstediği zaman da ipini çekip onu bağlamaktadır. Onu tesirsiz hale getirip kendisini unutmayan ve ona sığınan insanları şeytanın şerrinden muhafaza etmektedir. O’nun azametine inanan biz müminlerin tek sığınağı madem O’dur, bizler hiç durmadan O’na sığınmalı ve “Allah-u Teala’nın rahmet kapısından kovulmuş şeytanın şerrinden Allah-u Teala’ya sığınıyoruz” diyerek sürekli vird-i zeban yapmalıyız.

Üçüncü Mebhas

Yani: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye (toplum hayatına) ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet (yardım) edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet (düşmanlık) edesiniz değildir!”

Şu mebhas “Yedi Mes’ele”dir.

Birinci Mes’ele:

Şu ayet-i kerimenin ifade ettiği hakikat-ı âliye (yüce gerçek), hayat-ı içtimaiyeye ait olduğu için, hayat-ı içtimaiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisanıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebetdar olan Eski Said lisanıyla, Kur’an-ı Azîmüşşan’a bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.

İkinci Mes’ele:

Şu ayet-i kerimenin işaret ettiği ‘tearüf (tanışma) ve teavün (yardımlaşma) düsturu’nun beyanı için deriz ki:

Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir (ayrılır). Ta ki; her neferin muhtelif ve müteaddid (çok sayıda) münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin… Ta, o ordunun efradları, düstur-u teavün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri, a’danın (düşmanların) hücumundan masun kalsın (korunsun). Yoksa tefrik ve inkısam (bölünme); bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet (düşmanlık) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de: Heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur, kabail (kabilelere) ve tavaife (toplumlar) inkısam edilmiş. Fakat binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönleri) var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitabları bir, vatanları bir, bir, bir, bir.. binler kadar bir, bir...

İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar (gerektiriyorlar). Demek kabail ve tavaife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, tearüf içindir, teavün içindir.. tenakür (tanımazlık) için değil, tahasum (düşmanlık) için değildir!..

Üçüncü Mes’ele:

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas (hilekâr) Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var; gafletkârane bir lezzet var; şeametli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, “Fikr-i milliyeti bırakınız!” denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır.

Bir kısmı menfîdir, şeametlidir (uğursuzdur), zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebebdir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

İslam, cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır.

Ve Kur’an da ferman etmiş:

Hani o inkâr edenler, kendi kalplerinde, ‘öfkeli soy koruyuculuğu’nu (hamiyeti), cahiliyenin ‘öfkeli soy koruyuculuğunu’ kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü’minlerin üzerine ‘(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu’ indirdi ve onları “takva sözü” üzerinde ‘kararlılıkla ayakta tuttu.” Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. (Fetih: 26)

İşte şu hadîs-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat’î bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünki müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.

Evet acaba hangi unsur var ki, üçyüz elli milyon vardır?[1] Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın?

Evet menfî milliyetin, tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle: Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.

Hem Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeametli ebedî adavetlerinden başka; Harb-i Umumî’deki hâdisat-ı müdhişe dahi, menfî milliyetin nev’-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

Hem bizde ibtida-i Hürriyet’te, -Babil kal’asının harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen “teşa’ub-u akvam” (etnik çeşitlilik) ve o teşa’ub sebebiyle dağılmaları gibi- menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pekçok “kulüpler” namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif milletçiler cem’iyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır (milletler) ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet (ırkçılık) fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara (Kürt ve Zazalara) veya cenub (güney) tarafındaki dindaşlara (Araplara) adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki (tehlikeler) ile beraber; o cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’an nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.

İşte o dindaşlara adavet ise; dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ana dokunur. İslâmiyet ve Kur’ana karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır!

Dördüncü Mes’ele:

Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhilîsinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde (dayanışma) sebebdir; menfaatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

Şu müsbet fikr-i milliyet İslâmiyet’e hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı.. yerine geçmemeli. Çünki İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlâdları! Altıyüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ana ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def’ettiniz, tâ “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihat ederler.” (Maide: 54) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve firenk-meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu ayetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!

…….

Altıncı Mes’ele:

Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat (aşırılık) edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta (değişimlere) maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden (diğer kavimlerden) pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler (vatan edinmişler). İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.”

Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Sâniyen: İslâmiyet’in mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzer faideden iki faideyi misal olarak beyan edeceğiz:

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’andan gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, safi kalbli olan neferatın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa; üçyüz elli milyon İslam’ı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahibleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgar edilmeyecek (küçümsenmeyecek) manevî ve daimî bir kuvvetüzzahr (yardıma hazır arka kuvvet) yerine hangi kuvvet ikame edilebilir? Gösterilsin! Evet, o azîm manevî kuvvetüzzahrı, menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet ile gücendirmemeli![2]

Yazımı aşikâr bir hakikatle bitirmek istiyorum:

Şu anda milliyetçilikten dem vuranların samimiyetsizliklerini ortaya koyan şu hakikattir ki: İslamiyet’ten bahsedilmedikçe milliyetçilik akıllarının köşesinden bile geçmiyor. Nerede bir İslam düşmanı varsa ona bağlanmakta bir beis görmüyorlar. Ama İslam ve Müslümanlardan söz açılınca hemen milliyetçilikleri akıllarına geliyor. Müthiş bir şekilde milliyetçi kesiliyorlar. İslam’a ait ne varsa onlar için yabancıdır ve onlara göre imha edilmelidir. İslam dışı tüm hurafe, safsata, batıl ve boş şeyler istisnasız olarak uygarlık, medeniyet ve sanat sayılmaktadır. Kendi milletlerinin bütün mukaddesatını, değer ve servetlerini milletin can düşmanlarına feda edebiliyorlar. Milliyetçilikten ve halkçılıktan dem vuran çoğu İslam ülkesinin lideri milletin bütün varlığını Siyonistlere, Avrupalılara ve Amerika’ya peşkeş çekmiyor mu?

Resulullah (sav); “Küfür tek millettir” hadisi şerifiyle ne kadar da doğru söylemiş! Allah-u Teala’ya emanet olun.

İnzar Dergisi

[1] Bugün bu sayı 1,5 milyarı aşmıştır.

[2] 26. Mektup, 3. Mebhas
 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.