Bir Doğu Ağıdı

Bir Doğu Ağıdı

Bir yeryüzü çocuğu semanın üstünde yükseldi!Ardında hem zamanı hem zemini bıraktı!

“Bir yeryüzü çocuğu semanın üstünde yükseldi!

Ardında hem zamanı hem zemini bıraktı!”[1]

Şehid!

Kendimi bildiğimden bu yana mektuplarla aram hoş, yazmayı severim. Çünkü hep mektuplu bir hayatım olmuş benim. Yani hep gurbeti, yabancılığı yaşamışımdır. Köyümde, evimde, en sevdiğim dostlar içinde ve hatta kendi içimde bile, bunu hep yaşamışımdır. Esasen insanların, dünyadaki ‘şeyler’in ve hatta bütün âlemlerin durumu benimkinden farklı değildir. Farklılıklarında farklar varsa da bu farklar pek fark edilmiyor. Bilirim, onlar da bir gurbeti, yabancılığı ve dolayısıyla bir mektuplaşmayı yaşıyorlardır. İklimimiz mevsimlerden hali, günümüz güneşlerden mahrum, gecemiz hilalsiz… Yani hepimiz, her şey ey Şehid! Senin akıp gittiğin yöne doğru akıp gitmekteyiz. ‘Yerlilik’ ve ‘kalıcılık’ fikrine ise, adına ölüm dediğimiz şey mahal bırakmıyor. Fıtriye-i asliyesi de dâhil her şeyi tar u mar eden insanoğlu ne yazık ki(!) ölümü öldürememiş. Ve mamur beldeler kadar yeryüzünü kaplamış kabirlerin kapısına kilit vuramamış. Her halde bundan olacak, kabirleri kendime daha yakın, daha dost, daha candan ve belki de daha gerçekçi buluyorum. Doğrusu da bu değil mi?

Sonra, oldum olası yaldız libaslı, buruşuk yüzlü bu gezegenle yıldızım barışmadı gitti. Kendimi yumurta gibi yuvarlak bir tümsek üzerinde hissediyorum. ‘Şeyler’in tümünü de insan azmanı birer yaratık acibesi gibi algılıyorum. Kaderin hükmüne teslim! Amenna! Ama fakat şu ten zindanından kurtulup mahbub-u mahz’a vuslat çabalarımı bunlar baltalayıp neticesiz bırakıyor. Her biri yolumda Sedd-i Zülkarneyn gibi bakır ve kurşundan mamul ‘geçit vermez’ perdeler gibi vuslat hasretinden devşirdiğim hamlelerimi tesirsiz bırakıyor… Bazen başımı ve ayaklarımı kucaklayıp buralardan gitmek, balık sahibi gibi küsüvermek aklıma gelmiyor değil, ama ey Şehid! Senin, giderken bıraktığın emanetin hakkına riayet sorumluluğu beni tutuyor; sabır, sebat ve metanete yöneltiyor. Açıkçası bugün elimdeki sermayem, güneşsiz ve solgun günlerdeki dostlarım ve hamilerim giderken senin arkanda bıraktığın yolun güzellikleri oluyor. Yoksa senden sonraki halim Dost(s)’un da dediği gibi “Geçip giden, kafilesini arayan, eteği belinde..” kişinin halinden farklı değildir.

Şehid!

Sen gittikten sonra bu gezegen daha ketum, daha mültebis ve kuşku, biraz da çamur satan bir çalım attı bana. İnsanlar düşmesin diye seninle çukurları doldurduğumuz taşlar, ümidsiz kalmasınlar diye Yar(cc)’ın dergâhına savurduğumuz dualar, aynı ibrikten aldığımız abdest ve kıldığımız namazlar, ardından avucuma düşen teselli, heybeme giren azığım oldu…

Ama yine de Nur-u ayn’ım!

Senden hemen sonra fecr-i sadık yurdunda garib bir guruba vuruldum. Bir ağıt yakıverdim, doğununkiyle aynı.. Dedim ki: .. Ve bir kaldırımda yaralıyım şimdi. Fırat’ın asiliği, Zeyneb’in ağıtları ve çocukların çaresizliği zorluyor beni. Başımı avuçlarımın arasına alıp düşünüyorum, düşünüyorum.. Düşünüyorum da ey Şehid! Sen yanımda olsaydın böyle mi olurdu? Görsen! Şu gezegen şimdi daha haşin darbelerle üzerime gelmeye, beni sıkmaya, kalan şu birkaç günümü zehir-zemberek etmeye, ezmeye ve hüzne gark olmuş ruhumu bu kafesten çıkarmaya çalışıyor. Ümmet, Salih evlatlarından birini kaybettiğinde böyle oluyormuş demek! Bir yandan gidişin ey şehid! Vahyin mesajına, Yar (cc)’ın davetine layık, diğer yandansa gezegenin şu parçasına düşen hüzne çağrı ve davet, hazan iklimine karabasan mevsimi hükümran olmaya oynarken gidişin ani olmadı mı şehid! Ağıtım her doğulu çocuğun doğarken yaktığı ağıtın aynısı, yakıcı ve acıklı…

Şehid!

Dedim ya, hep mektuplu bir hayatım olmuş benim. Bu, Yar(cc)’ın alemlere koyduğu bir kanunsa da biraz da benim garipliğimden, gurbetliğimden ve yabancılığımdandır, biliyorum. Zaten başından beri yabancısı olduğum bir yere gönderilmişim. Bu yerler garip. Ben garibim. Hele sen gittikten sonra daha garip. Bir garibin dediği gibi ben de ‘ğeribem, békesem, zeifem, natuvanem el eman…” dedim. Bir avuç su ne ki! Esirgemiş Fırat. Tanınmadık yüzler kılıç ekmiş aramıza. Ümmet perişan, doğu daha perişan! Ve bunlar kanla sulamışlar tarlalarını ve çocuklarına bundan içirmişler. Bir kez daha ayrılık denilen mızrağı göğsümüzün en baş yanına saplamışlar. İşte gezegendeki garipliğim bir de yetimliğim bundan sonra solmaya, kırılmaya ve bir hazan yaprağı gibi dökülmeye başlamış. Ardından, tanınmadık yabancılarla kalmış ve üzerinden ‘zikre şayan bir zaman..’ geçmeden ayrılıvermişim. Derler ki, seleflerimizin tümü de böyle bir sınamadan geçmişlerdir. Anlıyorum ki bu, bir adettir. Ve bu adet bizim koymadığımız, istemediğimiz ve belki de sureten nakışlara meyyal nefs-i emmare’nin hiç hoşlanmadığı bir adettir. O gün bu gündür, derunî hicranımda vuslatı, gönül bahçeme rahmeti, mutmain olmuş nefsin dünyasını ve razı olunan bergüzarımı arar dururum. Sonra hakkın hatırı için geride bıraktıklarıma mektuplar yazarak, onlara, Cibril(as)’in getirdiği selamı ve müjdeyi, Mustafa(as)’nın Refiq-ül A’la’ya duasını ve İbrahim(as)’in ‘inni muhacirun ila Rebbiy...” eylemini uzun uzun anlatmışım. Nuh(as)’un ömrünü, Süleyman(as)’ın devletini, Eyyub(as)’un halini, Yakub(as)’un ağartan gözyaşlarını… dua etmişim. Gecelerin yüzüne düşen ak benler gibi, tarihin damenindeki bu nurları rehber edinmişim. Yani anlayacağın, gurbetimi, yabancılığımı ve senden sonra olan kimsesizliğimi yazmışım… En çok da liqa’yı ve oradaki ebedi yıldızları olan nur yüzlü adamları ve dostları, vuslat duası ve hasretimi yazdığım mektuplara dercetmişim.

Seni anlatmışım ey şehid! Seni ağlamışım, seni özlemişim, seni göz menzilimde ağarlamışım, en duru gözyaşlarımı sana ikram etmişim. Resmini yüreğimin yufka duvarlarına asarak, uzun uzun bakakalmışım. Beni saran anıların, çöle düşen vahalar kadar yeşil, emeği harman yapan Ali kadar gözü pek, Fatıma’nın evi kadar berekete duran bir amud-i nurani olur önümde. Sonra sana hasret etmişim. İhmale çarpan günahlarımı seni vesile kılarak güya bıraktığım gözyaşlarımla tezkiye etmişim. Özlemek de ne demek! Senin yokluğunla dondurucu kış gecelerinde kalbimi yakarak, ciğerimi kavurarak, ‘doğru’ya duran ne kadar duygularım varsa alev alev yapıp ısınıvermişim. Gidişinize hayran, düştüğünüz yola kurban olmuşum. Yalnız ben değil, anam-babam ve bütün her şeyim davana kurban, yoluna revan olmuşum. Ey Resulullah(as)’ın kucağından Kerbela yollarına düşen şehid! Sevgilinin gökleri gazaba gelmiş, kan kırmızısı karı ile gözyaşlarımı boyatmış, adına yazdığım mektuplara, yaktığım ağıtlara ve söylediğim marşlara renk katmıştır şimdi. Sen gittikten sonra gelen her karakış, gittiğin âna denk gelen her kara mevsim, ocağıma düşen her musibet ve senin bir daha yeniden renk verdiğin Kerbela’m hep böyle yapmıştır. Bu nedenle karakışların kırmızı karı savurduğu iklimleri görmemeye, Ona ait meyveye durmuş ne kadar mevsim varsa hepsinden küsmeye, gözlerimi ondan kaçırmaya, oradaki hatıraları dürüp, o güne ait bütün duygularımı içime gömüp -şimdilik- saklamaya çalışıyorum.

Şehid!

Anlatmaya çalıştığım, şimdiye kadar hep geride bıraktıklarıma mektuplar, selamlar ve dualar göndermişim. Hüzünle yoğrulmuş gözyaşlarımı ardlarından bir kova su gibi döküvermişim, uğurlar getirsin diye. “Allah’a ısmarladık” demişsem de aslında bu bir yumak diken gibi boğazıma asılı kalmıştır. Kerbela’ndaki yürek yakan manzaraları, avucuna alıp dua diye sevgilinin göğüne savurduğun masum bebeğin kanı ile beraber, geride bıraktıklarıma doğuda olanı, Piran’da olanı, Zilan’da olanı ve bir de sessizliğine sarılmış kimsesizliğimi yazıvermişim. Doğurgan mevsimler adına ey şehid! Setredilmez güneşler adına, geceyi yaran hilaller adına ve seni doğuran anaların masum bebeleri adına destanınızı hep anlatmaya, yaşamaya çalışmışım.. Böyle yapmışım ama yine de ‘dertleşme olsun’ diye önümden gidenlere mektup yazmamış, bunu denememişim. Duygularımın kabarmasıyla bazen göklerle, yerlerle ve bu ikisi arasındaki ‘şeylerle’ ve bunları vücuda getirenle konuşup ağlamışsam da dediğim gibi önümden gidenlere hiç yazmamışım. Bu, size yazmanın aslında lafla değil eylemle olması gerektiği inancımdandır.. Şimdi ise arkadaşım ‘cari âdetin hilafına’ tutmuş diyor ki, illaki önceden gidenlere de yazmamı. Oysa ey şehid! Ayrılırken sen bana ‘sabır üzerine yaz!” demiş, mektuplaşmaktan hiç bahsetmemiştin. Dolayısıyla zaten ketum olan dilim şimdi büsbütün tutulmuş, ağzı dolu ama konuşmayı bilmeyen tıfl-ı nevreside gibi olmuşum. Hayat bu kadar basit, eşya bu kadar ucuz satılmamalıydı, hâsılı…

Şehid!

Makamının yüceliği karşısında hitapta ve yazmada acze düşüyorum. İsmin anıldığında bir hal oluyorum. Cümle âlem zihayatın pür dikkat durduğunu ismin seda olduğu tarafa teveccüh edip feryatlar kopardığını görüyorum. Kerbela! Evet, ama daha kaç Kerbela yaşayacağız Ya Hüseyin! Daha ne kadar kanımızın dökülmesi lazım! Ve çocuklarımız ne zamana kadar yetim, kadınlarımız ne zamana kadar dul kalacak! Sonra şakiler içinde bir Said, Saidler içinde bir Hüseyn ve pür dilan bir kahraman görüyorum. Saniyeler yıl, saatler asır olurken, kurşun ve şarapnel parçalarıyla delik-deşik olmuş bir mekânda, ruhları, yüzleri kadar kara cellâtlar içinde senin nazik bedenini görüyorum. Dünyaya kül! Başıma kül yağıversin!.. Senden sonra ey şehid! Kaldırımlarında seyredilir mi bu şehrin, bilmem? Ve sence artık beldelerinde yaşanılır mı bu memleketin?.. Ağıtım her doğulu çocuğun doğarken yaktığı ağıtın aynısı, yakıcı ve acıklı…

Şehid!

Seninle muhasebesine düştüğümüz bir avuç ayet ve birkaç gazvenin bayram sabahında tam da bayramlıklarımızı yatak örtüsüne koymaya hazırlanırken Zeynelabidin’imin iniltilerine vurulan sadece ben oldum. O zaman kıştaki zemheriye düşen öfke ağladı. Dolgun umutların seherinde takvaya divan duygular günlüğünde çığ gibi defterime düşen tarih ağladı. Durup etrafımdaki buket buket ümit dağıtan çiçeklerini boynu bükük-solgun görünce ve halime ağlayacak kimsecikleri de bulamayınca kendi halime kendim ağladım… Ey şehid! Giderken arkanızdan bakmak ne acı! Beyaz gelinliklerini bürümüş endamı ile reyhan kokan ve fakat kokusuna çarpıldığım şu ocağın közü ile tutuşmuş karakışa, güneşlere kırgın duran yıldızları dökülmüş şu siyah geceye, çölün ve kılıçların merhametsizliğine uğramış peygamber ocağının çocuklarının arkasında kalmak ne acı! Bundan dolayı Nur-u Ayn’ım! Sana yazarken ne diyeceğimi bilemiyorum, iki kelimeyi bir cümleye koymayı beceremiyorum. Acaba diyorum, “mektubuma başlarken evvela aziz Şehitlerin mukaddes ruhları kadar selam, muhabbet ve hürmet eder, benden daha vurgun garip ve kalpleri muzdarip kardeşlerimle beraber ellerinizden öperim..” mi diyeyim? Yoksa “Ey azizim! Ey gözümün nuru! Ey yolumuza güneş gibi vuran zat! Niye bizi yalnız, boynu bükük yetimler gibi yokluklar ve ocağın közleri içinde bırakıp gittin? Niye tufanlar kadar öfke, kasırgalar kadar hırçın belliyatlar içinde terk ettin? Niye gidişin ani oldu ey şehid!” mi diyeyim?

Biliyorum “Herkes ve her şey ölümlüdür” diyeceksin. “İnneke meyyitun ve innehum meyyitun” diyeceksin. “O ölür veya öldürülürse siz topuklarınız üzerinde gerisin geri mi..” diye deliller okuyacaksın. Daha pek çok ayet ve hadisi hüccet göstereceksin. Sevgilinin göklerinden, mevsimlerinden, tabiatından… Canlı ve gözü görenler için istidlal yapacaksın.. Ceddin sünnetini örnek göstereceksin. Sonrasına, Üstadı zikredeceksin. O çok sevdiğin Risale-i Nur’dan akla hitab mukni izahatlar yapacaksın. Ecel tamam olunca te’hir olunmaz. Rabbin davet edince icabet etmemek olmaz. Kader takdir olunca, kimin haddine, bütün tedbirler ibtal olur. Bir de bana “A gülüm! Az vakit sonra sen de geleceksin!” diye teselli teselli buket yollayacaksın. Amenna! Ama ey şehid! Tarihin toz kapatmış menfezlerinde şimdi, susuz Kerbela çölünden savruluk cesed parçaları içinde yüreği Uhud kadar kırgın Zeyneb’inin feryadını işitiyorum: “Vah kardeşim, Vah serverim, Vah Ehl-i Beytim, keşke gökyüzü parçalansaydı, keşke dağlar paramparça olup yere dökülseydi…” derken bilmiyorum ben ne diyeyim! Ya da Sultan’ul Enbiya’nın Seyyid-üş Şüheda için: “Ey üzüntüleri gideren Hamza! Resulullah’ın koruyucusu olan Hamza! Allah sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım. Vallahi, senin yerine müşriklerin ölülerinden yetmişinin cesedini kesip biçeceğim; derken elbette benim de zamane müşriklerine söyleyecek bir çift sözüm olacaktır.. Rabbimden bu ahde sadık kalmayı diliyorum.

Bir bir yıldızları sayardık Hüseyn can! Yola çıkarken azıklığımıza iyilik doldururduk. Ellerimizi rahmetle yıkar ve bunu yüzümüze sürerdik, mazlumların yüzüne sürerdik. İnsanları, en çok da çocukları severdin. Onlar için “mücahitlerin reyhanı, davanın çekirdekleri” derdin. Sen çok güzel şeyler söylerdin Hüseyn can!

Biliyorum, intikamın alındığında müminler sevineceklerdir. En güzel duygularını demetleyip dua diye züntikama sunacaklardır. Senin taşıdığın mübarek İslam sancağı güneşe dikildiğinde mazlumlar güleceklerdir. Vurulduğun yerde çiçek çiçek İslam’ın çocukları büyüyeceklerdir. Herkes öğrenecek ki ey şehid! Artık her yer Kûfe ve bir de ‘burası’ değildir. Zalimler yükselttikleri kof tahtları ve gökdelenleriyle beraber Esfel-es Safiline doğru tepe takla olacaklardır. Biliyorum, o gün şehid çocuklarına ve ümmetin yetimlerine yeni elbiseler, ayakkabılar ve kışın giymeleri için çok sevecekleri kocuklar alındığında bayram edeceklerdir. Hem de bütün bunlar vakti zamanında kanımızla karını boyatan karakışlarda ve hatta ocağın közüyle yüzünü kırmızılaştırdığı günlerde olacaktır. Doğunun makûs talihi ey şehid! Aslına rücu’ edecektir. Ağıtım her doğulu çocuğun doğarken yaktığı ağıtın aynısı, yakıcı ve acıklı…

Ey Kerbela’ya giden yolda adımlarıma kalıp döşeyen insan! Ey Suyun nehr nehr akıverdiği beldede ‘sulamaya’ diye, ölçekle kan çalan saki! Ve ey gurbetimin, kırıklığımın ve solgunluğumun müsebbibi! Bir ‘Son’a doğru mutlak yönelişe mahkûm olan ‘ben’e takip edilecek yolu ‘Kendin ile’ öğrettin. Ve ey dünyanın aşufte çehresine karşı edepten dersler verecek ebedi bir hayatın talibi olan sen! Gurbetimin ve dolayısıyla özlemimin nişanesi olan ve bir ihtimal belki sana ulaşır diye kaleme aldığım mektubunun sonuna varmadan evvel şunları da zikretmeden geçmeyeceğim.

Ey şehid! Meğer kaderde bunları görmek ve yaşamak da varmış. Meğer yapılan her hesaba nefislerimiz ve adımlarımız kayda alınıyormuş. Ne kadar da sarsıldık! Acaba diyorum, hakkın hatırını kıran hangi isyanımızdandı? Attığımız hangi adım, verdiğimiz hangi kısık nefesimizdendi? Yoksa taş gibi kalbimizle topladığımız taksiratımıza O’nun rahmetini siper görüp kendimize olan fahrımızdan mıydı bütün bunlar? Bunlar bir yana ama bildiğim bir şey varsa o da kabahatin tümü bende... Ateşten alevlere atılan İbrahim için yapabilip de yapmadığım, yapmamam lazımken yaptıklarım… Kendi başına bir dert. Zebur’dan beyitler biliyorum diye dururken meğer ayet ve hadislerin manaları yanımdan göz kırparak geçiyorlarmış da haberim olmamış. Durumum bu olsa da isyanlarım ile rahmeti bütün alemi kuşatmış olan Rahman ve Rahim olana sığınıyor, O’na iltica ediyorum.

Şehid!

Habil’in vuruluşu bu günkü kadar bana anlamlı gelmemişti. Uhud’u hiç bu kadar anlamamıştım. Hendek’i ve kuşatılmışlığı hiç bu kadar yakından hissetmemiştim. Yenilgiyi değil, vurulmayı, ayrılmayı ve bunların ciğer yakan acılarını hiç bu kadar sorgulayamamıştım… Hâsılı, ümmetin bağrından, Onun soy ağacından düşen bir yaprak gibi böyle vakitsiz bir zamanda cihad meydanını terk edivermen acı oldu. Ama gidişin güzel!

Şehid!

Mektubum sana özel olduğundan en mahrem duygularımı ifade etmekten kaçınmadım. Vaveylalarım, feryad ve yakınmalarım sana olan firakımdan, gurbetimden, yalnızlığımdandır. Yoksa bıraktığın emanet-i kudsiyeyi kaldıramama acziyetimden, me’yusluğum ve kötülere karşı zaafiyetimden değildir. Asla! Çünkü sen eli boş gitmedin. Çünkü sen aşura günü kadar mana dolu, Muharrem ayı kadar hassas bir ‘iman’ bırakıp gittin. Ayrıca düşmanın rağmına sen bizi Hüseynsiz bırakmadın. Senden sonra doğunun rahmine düşen her çocuk Hüseyn olarak büyüdü. Yetişip memleketinin yalçın dağlarında bize çobanlık yapacak ve her biri birer yıldız hükmünde olan ey şehid! En az bin Hüseyn, binlerce Hamza ve bir o kadar da Zeyneb bıraktın. Bu nedenle gözyaşlarım ve sana olan hasretim bir yana, İslam’ın sesini yükseltmek ve Ona cür’ete yeltenen kılıçları kırmak, zir u zeber etmek boynumuza borç olsun, Hüseyn can!

Şehid!

Sana selam ederim. Kardeşlerim sana selam ederler. Yetimler sana selam ederler. Mazlumlar ve mahrumlar sana selam ederler. Onların boş evleri ve darmadağınık aileleri sana selam söylüyorlar. Zindandakiler, gurbettekiler sana selam ediyorlar. Onların muzdarip aileleri sana selam söylüyorlar. Bu gün meydanı dolduran Zeynebler ve onların çocukları sana selam ediyorlar. Ey gözümüzün nuru! Bütün dostların ve arkadaşların sana selam söylüyorlar… Allah siz aziz şehidlerden razı olsun. Çok sevdiği Kelimine, Ruhuna ve Habibine ve Haliline kavuştursun. Kendi indinde olan nimetlerden nimet verdiği kullarına komşu etsin. Ya Rabbi azizlerimizi şefaatı makbul olanlardan eyle. Ve biz acizlere şefaat etmelerine izin ver.

Selam bütün iyilere! Bütün peygamber ve Nebilere! Şehidlere, kahramanlara ve Allah dostlarına! Selam Nebevi bir inanç ve anlayışla yeryüzünde, şu burnu büyük gezegende Hakk davayı omuzlayan bütün Ömerlere, Alilere, Hüseynlere, Selahaddinlere…

Yoldan çekil ey ah ile çabuk eriyen kar,

Sen de yıkıl ey fırtına! Ey şems sen ol yar

Ah anne, güzel anne! Şu çocuklara söyle

Hala sürecek mi şu gaflet[2] ortada böyle[3]

İnzar Dergisi

[1] Mektubat-ı Rabbani 3 / Yasin yayınevi

[2] “nifak kelimesi yerine ‘gaflet’ kelimesi tarafımdan konulmuştur.”

[3] Bediüzzaman’ın üç T. Hayatı / Osmanlıca / Türkçe / Ankara 2000 Mustafa Süzen

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.