Bir yargısız infaz klasiği: 17 Ocak

Geçmişinde yargısız infazların bolca yaşandığı bir ülkede, adil yargılanma taleplerinin konuşulduğu günler geçiriyoruz. İnsanların bu talepleri haklı bulduğu bir ortamda hafıza sahibi kişilerin aklına Müslümanların toptan katil, cani varsayıldığı; toplama kampı gibi gözaltı merkezlerine toplandığı; devlet-terör-medya şeytan üçgeninde linçe tabi tutulduğu dönemler geliyor.

 

90’lı yıllar… Derin devlet terör örgütü gibi çalışıyor. Hukuk, merhamet ve masum insanlar aynı anda Filistin(!) askısında can çekişiyor. Devletin -Jitem’inden, Mit’ine, Jandarmasından Polisine kadar- her biriminden kudurmuşçasına saldırılar yapılıyor. Medya ise algı operasyonu kapsamında iftira ve karalama mesaisinde...

 “Milenyum”a girerken ülke DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile uçuruma gidiyor. Hükümetin gündemi AB ve ekonomiyken; derinler kanlı hesaplar yapıyor, sahipsiz bölgede devlet gücüyle kirli işler yürütülüyor. İşkenceler altında can verenleri de iğrenç şekillerde şereften yoksunlaştırılarak muhbir yapılanları da gören yok.

Ve 17 Ocak 2000… İstanbul’da –örnekleri daha sonra da tekrarlanacak- bir yargısız infaz gerçekleştirildi. Kimse bu yargısız infazı insani gerekçelerle bile olsa sorgulamadı. Bir insanı onlarca kurşunla öldürmenin kaynaklandığı nefreti, korkuyu, travmayı -artık her neyse o psikolojik hastalığı- da kimse sorgulamadı.

Kanlı baskından sonra birçok ilde insan avı başladı. Binlerce insan, hukuktan yoksun bir tarzda yapılan aramalar sonucunda gözaltına alındı. Adları Emniyet Müdürlüğü, Jandarma veya Terörle Mücadele gibi değişse de fonksiyon olarak işkence merkezi olan yerlerde insanlık dışı uygulamalar yapıldı. Zulmü, geçmiş kavimlerin kıssalarından bilen Müslümanlar, imanının imtihanını vermenin ne demek olduğunu; hakkalyakin derecesinde kavradı.

Yalanın, iftiranın bini bir para oldu. Günümüzün “hukuk, hukuk” diye sayıklayan medyası, bu ucuz malzemelerle savcılardan önce iddianame hazırlayıp; yargıçtan önce hüküm biçiyordu. Elinden gelse cellât olup infaz edecekti adeta. “Adı geçen herkes suçluydu. Ailecek cezalandırılmalıydı.” Suçlananlar “beyaz” ve kudretli olduğundan beri dilde pelesenk olan “masumiyet karinesi”, o sıralar icat olmamıştı herhalde.

Devlet, hükümeti, yargısı, aslı ve “paraleli” ile aynı amaç için çalıştı. İmzalı belgelerin ıslaklığını araştıran devlet, hikâyelerle insanları mahkûm etti. Kimse yargının siyasallaştığından, uzun tutukluluktan hatta aylar süren gözaltılardan söz etmedi. Delillerin hukuksuz elde edilmesinden de bahsedilmedi. Hani derler ya “Rüşvetin belgesi mi olur?” diye; aynen öyle, işkencenin hukuku mu olurdu?

Günümüze geldiğimizde; kimileri o tür uygulamaların geçmişte kaldığını düşünse de maalesef durum aynen korunuyor. Öncelikle o devrin hükümleri –hangi şartlarda verildiğine bakılmaksızın- bugün hala uygulanıyor. Hukuk normları altüst edilerek yapılan yargılamalar, oluşturulan suni deliller ve garaz mühürlü kararlar sonucunda insanlar hala içerde tutuluyor.

Hak ve adaletten ancak başkasına dağıtılırken yere düşen kadarıyla yetinmek zorunda kalmak; maalesef her iktidar döneminde olduğu gibi bu dönemde de Müslümanların payına düştü. Yargı ve kolluk içindeki kokuşmanın konuşulduğu, kumpasların farkına varıldığı bu günlerde bile kimileri için yeniden yargılanma senaryoları hazırlanırken; hemen hemen her devirde mağdur olanlar için ne yazık ki kılını kıpırdatan yok.

Hani hep denir ya; “Hukuk herkese lazım” diye. Önemli olan hukuka muhtaç olmadan önce bunun farkına varmaktır. Bugün elinden geldiği halde zulmü gidermeye çalışmayanlar, haksızlık kendilerine yöneldiğinde vaveylayı basacaklar ama iş işten geçmiş olacak. Tıpkı kumpasa maruz kaldıklarında vaveyla ettikleri gibi…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.