Dava İslam, Davet İslam'dır

Dava İslam, Davet İslam'dır

Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. İlk yazımızda Ahzab Suresinin 45 ve 46.ayeti kerimelerinden yola çıkarak İslam davetçilerine yönelik izahatlar getirmeye çalışmıştık. Bu ayeti kerimenin ışığında kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. İlk yazımızda Ahzab Suresinin 45 ve 46.ayeti kerimelerinden yola çıkarak İslam davetçilerine yönelik izahatlar getirmeye çalışmıştık. Bu ayeti kerimenin ışığında kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Ayet'i kerimeden anlıyoruz ki davadan maksat; Fatır-ı Hakim olan Rabbimizin, kulları olan biz insanlar için tekmil ettiği, beğenip razı olduğu ve seçtiği pak ve mukaddes yüce İslam dinidir. Hak Teala: “Bugün, size dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak islam'a razı oldum…”(5/3) diye buyuruyor. Başka bir ayet-i kerimede: “Kim İslam'dan başka bir din ararsa ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” (3/85) diye kesin kaydı koyuyor. İnsanları yaratan, onları terbiye eden, onlara yaşayış ve hayatta kalış yollarını gösteren, onlara iyi ile kötüyü birbirinden ayıran akıl ve idrak veren, bütün alemlerin rabbi olan Allah böyle buyuruyor. Evet, bu ve benzeri ayetlerin izah ettikleri

İslam dini, üzerinde durduğumuz davanın ta kendisidir. O halde kim ki İslam'dan başka bir din ararsa, ondan gayrı batıl ve boş hurafelerin peşine düşüp buna dava deyip kendisini kandırırsa bu, onlardan kabul olunmayacaktır. Gerçek şu ki, aklen selim ve reşid olanlar; İslam'ın dışında kalan ve insanlardan sadece akılsızların tevessül ettiği ve 'yol' diyerek içinde bocalayıp durdukları şeye asla iltifat etmezler. Bu bocalama sürecini yaşayanların hikayelerini Kur'an'ı Kerim, ders ve ibret alınsın, akıllılar akılsızların akıbetinden uzak durup kendilerini muhafaza etsinler diye özlü ifadelerle anlatmıştır. Ancak bu muhafaza İslam'ı da'va edinmekle mümkündür. Çünkü: “Allah katında hak (ve gerçek) din İslam'dır…” (3/19) Hak dava İslam'dır. Bütün peygamberler bu kutsal da'va ile gelmişlerdir. Bu da'vanın özünde 'bir' olan Allah'a davet vardır. Bütün peygamberlerin da'vet ettiği da'va 'tevhid' davasıdır. Cenab-ı Hakk: “Biz senden evvel hiçbir peygamber göndermedik (yani hiç biri müstesna değildir) ki illa ona şu hakikati vahiy etmişizdir: 'Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde bana ibadet edin.” (21/25) diye buyurmuş ki biz insanlar bir yanlışlığa düşmeyelim.  İnsan olarak idrak etmek zorundayız ki peygamberlik ve risalet müessesesi Rabbimizin bize bir lütfu, ihsanı ve büyük bir yardımıdır. Zira biz bu müessese sayesinde hak olan da'vayı bulmuşuz, zararlı ve batıl unsurları bu sayede tanımış ve kendimizi bu mikroplardan muhafaza etmişiz. 'Hak da'vanın ilk da'vetçileri' konusunu işlerken orada bu konuyu daha fazla açma imkanını bulacağız inşallah.

Böylece da'va derken kastımızın, yüce İslam da'vası olduğu anlaşılmıştır. Yüce İslam da'vasından bahsediyoruz. İnsanların en seçkinlerinin, mesela peygamberlerin, mesela salihlerin, sıddıkların, şehidlerin… da'vetçiliğini yapmakla alemlerde şan bıraktıkları, ün bıraktıkları, örneklik bıraktıkları da'va! Haliyle da'va İslam olunca da'vet de buna, yani İslam'a olacaktır. Zira da'vet, da'vanın kendisidir: Ben Allah'a bir basiret üzere da'vet ediyorum'dan maksat, yukarıda ifade ettiğimiz gibi yüce İslam dinine da'vettir. Böylece biz burada, da'va ile da'vetin ayrılmaz ve namümkün 'bütün'lüğü ile 'tek'liğini görüyor ve anlıyoruz.

İşte uğrunda ölmelerin, öldürülmelerin olduğu, talanların ve katliamların olduğu, şehadet, hicret ve zindanların olduğu... hasılı, çok ağır bedellerin ödendiği da'va işte bu mübarek da'vadır. İşte bunlar ve daha nice ağır bedellerin uğrunda ödendiği da'vet, bu kutlu da'vettir.

Bu da'vayı ve bu da'veti iyice anlayıp idrak etmek zorundayız. Bu mukaddes da'vanın nurlu da'vetçilerinin 'izinden gidiyoruz' diyenler, bulundukları nokta-i halden tetkik, ders ve ibret için yeniden hayat şartlarını ve kendi yaşam biçimlerini gözden geçirmelidirler. Ki önlerini sağlamca görebilsinler ve istikamette berdevam ve sermedi olsunlar. Mensubu oldukları bu mübarek da'va ile övünsünler -ki bu onların hakkıdırancak sair insanların övünme anlayışından farklı ve onlarınkinden apayrı! Bu aziz mensubiyetlerini fiili şükür, fiili hamd ve fiili hizmetle ortaya koysunlar… Ki da'va sahibinin engin merhametine ve lütf-u keremine mazhar olsunlar..

DAVETÇİ İSE..

Da'va'nın İslam, da'vetin de İslam'a olduğunu söyledik. Dedik ki; birisi olmazsa diğerinden bahsedilmez... Bu ikisinin ayrılmaz bir bütünlük ile teklik oluşturduğunu söyledik. İnsan vücudu ile bunu hayatta tutan sinir sistemi, beyin, kalp vb. uzuvların birbiri ile ilişki ve konumları gibi…

Davetçi ise bu bütünlük ve tek'lik iklimi içinde bir fenafih'dir. Yemek içinde erimiş bir tuz, alemlerin mayasında bulunan bir cevher gibidir. O'nu bu bütünlükten ayrı tutmak, ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Bundan kastımız yani da'vetçi, davasının prensip ve ilkeleriyle illaki bütünleşmiş, illaki onun boyası ile boyanmış olacaktır. Da'vasının prensip, ilke ve program bütünlüğünden kopuk yaşayan veya da'vasının bu programına   burun ucuyla tutunan ya da bunu kendine dert edinmeyen kimseler bu tanım ve tarifin içine giremezler. Girebilmeleri için onu yaşamaları, kendilerine dert edinmeleri gerekir. Hem de da'va programını, ilke ve prensip bütünlüğünü tam bir yoğunluk hali içinde yaşamaları gerekecektir. Çünkü kendilerini da'vanın sahibi olarak görmek zorundadırlar. İleriki bölümlerde de göreceğimiz gibi bu yüce da'vanın yükünü omuzlayanlar geçmişten günümüze kadar böyle yapmışlardır. Birinci ve önemli işleri da'va olmuştur. Daha doğrusu tamamen işleri bu olmuştur. Buna göre da'vetçinin kendisine göre işi, kendisine göre programı, kendisine göre yorumu yoktur! Vardır; ancak da'vasının programı içinde, onunla uyumlu ve ona engel olmayacak şekildedir..

Davetçi, kutsal da'va emanetinin tek ve biricik taşıyıcısıdır. Vazifesi çok büyük, görkemli ve bir o kadar da ağırdır. Sorumluluk ve yükümlülüğü de bu özelliklerle orantılıdır. Seleflerini değerlendirdiğinde haleflerinin kendisini değerlendirdiğini görecek kadar şuur ve idrak sahibidir. Çünkü biliyor ki geçmişe dair “..Keşke böyle yapsalardı!..” veya “... niye böyle yapmışlar!..” ya da “... burada hata yapmışlar!..” gibi bir düşünce durumu içine girerse aynen kendisinin yaptığı gibi kendisinden sonra gelecekler de kendisi için “keşke”li, “niye”li konuşurlar. Bu nedenle da'vetçi böyle sakat bir yaklaşım yerine, geçmişinden, içinde bulunduğu zamana dair nasıl ders ve ibret çıkaracağının derdindedir. Geçmişin tecrübelerinden nasıl faydalanabilir uğraşısı içindedir. Davetçi da'va mesuliyetinin farkında ve kesinlikle bunun idrakinde olan kimsedir. Bu sıfatı ile da'vetçi, da'va saflarında göründüğü halde aynı mes'uliyet duygusu, aynı şuur inceliği taşımayan kimselerden ayrılır. Çünkü da'vetçinin meşguliyeti onun da'vasının kendisine tevdi’ ettiği yükümlülüklerdir... Dolayısıyla onu meşgul edecek başka bir şeyden bahsedilemez. Bunun dışında onun dert edinebileceği her hangi bir şeyi yoktur ki, onu dert edinsin! Tek derdi vardır da'vetçinin. O da da'vasının kendisine tevdi' ettiği yükümlülüklerdir. O bunu dert edinirken dağların bile yüklenmekten kaçındığı dağlar kadar belaların, musibetlerin ve de zorlukların kendisini beklediğini bilir ve bu şuur ile bu çok sevdiği derdine sarılır, sarıldıkça sarılır… “Ben de, bana tabi' olanlar da (böyleyiz)” mübarek ifadesi bundan dolayı da'vetçinin 'kim'liğini beyan etme sadedinde doyurucu bir ma'nadır.

Da'vetçi bu ayet-i kerimeyi okuduğu zaman bu da'vetin önder, rehber da'vetçisi, Hz. Muhammed (sav)'i görür. Yani da'vetçi zihnen ve ma'nen bin dört yüz şu kadar yıl öncesine doğru bir yolculuğa çıkar, Mekke'ye, sonra Medine'ye uğrar. Vahiy ile şereflenmiş bu ayetteki kelamın sahibi ve gelip geçen tüm İslam da'vetçilerinin İmamı Muhammed (sav)'ın da'vetçi hayatına, bu hayatı boyunca adım adım, nefes nefes karşılaştıklarına; sonra da bu mukaddes hayatı bir ayna yapıp ondan kendine bakar. Ayna (siyer)'ya bakıp okudukça ve okuduklarını kendi hayatına tatbik ettikçe da'vası uğrunda yaşadığı sıkıntıların boyutu ve ağırlığı kaf dağına ulaşsa dahi o, davetçi kimliğinden şikayet etmez. Bilakis hamd ve şükrünü artırır. Çünkü artık o, insanların en şereflisi, en azizi, en eminidir. Bir peygamberin izinde ve bu kerim peygambere tabi' olmuş bahtiyarlar taifesinden olduğuna kesinlikle inanır. Çünkü artık o kendisini, “… bana tabi olanlar da...” ifadesinin derunundaki mananın hal u ahvaline daha yakın, daha sıcak bulur…

Gelecek sayıda kaldığımız yerden devam etmek üzere hepiniz Allah’a emanet olunuz.

İnzar Dergisi

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.