Hoşgörülü olmanın hükmü

Hoşgörülü olmanın hükmü

Uzun bir süreden beri “Hoşgörü” hakkında konuşulup yazılıyor. Hatta bazıları bunu bir meşreb ve dava haline getirmişlerdir.

Uzun bir süreden beri “Hoşgörü” hakkında konuşulup yazılıyor. Hatta bazıları bunu bir meşreb ve dava haline getirmişlerdir. Özellikle Resulullah (sav)’a yapılan son çirkin saldırı ve hakaretlerden dolayı bu husus daha bir gündeme gelmiş oldu. Bu münasebetle konuya bir nebze de olsa değinmek istedik.

Aslında mesele çok açıktır ve her Müslüman’ın bilmesi gereken İslami meselelerdendir. Ancak uzun bir süredir Müslümanlar gerçek İslami eğitimden uzaklaştırıldıkları için bedihi meseleleri bile bilmez hale gelmişlerdir. Bilinçli ve haince İslam’ı tahrif edip Müslümanları emperyalistler karşısında koyunlaştırmak isteyen Bel’am misali ulema–ı sû’dan zevatlar da yok değildir ki birçok insan bunların oyunlarına gelebiliyorlar.

Hakk dinimizin asıl kaynakları; merhametlilerin en merhametlisi, af edici, bağışlayıcı, lütuf ve kerem sahibi olan Allah’u Teala’nın mucize kitabı olan Kur’an–ı Kerim ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul–i Ekrem’in sünneti olduğu için hoşgörü ve müsamaha dinimizde olduğu kadar hiçbir din ve ideolojide yoktur. Allah’ın, Peygamberin (sav) ve Müslümanların ezeli düşmanı olan Yahudi ve Hıristiyanlardan zimmîliği kabul etmesi, onlara hayat hakkı tanıması, can, mal ve din güvenliklerini sağlayıp serbestçe dinlerini yaşayabilme hakkı tanıması, birçok konuda onları Müslümanlarla eşit haklara sahip kılması ve İslam hâkimiyeti boyunca bilfiil bu hükmün sürdürülmesi hoşgörü ve müsamahanın açık bir ispatıdır. Hatta ehli kitaptan çok kişi gerek ferd bazında, gerek ülke bazında olsun kendi dindaşları olan kralların zulmünden kurtulmak için İslami devletlere iltihak edip sığınmış ve en mutlu bir şekilde yaşamışlardır. Tarih kitapları bu örneklerle doludur. Hatta mu’temed bazı İslam âlimlerine göre İslam’da cihad difaidir, saldırgan olmayan kâfirlerle güzel ilişkilerin sakıncası yoktur.

Evet, dinimizde hoşgörü meselesi gayet açıktır. Kime karşı hoşgörülü, müsamahalı ve merhametli olunur, kime karşı olunmaz ve müsamaha ne şekilde olur, sınır ve hudutları nelerdir? Bütün bunlar kat’i nas ve metinlerle açıklanmıştır. Bu konuda hiç bulanıklık yoktur. Ancak basar ve basiretlerini kaybedenler için bir bulanıklık söz konusudur. Allah–u Teala, Kur’an–ı Mu’cizu’l Beyan’da şöyle buyurmaktadır: “Muhammed, Allah’ın elçisidir ve onun beraberinde bulunanlar kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler.”[1] Ayette görüldüğü gibi Mü’minler kâfirlere değil, mü’minlere karşı hoşgörülü ve müsamahalıdırlar. Hz. Muhammed (sav)’e tabi olanlar böyledirler.

“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. İşte kalplerinde hastalık olanları: “Zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz” diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır. İman edenler: “Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah'a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp–ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır,” derler. Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir. Kim Allah'ı, Resûlü'nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi, alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyin. Ve eğer inanıyorsanız, Allah'tan korkup–sakının.”[2]

Bu ayetler o kadar açık ki, herhangi bir açıklamayı abes görüyorum. Ancak değerli okuyucularımızdan ricam, bu ayetleri birkaç defa okumalarıdır.

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.”[3] Bu ayetten de anlaşıldığı gibi Müslümanlarla savaşanlara teslim olmak, merhamet etmek ve hoşgörülü olmak değil, onlara karşı savaşmak emrediliyor. Saldırgan kâfirlere karşı savaşmayı emreden ayetleri yazmaya çalışsam, Kur’an’ın çoğunu yazmak lazım gelecektir.

“Haram ay, haram aya karşılıktır; hürmetler (de) karşılıklıdır. Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah'tan korkup–sakının ve bilin ki Allah, muhakkak ki korkup–sakınanlarla beraberdir.”[4] Allah–u Teala bu ayette de Müslümanlar için misillemenin meşru olduğunu ve misillemenin haddi aşma sayılmadığını açık bir şekilde belirtmektedir.

“Eğer onlar barışa eğilim gösterirlerse, sen de ona eğilim göster ve Allah'a tevekkül et. Çünkü O, işitendir, bilendir.”[5] Bu ayetten de anlaşıldığı gibi Müslümanlar tek taraflı ateşkeste bulunmazlar, ancak kâfirler ateşkese ve barışa yanaşırlarsa, Müslümanlar da yanaşabilirler.

“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.”[6] Bu ayette de açıkça belirtiliyor ki, Müslümanlar ancak Müslümanlarla savaşmayan ve Müslümanları yurtlarından çıkartmayanlara karşı hoşgörülü olabilirler.

Resulullah (sav)’ın hayatına baktığımızda ayetlerin canlı bir örneğini görmekteyiz. Resulullah Efendimiz (sav), antlaşmaya sadık ve bağlı kalan Yahudilere gayet hoşgörüyle ve güzellikle muamelede bulunmuşlardır. Ancak ne zamanki sözleşmenin hilafına hareket edip hıyanette bulunmuşlarsa, Resulullah (sav) onları cezalandırma yoluna gitmiş; kimilerini sürgün etmiş, kimilerinin de boynunu vurdurarak öldürmüştür.

Bir yandan İbni Ümmi Mektum gibi bir mü’mine, bir anlık iltifat etmediği ve Bedir Savaşında esir edilenlerin boynunu vurmadığı için Allah–u Teala tarafından kınanmış, öte yandan mağlub ettikleri Mekkeli müşrikleri yaptıkları onca eziyet ve zulme karşın hiçbir intikam almadan bağışlamıştır.

Zulüm ve istikbarına devam eden Rum İmparatorluğuna (dünyanın en süper gücü olmasına rağmen) öldürülen bir mü’min elçi için savaş açmış, bir ordu hazırlayıp emir ve talimat vermeden ruhunu Rabbine teslim etmemiştir.

Ondan sonra gelen halifesi Hz. Ebubekir (ra), riddet olaylarına rağmen, Resulullah (sav)’ın Rumlara karşı diktiği cihad bayrağını indirmemiştir. Bir yandan mürtedlerle, bir yandan Rumlarla, diğer yandan da İslam’ın bir farizası olan zekâtı vermeyenlerle savaşmıştır.

Hz. Ömer (ra) bir yandan verdiği bir emri, bir kadının haklı itirazı için geri alarak “Bu kadın doğru söylüyor, Ömer yanlış söyledi” diyebilirken, camide sıradan bir Müslümana giydiği bir kürkün hesabını verirken, diğer yandan Sasani ve Rum imparatorluklarını ve dünyanın büyük devletlerini dize getirerek Allah’ın sözünü yükseltmek için dünyayı titretiyordu.

Hz. Osman (ra) bir yandan Bizanslıları Avrupa’da sıkıştırarak İslam bayrağını ta Asya beldelerinde dikerken, diğer yandan da bir grup isyancılar karşısında eve girmiş, Hz. Ali gibi kahramanların ısrarlı tekliflerine rağmen müslümanın kanı dökülmesin diye savaş izni vermemiştir. Hatta dört yüz silahlı köle onu korumak istemişlerse de O, “Silahını atan ve savaşmayan azattır” diyerek kendisini öldürmek isteyen asilere aşırı şefkatinden dolayı, adeta teslim olmuş ve nihayet hiçbir Müslümanın kanı dökülmeden Kur'an okurken şehid edilmiştir.

Hz. Ali (ra)’nin Bedir, Uhud, Hayber ve katıldığı bütün gazvelerde kâfirlere indirdiği darbeler ve onlara karşı ne kadar acımasız olduğu malumdur. Bununla beraber zırhını çalan bir Yahudiyle mahkemeye gidecek kadar mütevazı ve adildir de. Baği Haricilere karşı savaşa mecbur kaldığı savaşlarda; onlar saldırmadıkça O saldırmamış, savaşı bırakıp kaçanın peşine düşmemiş, esirleri öldürmeyip savaş bittikten sonra serbest bırakmıştır. Hatta Mervan gibi birisini bile, esir aldıktan sonra Müslümanlara karşı aşırı şefkatinden dolayı serbest bırakmıştır. Halife olmasına rağmen yamalı cübbe giymiş, ihtiyaç duyduğu bir elbiseyi satın alabilmek için kılıcını bile satabilmiştir.

Hâsılı… Gayet açık bir şekilde görüyorsunuz ki, Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’, Müslümanlara karşı hoşgörülü, müsamahakâr ve gayet merhametli; kâfirlere ve özellikle de saldırgan olanlarına karşı şiddetli ve izzetli olmamızı emrediyor.

Şimdi de Selefi Salihin’in son temsilcisi ve asrımızın büyük müceddidi bu hususta bize ne gibi tavsiyelerde bulunmaktadır, ona bakalım:

“Dünyada rezalet bulundukça faziletin ona karşı cihad etmesi zaruridir. Muhakkak ki cihad ebedidir!!!”[7]

“Şehid velidir. Cihad farzı kifaye iken farzı ayn olmuştur. Belki müzaaf bir farz–ı ayn hükmüne geçmiştir.”

“… Şu günahkâr millete, birdenbire onbinler evliya inkişaf etse, (onbinleri şehid düşse) ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.[8]

“Şefkati insaniye merhameti Rabbaniyyenin bir cilvesi olduğundan elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve rahmeten lil âlemin zatın (asm) mertebe–i şefkatinden taşmamak gerekir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhâda sirayet eden bir maraz–ı ruhi ve bir sakam–ı kalbidir. Mesela; kafir ve münafıkların cehenemde yanmalarını azap ve cihad gibi hadisleri kendi şefkatine sıkıştırmamak ve te’vile sapmak, Kur'an'ın ve edyan–ı semaviyenin bir kısmı–ı azimane inkar ve tekzib olduğu gibi, bir zulm–i azim ve gayet derecede bir merhametsizliktir....[9]

O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen kâfirler, zındıklar çoktur. Onlara adavet et.[10]

Mesele bu kadar açık ve net olduğu halde bazı insanlar, ilme dayandığını iddia eden bazı zevat, Müslümanlara karşı acımasız oluyor, onları tekfir ediyor, ağızlarından kin ve nefret fışkırıyor ve sui zannın işgal ettiği kalplerinde hüzn–ü zanna hiç yer bırakmıyorlar ama diğer taraftan dünya tarihinde hiç emsali görülmemiş, gaddar, acımasız; küfürde şedit ve saldırgan kâfirlere karşı gayet hoşgörülü, müsamahakâr ve merhametli tavırlar sergiliyorlar. Acaba bu tavırlarıyla Müslümanlara bir menfaat mi kazandırıyorlar? Ya da kâfirlerin Müslümanlara saldırılarını bir nebze de olsa bertaraf mı etmişlerdir? Hiç de öyle görülmüyor. Sadece Müslümanların kalbinde kâfirlere karşı olan nefret kırılıp zedeleniyor ve birçok Müslümanın imanı bu şekilde tehlikeye giriyor.

Ne gariptir ki tarihin hiçbir döneminde kâfirler bu kadar tehlikeli, vahşi ve saldırgan olmamış ve hiçbir dönem bu günkü kadar kâfirlere karşı hoşgörü gündem olmamıştır. Bunda bir oyun olduğu gayet açıktır.

Bu konuda bir şey kaldı, o da şudur: Mutlak manada ispatladığımız hoşgörü, merhamet ve müsamaha ahlakını Müslümanlara karşı sergilemek lazımdır. İslam dairesinden çıkmamak şartıyla bütün mezhep, meşrep ve İslamî cemaatlerin mensupları ayetin mutlak fermanıyla kardeştirler. Birbirlerine karşı hoşgörülü, müsamahakâr ve merhametli olmalıdırlar. Ancak bu durum şahsi haklarda, mezhebi ve meşrebî ihtilaflarda geçerlidir.

Allah'ın hukukunda ve ittifak edilen ahkâmlarda müsamaha olmaz. Yani Allah'ın hukuku çiğnense, zina, içki, faiz, zulm ve katl gibi günahlar işlense veya farz namaz, Ramazan orucu, zekat ve diğer ittifaki farzlar terk edilse kabul edilmez, müsamaha gösterilmez ve hoşgörü ile karşılanmaz, belki imkân dâhilinde şer’i çerçevede müdahale edilmesi gerekir. Ayet ve hadis bu hususta gayet açıktır;

“İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münker (çirkin iş)lerden birbirlerini sakındırmıyorlardı. Yapmakta oldukları şey ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâra sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazablandı ve onlar azabda ebedi kalacaklardır.”[11]

“Sizden her kim bir münkeri görse gücü yetiyorsa gücüyle değiştirsin. Eğer yapamıyorsa diliyle değiştirsin. Eğer yapamıyorsa kalbiyle nefret etsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir”[12]

Allah–u Teala hiçbirimizi kendi emirlerinin istikametinden ayırmasın. Son nefesimize kadar o istikamette yürümeyi hepimize nasip etsin. Allah–u Teala’ya emanet olunuz.

Wesselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve berekatuh.

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

[1] Fetih: 29

[2] Maide: 51–57

[3] Bakara: 190

[4] Bakara: 194

[5] Enfal: 61

[6] Mumtehine: 8

[7] Arabi Hutbe–i Şamiye Teşhis’ül illet

[8] Hutbe–i Şamiye

[9] Kastamonu Lahikası

[10] Mektubat, 22. Mektup, 1. Mebhas,4. Vecih, 3. Düstur

[11] Maide:78–80

[12] Müslim, Riyaz’üs–Salihin, İmam Nevevî, Hadis no:186/1
 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.