İmam-ı Azam Ebu Hanife (Numan b. Sabit)

İmam-ı Azam Ebu Hanife (Numan b. Sabit)

Hicri 30 yılında Küfe’de doğan ‘Büyük İmam’ (İmam-ı Azam) lakaplı Ebu Hanife Fars neslindendir.

Hicri 30 yılında Küfe’de doğan ‘Büyük İmam’ (İmam-ı Azam) lakaplı Ebu Hanife Fars neslindendir. Onun Farisi oluşu, dedesi sebebiyledir. İslam dininin yayılması sırasındaki fetihlerden İran da nasibini almış, İmam’ın dedesi olan Zuta da bu dönemlerde esir olarak kutsal topraklara getirilmişti. Zuta, sonradan müslüman olmuş ve Sabit isminde bir erkek çocuğu doğmuştur.

Dede Zuta, Küfe’de İmam Ali’ye (ra) tatlı ikram etmiş, bu vesileyle duasını kazanmış; aynı şekilde oğlu Sabit de İmam Ali’den (ra) ‘hayırlı bir zürriyet’ duası almıştır. Bu duanın bereketiyle de Allahu Teala kendisine İmam-ı Azam gibi büyük bir zatı bağışlamıştır. İşte Arap bölgesinde bulunan Küfe’de doğmuş olmasına rağmen, İmam’ın Farisi oluşunun sebebi budur.

İmam Azam’ın künyesinde, divit ve kalem manalarına gelen “Hanife” kelimesinin bulunması, ilme olan bağlılığını göstermeye yeterlidir. Asıl ismi olan Numan ise kan ve ruh manalarını taşıdığından kendisine “Fıkhın ruhu ve canı” denilmiştir.

İmam’ın ömrünün çoğu Kufe’de geçmiştir. Çocukluğunda Kur’an-ı Kerim’i ezberleyen İmam’ın, Kur’an-ı Kerim’i çok okuyup tekrar etmeyle iştihar ettiği rivayet edilir. Bununla beraber kıraat ilmini de öğrenmiş, bu ilmi bizzat Kura-ı Seb’a’dan olan İmam Asım’dan ders almıştır.

Ailesinin tüm geçim kaynağı ticaret olunca İmam da ticaretle uğraşmış ve ömrünün sonuna dek hiç kimseye muhtaç olmayarak yaşamıştır. Bir çok alimin aksine o, beyt-ül maldan hiç para almamış, bu şekilde hiçbir şeyden çekinmeksizin hakkı savunabilmiştir. Ticareti sebebiyle elde ettiği serveti sayesinde öğrencilerinin ve diğer ilim taliplerinin de tüm ihtiyaçlarını karşılamıştır. Öyle ki, yiyip giydiklerinin aynısını öğrencilerine de vermedikçe rahat etmemiştir. Ancak ailenin ticaretle uğraşması onun ilme olan ilgisine engel olmamış, o dönemde büyük İslami merkezlerden olan Kufe’deki büyük alimlerin meclislerine fırsat buldukça katılıp İslami ilimlerde derinleşmeye gayret göstermiştir.

Başlarda ticaretle uğraşıyor olması İmam’ın ilimde yoğunlaşmasına engel olsa da, sonraları bazı alim ve büyük şahsiyetlerin de yol göstermesiyle ticarete daha az vakit harcayıp işini vekillere bırakarak asli ilimlere yönelmiştir. En sonunda da daha fazla ihtiyaç olduğunu gördüğü “Hadis ve Fıkıh” ilimlerinde karar kılmıştır. İlmin ilk aşamasında kazandığı akıl kabiliyeti, sonrasında fıkıhta uygulayacağı yönteminde de etkili olmuş, bir çok meseleyi bu şekilde çözüme kavuşturmuştur. Zaten onun fıkıh ekolünde ve ders verişinde de bu yön çok bariz bir şekilde görünmektedir.

Diğer mezhep imamlarından fazlaca bir özellik olarak sahabelerle görüşebilmiş, ayrıca tabiinin büyük zatlarından ders alıp hadis dinleyebilmiştir. Ancak kuşkusuz en büyük üstadı, uzun süre Kufe’deki ders kürsüsünde müderrislik yapan Hammad b. Ebi Süleyman’dır. İmam, 18 yıla yakın ondan ders almış, vefatına dek ondan ayrılmamıştır. İleride büyük bir alim olacak oğluna Hammad ismini vermesi bu büyük zatın ondaki derin tesirlerini göstermede yeterlidir.

Hocasının vefatından sonra ders kürsüsünde onun yerine geçip çok büyük talebeler (İmam Muhammed, İmam Ebu Yusuf, İmam Zufer vb..) yetiştirmiş, onların serbest düşünüp doğruyu bulmalarında ve bu şekilde büyük hizmet görmelerinde çok büyük katkı sağlamıştır.

Özellikle fıkhın gelişip yayılması ve ortaya çıkan problemlerin halledilmesinde ciddi ilk derli toplu yapıyı kazandıran İmam ile ilgili İmam Şafii’nin şu sözü çok manidardır: “İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.”

Abdullah b. Mübarek’in sözü ise daha kapsamlıdır: “O, (Ebu Hanife) ilmin beynidir.”

Uzun süre ticaretle yakından alakalı oluşu sebebiyle muameleler için çok ciddi çözümler geliştirmiş, kalıcı asıllar belirlemiştir. Tüccar olması hasebiyle insanların ekonomik ve sosyal durumlarını da bizzat müşahede etme fırsatı bulmuş, mezkur konularda (zekat, nikah vb) özgün fikirler üretmiştir.

Ömrünün 52 yılı Emeviler, kalan 18 yılı da Abbasiler döneminde geçen İmam, siyasi alanda bir çok çetin sınavla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle hocasının vefatından sonra etkinliğinin daha fazla artması ve ilmi seviyesinin yüksekliği gibi sebeplerle itibarının ziyadeleşmesi onu gözde haline getirmiş, bu durum ondan su-i istifade etmek isteyen kimi siyasetçilerin (bu şahsiyetler özellikle Hulefa-i Raşidin’den sonra çokça türemiş ve çok büyük hasarlara yol açmışlardır) de ilgisini çekmiş ancak İmam’ın Nebevi çizgiden taviz vermeyişi ve teklif edilen görevleri geri çevirişi nedeniyle istediklerini elde edememişlerdir. Hal böyle olunca mezkur şahıslar ona düşmanlık etmeye başlamışlardır.

İmam Ebu Hanife’nin Ehl-i Beyt’e bağlılığı, Emevi ve Abbasiler döneminde karşılaştığı zorluk ve baskıların temel sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Emeviler zamanında vuku bulan Zeyd b. Ali’nin kıyamında İmam, Zeyd’e çok ciddi desteklerde bulunmuş, şehadetiyle de büyük üzüntülere gark olmuştur. Bu olaydan sonra birer sene aralıklarla; önce İmam Zeyd’in oğlu Yahya, sonra da Yahya’nın oğlu Abdullah aynı akıbete uğrayınca İmam, bunu yapanlara karşı durmuş, onları şiddetle eleştirmiş ve doğal olarak bu tarihten sonra ciddi takip ve baskılara maruz kalmıştır.

Bu devir, Abbasilerin iktidarı ele geçirme girişimlerinin yoğunlaştığı döneme de denk gelince Emevi valilerinden İbn-u Hubeyre, tüm alim ve fakihleri kontrol altına almak amacıyla çağırtıp görev ve sorumluluklar yüklemiş, aynısını İmam Ebu Hanife’ye yapmak istemesine rağmen başarılı olamamış, ikna etmeleri için araya koyduğu kişilerden de ümit kesince, o büyük imamı hapsedip dövdürmüştür. Tekrar ikna etmek için bir çok girişimde bulunan İbn-u Hubeyre, gördüğü işkenceden dolayı öleceğinden korkarak İmam’ı bırakmak zorunda kalmıştır. İmam serbest kaldıktan sonra Hicaz’a gidip uzun süre orada yaşamak mecburiyetinde kalmıştır.

İleriki dönemlerde Abbasiler iktidarı ele almış fakat İmam’ın; zulmetme konusunda Emevileri aratmayan Abbasilerle de arası açılmış, hele de İmam’ın hocası olan Abdullah b. Hasan’ın hapiste ölmesi, oğlu Muhammed Nefsüzzekiyye’nin zulmen katli ve diğer oğul İbrahim’in kıyamına karşı da ordu hazırlanması, ilişkileri tümüyle koparmıştır.

İmam Malik’in de fetvasıyla desteklenmiş olan İbrahim b. Abdullah’ın (bu fetva sebebiyle İmam Malik de işkencelere uğratılmıştır) kıyamına karşı görevlendirilen ordu komutanlarından Hasan b. Kahtab, İmam Ebu Hanife’nin telkinleriyle bu görevi reddedince dönemin halifesi Ebu Cafer el-Mansur, aralarında İmam’ın da bulunduğu bir kısım fakihleri toplayarak onlardan ayaklanmayı bastırma cevazını almak istemiş, ancak İmam’ın; “Müslümanların ancak üç durumdan biriyle (zina, katl, irtidat) kanları akıtılabilir. Onlar, (biati kastederek) ellerinde olmayan bir şeyi kabul etmişlerdir. Böyle bir şey yaparsan helal olmayan bir şekilde cezalandırmış olursun” sözüyle bu emelinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Bu olaydan sonra İmam’ı daha sıkı takibe aldıran halife, dönemin kadısı İbn-i Ebi Leyla’nın amaç gözeterek verdiği fetvaları eleştiren İmam’a, onu saf dışı etmek amacıyla kabul etmeyeceğini bile bile, kadılık teklif etmiş ve bu hususta onu çok ciddi manada sıkıştırmaya başlamıştır. Son olarak kötü amaçlı teklifine cevaben; “Kadılık teklifine karşı beni Fırat’ta boğmakla tehdit etsen, boğulmayı tercih ederim” deyip kabul etmeyeceğine dair yemin eden İmam’ın hapsedilerek her gün on kırbaç vurulup işkence edilmesini emreden El-Mansur, öleceğini anlayınca onu, ders vermesini yasaklayarak hapisten çıkarmış, ancak Büyük İmam bunun etkisiyle Rabbine şehid olarak kavuşmuştur. İmam Ebu Hanife, büyük bir İslam alimi olarak tarihteki yerini almış, “En büyük İmam” manasındaki “İmam-ı Azam” ismini hak edecek tüm güzel hasletleri kendinde taşımıştır.

Kuşkusuz bu hasletlerin başında gelenlerin biri, nefsine hakim oluşudur. Yoğun ihtilafların olduğu dönemde yaşayıp hiçbir taviz vermeyişi, çokça eleştirilip rencide edilmesini de beraberinde getirmiş, o ise bizlere ders verircesine nefsi ile alakalı hususlarda kendine hakim olup ıslah yolunu seçmiştir. Bir defasında (bu tür nitelemelerden münezzeh olmasına rağmen) kendisine (haşa) ‘zındık, bidatçi’ diyen birine; “Allah seni affetsin. Allah benim öyle olmadığımı biliyor. O’nu tanıdığımdan beri yolundan dönmedim. O’nun cezalandırmasından başka bir şeyden de korkmam” diye cevap verip ‘ceza’ kelimesini duymanın verdiği tesirle ağlamaya başlamıştır.

Cesaretin doruğunda olan İmam, hiçbir tehdide aldırmadan en büyük siyasi otoritelere karşı durup hakkı söylemiş, canını verme pahasına geri adım atmamıştır.

Kendisi, nassların zahiri manalarıyla yetinmeyerek gizli manalarını da araştırmış ve bu yöntemiyle kendisinden sonra gelenlerin çok istifade edeceği büyük bir çığır açmıştır.

Heybeti, ilmi şahsiyetlere yakışan vakarı, kendi şahsında İslam’ın izzetini temsil edişi ve feraseti dışında, emindi de. Zeyd b. Ali’nin kıyamına katılmayışının nedenini; “Beni ondan alıkoyan, insanların yanımdaki emanetleriydi. Savaşta ölürsem bunca emanetin altında kalırım diye korktum” sözüyle belirtmiştir.

Kumaş satarken salavat getiren tezgahtarının, müşteri çekmek amaçlı söyleyebileceğini hesaplayıp işine son verecek; Kufe’de bir koyun çalındığını işittiğinde koyunun ne kadar yaşayabileceğini öğrenip o müddet içinde kasaptan et almayacak; satılacaklar arasında kusurlu bir malın bulunduğunu belirtip satarken bu kusurdan söz etmesini tembihleyerek satışa gönderdiği ortağının, yapılan telkini unutarak satış yaptığını ve kime sattığını hatırlamadığını öğrenince malın tüm bedelini satarak sadaka verecek derecede bir takvaya; “Bizim düşüncemiz, bir görüşten ibarettir ve elde ettiğimiz en güzel görüştür. Birisi bizim görüşümüzden daha güzel bir görüş ortaya koyarsa, bizden çok onun doğrulanması gerekir” diyecek bir tevazuya; mescitte sabahladığını görenlere; “Bu Ebu Hanife’nin Rabbine ilticasıdır. Sakın meth konusu yapmayın” diye söyleyecek seviyede bir ihlasa sahip olan İmam, biriktirdiği senelik kazancıyla alim ve muhaddislerin ihtiyaçlarını giderip artanı da onlara nakit olarak verdikten sonra; “Bu paralarla diğer ihtiyaçlarınızı karşılayıp şükredin. Çünkü ben size yalnızca Allah’ın malını veriyorum” diye söyleyecek kadar cömert olmakla beraber şahsında temsil ettiği davasının heybet ve izzetini gösterecek tarzda giyimine ve temizliğine, hoş kokular sürmeye itina gösteren bir şahsiyet olarak da belleklerde örnek bir karakter profili bırakmıştır.

Çok kısaca anlatmaya çalıştığımız özelliklerinin tümünün esası da aslında sünneti yaşamadaki duyarlılığından kaynaklanmaktadır. Diğer bütün büyük alimler ve fakihler gibi… Herhalde şu rüyasının anlatılması, sünnet-i seniyyenin onun nezdinde ne anlama geldiğini gösteremeye yeterlidir. Gelin bu rüyayı İmam-ı Azam’ın kendi dilinden dinleyelim:

“Ben gece gündüz mescitte ilim çalışıyor, arkadaşlarımla ilmi müzakerelerde bulunuyordum. Bir gece kendimi, Resulullah’ın kabrini açıp mübarek kemiklerinin parçalarını bir araya getirir halde gördüm. Bundan ürktüm ve okumaya ara verdim. Ancak bu rüyanın manasını da meşhur rüya müfessiri İbn-i Sirin’den sormadan edemedim. İbn-i Sirin rüyamı; Resulullah (as)’ın kabrini açmak, üzeri örtülü olan ilmi açmaktır. Kemiklerini bir araya getirmek de sünnetini bir araya getirmektir” şeklinde yorumladı.

Yaşamının tümünde sünnet-i seniyyeyi esas alıp bundan zerre miktar taviz vermeyen, büyük bir alimin ilim ve cesaretini, takva ve ihlasını, vakar ve tevazusunu kendinde içselleştirmiş bu yüce şahsiyetten alacağımız çok dersler vardır. Rabbimiz onların yaşayış ve yolunu bize de nasip eylesin.(Amin.)

Kaynak: Mezhepler tarihi (M.Ebu Zehra)

İnzar Dergisi

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.