İmanı Garantide Olan var mı?

İmanı Garantide Olan var mı?

Kişinin irâde-i cüz’iyyesiyle Rabbine yönelmesinden sonra Allah tarafından kalbine ilká edilen “îmân” nûru, elbette mâsivâdan hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar kıymetli bir hediye-i Rabbâniyyedir.

Kişinin irâde-i cüz’iyyesiyle Rabbine yönelmesinden sonra Allah tarafından kalbine ilká edilen “îmân” nûru, elbette mâsivâdan hiçbir şeyle değiştirilemeyecek kadar kıymetli bir hediye-i Rabbâniyyedir. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir hayâlin tasavvur edemediği ebedî ni’metler yurdu olan Cennet’in kapıları dahi işbu îmân anahtarı ile açılabilmektedir. Kişi ne kadar amel sâhibi olursa olsun, îmân yoksa, yaptıkları hep boşadır!..

Îmâna kavuşabilmek elbette büyük bir saâdettir. Fakat, o hüma kuşunu yakalamak yetmiyor; son nefese kadar da muhâfaza edeceksin. Besleyeceksin, üzerine titreyeceksin, ışığını söndürmemeye çalışacaksın, harâmîlerden koruyacaksın.

Târih içinde yaşanmış örneklere bakınca, gerçekten insan dehşete kapılıyor. Kapı gibi îmân sâhibi nicelerinin değirmen gibi döndüklerini, küfre düştüklerini ve o zulmet gayyâsında boğulduklarını görüyoruz. Bu sahneleri en net gösteren ise Kur’ân-ı Hakîm’dir.

Hz.Mûsâ (as), ulü’l-azm peygamberlerdendir. Elindeki asâ ile gösterdiği mu’cizelerin hadd ü hesâbı yoktur. Sihirbazları mağlûb etmesi, denizi yarması, kayalardan su çıkarması, ölüyü diriltmesi ve konuşturması çok meşhûrdur. Firavun’un zulmü altında köleleşmiş Benî İsrâîl’i mu'cize ile o cendereden kurtarıp sâhil-i selâmete çıkardığını bizzât Rabbimiz bize haber veriyor. Lâkin, onca hârika hâli gördükleri hâlde, o yüce Peygamber (as) Tûr’a gider gitmez; o kavmin ekserisi, altından bir buzağı yaparak ona tapmaya başlamadı mı? Yâni, Hz.Mûsâ (as) gibi celâlli bir peygamberin sahabeleri kâfir oldular. Onların da îmânları garantide değildi…

Meryem oğlu Îsâ (as) da bir diğer ulü’l-azm peygamberdir. Onun gösterdiği mu'cizelerin de hadd ü hesâbı yoktur. Ölüyü diriltir, cüzzam ve baras hastalıklarını iyi eder, gaybı bilir, duâsının bereketiyle gökten sofra indirilirdi. Delilere, sar’a hastalarına dağıttığı şifâ örnekleri binlerledir. Onca mu'cizeyi gördüğü hâlde, en yakınındaki on iki sahabeden bir tânesi yine kâfir oldu, o şefkatli efendisini dînsizlere ihbâr ederek yakalattı. Demek, onların îmânları da garantide değildi…

Ya âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.Muhammed (asm)’ın etrâfında toplananlar? Onların îmânları mahfûz muydu? Açıkça Cennet’le müjdelendiği hâlde, Hz.Ömer (ra) gibi saff-ı evveldeki bir sahabenin kendinden bile nifâk şüphesi ile, münâfıkların listesini bilen Hz.Hüzeyfe (ra)’a yalvarışı dikkat çekici değil midir? Vahiy kâtibliği şerefine eren bir sahabenin mürted olarak kâfir öldüğünü duymadık mı? Mi’râc hâdisesinde kâfir olan sahabe yok muydu? Vefât-ı Nebevînin hemen akabinde zekât emrini inkâr ederek küfre düşen ve Hz.Ebûbekir (ra) tarafından öldürtülen sahabe sayısı az mıydı?

Yâni, onların îmânları da garantide değildi…

Peygamberlerin dizlerinin dibinde oturanlar arasında küfre düşenler çıkarsa, -derecesi ne kadar yüksek olursa olsun- diğer mübârek insanların etrâfına toplananlar arasından hiç kâfir çıkmaz mı? Neûzübillâh, böyle bir düşünce, sonradan gelen zevât-ı âliyyenin peygamberlerden daha büyük olmasını gerektirmez mi? Hem bu gerekçe ve hem de imtihan kapısının kapanmaması dolayısıyla, hiç kimsenin îmânı garanti altında değildir. Bundan sonra yeni bir peygamber de gelmez ki, kişi ma’sûm olsun!

Öyle ise, i'tikád mes'elesinde herkesin çok dikkatli olması gerekmektedir.

İslâmın temel kaynağı olan Kur’ân’ın mukaddes lâfzını değiştiremeyen Allah düşmanları, bir ara dînin ikinci temel kaynağı olan hadîslere el attılar. Celâleddîn-i Süyûtî (ra) Hazretleri büyük bir vukúfiyyetle o muzahrafâtı ayıkladı, içimize sokulan tam bir milyon uydurmayı atarak kaynakları muhkemleştirdi. Buradan da elleri boş çıkan hakíkat düşmanları, mübârek insanların etrâfında bulunan olgunlaşamamış kişilere el atarak onları kullanmaya başladılar. İşte bu sahada muvaffak olduklarını üzülerek görüyoruz.

Bunu son asırlarda önce Mısır’da denediler. Nokta atışı ile tesbît ettikleri ba'zı kişileri korkunç bir propaganda ile “evliyâ” i'lân ettiler. Haklarında yüzlerce kerâmet uydurarak halkı onların velâyetine öyle bir inandırdılar ki, uydurulan sahte kerâmetler neredeyse peygamber mu'cizelerini bile geçti. Sonra da o sahte velîlerin ensesine çökerek İslâmın emir ve yasakları aksine karârlara imzâ attırdılar. Böylece, hiç ellerini soğuk sudan sıcak suya sokmadan, kitleleri İslâmiyyet çizgisinden kopardılar. Aynı oyun Suriye’de de oynandı.

Ya burada?..

Evet, Şâh-ı Nakşibend (ra) yüksek bir şahsiyettir; ama onu ta'kíb edenlerin îmânları mahfûz mudur? Şâh-ı Geylânî (ra) velâyet meydanında Allâh’ın bir arslanıdır; lâkin onun izinden gidenlerin îmânları mahfûz mudur? Bedîüzzamân Hazretleri (ra) İslâmın son müceddididir; fakat ona hizmet ettiğini söyleyenlerin îmânları mahfûz mudur?

İşte bu noktada çok dikkatli olma mecbûriyyeti başlıyor. Büyük zâtların çevresinde bulunma imtiyâzını elde edenlerin hâli bizi aldatmamalıdır. Evet, elbette hüsn-i zanna me’mûruz; ama sû-i zanla kendimizi korumak da Hz.Rasûlullah (sav)’in emridir. Herkesi “iyi” kabûl ederiz; lâkin söylediklerini ve yaptıklarını “Kitâb ve Sünnet” ile tartarız. O ölçülere uyanları öper başımıza koyarız, uymayanları iâde ederiz. Bedîüzzamân Hazretleri de, “Her sözün kulaktan girip kalbde yer tutmasına yol vermeyiniz! Ben söylüyorum diye de kabûl etmeyiniz! Belki ben de müfsidim veyâ bilmeyerek ifsâd ediyorum!” demek sûretiyle bizleri uyanıklığa teşvîk etmiştir.

Maalesef, sanki bu îkáz bize yapılmamış gibi, Risâle-i Nûr ta'kíbcilerinin içinde körü körüne bir hüsn-i zan yolu açılmıştır. Bir kişi Üstâd’ı görmüşse, otomatik olarak “mübârek” sayılmıştır. Halbuki, eğer “görmek” tek başına salâhat ve velâyet için kâfî idiyse; Rus Orduları Başkumandanı da, İsmet ve Kemâl Paşalar da, Yahûdî Hahamı Emanuel Karaso da, o zâta zehir veren me’mûrlar da, eziyet eden vazîfeliler de onu görmüşlerdir. Bu lâf mı yâni?

Peygamberlerin en yakınlarında oturanlar kâfir olmuşsa, bunu da bize Kur’ân haber vermişse; elbette bize düşen, daha fazla müteyakkız olmaktır. Her gördüğümüzü bağrımıza basmanın, her duyduğumuza inanmanın âlemi yoktur. O kıymetliler kıymetlisi îmân ni’metini ucuza mı bulduk ki, muhâfazası için uyanık olmayalım?

“İhlâs” hasletinin ehemmiyetine parmak basan Bedîüzzamân Hazretleri, onu “kazanmak” ve “muhâfaza etmek” gibi iki mühim cihetine dikkatleri çeker. Îmânı da, elde etmek kadar, muhâfaza etmek zorluğu vardır. Güçlükle elde ettiğiniz hazînenin bir anda elinizden uçması ihtimâl dışı değildir. Bir “sû-i zan” insanı tehlikeye atabildiği gibi, delîlsiz bir “hüsn-i zan” da o kıymetli îmânınızın kaybolmasına sebeb olabilir.

Elbette bol bol “hüsn-i zan” ve ama elbette bol bol “adem-i i’timâd”! Tâ ki, îmân cevherimiz hırsızlar tarafından götürülmesin…

Kulaktan dolma veyâ babadan kalma bir îmân, “taklít” bir îmândır. Böyle bir îmân ise çevresi camla kapanmamış mum ışığı gibidir ki, en küçük bir şüphe rüzgârı karşısında dayanamaz, söner gider. Böyle bir hasâret, bu dünyâ hayâtında yaşadığımız pişmanlıklara benzemez ki, telâfîsi mümkün olsun!

Öyle ise, “tahkíkí” bir îmânı elde etmeye mecbûruz. Bu ise “ilim” ile olur. O ilim ise bu asırda “Risâle-i Nûr Külliyâtı” içinde bize sunulmuştur. Şahıslara değil, eserde söylenenlere a’zamî dikkat etmekle mükellefiz. Fakat, Kur’ân’ı iyi bilmeden bu eserden tam istifâde çok zordur. Fıkıh mezheblerinden uzaklaşarak da eseri anlayamazsınız. Yâni, işimiz cidden zordur. İyi de, Cennet niçin “ucuz değil” idi ki? Bu zorluktan dolayı değil mi?

Rabbim îmânımızı muhâfaza buyursun, âmîn.

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.