İnsanlar madenler gibidir

İnsanlar madenler gibidir

Davetin ulaştırılacağı fertler arasında nasıl bir öncelik sırası gözetilmesi gerektiği hususu ile bu fertlerin nasıllığı konularında bazı tespitlerde bulunabiliriz.

Davetin ulaştırılacağı fertler arasında nasıl bir öncelik sırası gözetilmesi gerektiği hususu ile bu fertlerin nasıllığı konularında bazı tespitlerde bulunabiliriz.

Öncelikle davetçi, İslam daveti uğrunda birbirine kenetlenip bir bedenin uzuvları haline dönüşmüş, yük yüklenebilen, sabırlı, azimli insanlardan müteşekkil bir kadroya ihtiyaç duyar. Bu çekirdek kadroda kemiyetten (çokluk) ziyade keyfiyet (kalite) önemlidir. Davette kadronun durumu binadaki temelin durumu gibidir. Dolayısıyla kadronun da çokça sağlam ve dayanıklı olması gerekmektedir. Elbette ki kabiliyet ve nitelikler de ihmal edilmemelidir.

Resulullah aleyhisselatu vesselam davetin ilk yıllarında kadrosunu oluşturmuş ve onlara özel bir önem vermiştir. Hatta bazı hadis-i şeriflerde ‘ashabım’ tabirini özel olarak onlar için kullanmıştır. Malum olduğu üzere Resulullah aleyhisselatu vesselam’ı görüp onun döneminde Müslüman olan ve İslam üzere ölen herkese Resulullah aleyhisselatu vesselam’ın ashabı deriz. Ancak Resulullah aleyhisselatu vesselam bundan ayrı olarak, bizce bu tanım altına girenlere hitaben ‘ashabım’ tabirini daha özel anlamda yukarıda da belirttiğimiz gibi baştan beri kendisiyle beraber iman eden ashab (r. Anhum) için kullanmıştır. Aşağıdaki hadis-i şerifte böyle bir kullanım vardır.

“Ashabıma sövmeyiniz. Eğer biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların bir avucununkine veya yarısına ulaşamaz.” (Müslim, Fezail, 221)

Sonuç olarak öncelikle nitelikli bir kadroya ihtiyaç duyulduğu ve bunlara özel bir önem verilmesi gerektiği anlaşılmış oldu.

II
Peki, yapı olarak, iş ve sorumluluk yüklenme açısından insanlar arasında seçici davranmamızı gerektirecek bir fark var mı ki, kadromuzu onlardan oluşturalım? Aşağıdaki hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre, evet!

“İnsanlar develer gibidir. Bazen yüz tanesi bir arada bulunur da binecek bir tane bile bulamayabilirsiniz.” (Buhari: Rikak, 35; Müslim: Fezail’üs-Sahabe, 232)

Sorumluluk yüklenme açısından insanların farklılığının anlatıldığı yukarıdaki hadis-i şerif ile beraber ilim ve hidayet açısından da insanların farklı oldukları aşağıdaki hadis-i şerifte zikredilmiştir:

“Allah’ın beni peygamber olarak gönderdiği ilim ve hidayet yolu, toprağa inen bol yağmur gibidir: İndiği toprağın bir kısmı suyu emerek bol bol ot ve çayır bitiren verimli bir topraktır.

Bir kısmı da suyu içerisinde çekmeyip dışarıda tutar. Allah bu sudan insanları faydalandırır. İnsanlar suyu içerler, hayvanlarını sularlar, ekin ekerler.

Diğer bir kısmı da ne suyu tutar ne de ot bitirir.

İşte Allah'ın dinini iyi öğrenen (fıkheden), Allah'ın beni peygamber olarak gönderdiği şeyleri öğrenip öğreterek faydalı olan kimse ile gönderildiğim Allah'ın yolunu kabul etmeyip başını bile kaldırmayan kimsenin de durumu buna benzer.” (Buhari: İlim, 20, Müslim: Fezail, 15)

III
İnsanların farklılığı anlaşıldı. O halde kadromuzu oluşturacağımız şahıslarda göz önünde bulunduracağımız ölçüler neler olmalı? Tekrar hadis-i şerife müracaat ediyoruz.

“İnsanlar maden yatakları gibidir; onların cahiliyyede nitelikli olanı İslam’da da nitelikli olur.” ( Buhari: Menakıb, 25, Müslim: Fezail, 142)

Buna binaen olacak ki Resulullah aleyhisselatu vesselam davetin ilk yıllarında “Allah’ım! İki Ömer’den birisiyle dinini güçlendir” diye dua etmişti. Burada niye başkaları değil de özellikle iki Ömer sorusunu yukarıdaki hadis-i şerif ışığında cevaplandırırsak bunun cahiliyyedeki nitelikleri sebebiyle olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda iki Ömer’in cahiliyyedeki konumlarına biraz daha yakından bakalım:

Hz. Ömer b. Hattab, içinde sadece erkeklerin değil aynı zamanda kadınlardan da okuma yazma bilenlerin bulunduğu önemli bir aile olan Benu Adiyy’e mensuptur. Kendi kabilesinin başkanı olarak, Mekke; Şehir-Devletinin “On’lar Meclisi’inde bir sandalyeye sahip ve bu Şehir Devletinde dış münasebetler gibi önemli bir vazife ile de yükümlü bulunuyordu. (Prof. Dr. M. Hamidullah, İslam Peygamberi, C:1, Sh; 105) Kabiliyet ve yeteneği ile beraber ateşli bir mizaca sahipti. İnandığını uygulama konusunda hiçbir şeyden çekinmezdi. Öyle ki tek başına Resulullah aleyhisselatu vesselam’ı öldürmeye bile niyetlenmişti.

İkinci Ömer’e gelince, asıl ismi Amr bin Hişam olmasına rağmen sonradan Ebu Cehil olarak tanındı. Kendisi Mahzumoğullarına mensup olup atalarının dinine taassupla bağlı biriydi. İlkeli ve kararlıydı. İnandığı uğurda canını verebilecek kadar davasına bağlıydı. Çoğu zaman Mekke’deki İslam karşıtı muhalefeti tek başına yönlendirebilecek kadar da etkindi.

İşte Resulullah aleyhisselatu vesselam, Allah'tan bu iki Ömer’den birini istemişti. Çünkü liyakat ve ehliyet dini kimlikten çok bireysel kimlikle alakalı bir şeydir. Bu sebeple cahiliyyede üretici olup sorumluluk yüklenen insanlar İslam'da da böyle olurlar. Aynı şekilde cahiliyyede tüketici olup çevresine yük olan kararlılık gösteremeyen insanlar aynı şekilde İslam'da da böyle olurlar. (M. İslamoğlu, Sözün Gücü mü? Gücün Sözü mü? Sh; 155-156)

IV
Kadroyla ilgili yukarıdaki tespitlerle beraber kadronun muhafazası konusunda Resulullah aleyhisselatu vesselam’ın bir uygulamasına da işaret etmek faydalı olacaktır. Bu uygulama oluşturulan kadronun bulunduğu yerdeki düşmanları tarafından her an yok edilme tehlikesine karşılık bu kadroda bulunan önemli bazı fertlerin başka memleketlere gönderilerek koruma altına alınması böylece toplu bir imha ihtimaline karşılık dışarıda olanların selamette kalmasının sağlanmasıdır.

Habeşistan hicretinde bunu görüyoruz. Her ne kadar Habeşistan hicreti Mekke’de artan baskı ve işkence sonucunda gerçekleşmişse de bunda yukarıdaki hususun da etkili olduğunu şu iki sebeple söyleyebiliriz:

a) Hicrete katılanlar arasında Hz. Osman (ra) ve Hz. Cafer (ra) gibi esasında diğer Müslümanlara kıyasla pekte işkenceye uğramayan sahabelerin bulunması…

b) Muhacirlerin Hudeybiye anlaşmasından sonra Hicri 7. yılda dönmeleri…

Eğer hicret sadece işkence sebebiyle olsaydı Hz. Osman (ra) ve Hz. Cafer (ra) gibi sahabeler hicret etmeyebilirdi. Ayrıca muhacirlerin Medine’nin ilk yıllarında da dönmesi icap ederdi. Çünkü Medine hayatında işkence bitmişti. Oysa yukarıda da söylediğimiz gibi muhacirler hicretten yedi yıl sonra dönmüşler.

O halde Habeşistan hicretinden şu sonuca ulaşabiliriz: Hem davetin bir memlekette boğulmaması için hem de buradaki toplu bir imha ihtimaline karşılık hareketi idare edebilecek seviyede Hz. Osman gibi, Hz. Cafer gibi nitelikli fertlerin başka memleketlerde muhafaza altında tutulması gerekmektedir.

V
Yukarıda kadro oluşturma ile ilgili zikrettiğimiz tespitlerle beraber kadrolaşmadan ayrı olarak davetçinin daha çok hangi tür insana yönelmesi gerektiğini belirlemeye çalışalım. Bu konuda Resulullah aleyhisselatu vesselam ile İbn-i Ümmü Mektum arasında yaşanan hadise ve bu konuda nazil olan Abese suresi konumuz açısından yeterince aydınlatıcıdır. Bu olaydan çıkarılacak sonuçlar açısından Abese suresinin tefsiri hakkında Mevdudi’nin açıklamaları şöyledir: “Bir davetçiye göre hangi muhatap daha önemlidir? Bir kısım insanlar doğru yolu bulmak çabasındadırlar ve dalalete düşmemek için Allah'tan korkarlar, dolayısıyla hidayeti bulmak için koşa koşa sana gelirler. Bir kısım insanlar ise sanki hidayetten müstağnidirler ve hidayete ihtiyaçları yokmuş gibi apaçık inatçı bir tavır alırlar. Yani onlar doğru yolu bulmak konusunda bir istek taşımazlar. Bunun için insanları hakka davet edenler en fazla ilgiyi, iman etmek için hazır ve istekli bulunan kimselere göstermelidirler.” (Ebu’l Ala El-Mevdudi, Tefhim’ül Kur’an, Abese süresinin Tefsiri)

Abese süresinden ayrı olarak davet ve inzarın ancak Allah'tan korkan kimselerde etki bırakacağı ile ilgili başka ayeti kerimeler de mevcuttur:

“(Sen) ancak Zikr’e (Kur’an’a) tabi olan ve gıyaben (görmediği halde) Rahman’dan korkan kimseleri inzar edebilirsin” (Yasin: 11)

“Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseleri bırak.” (En’am: 70)

VI
Yukarıdaki tespitten yani davette kendisini müstağni/ihtiyaçsız görenlerden ziyade arınmak isteyenlere yönelmek gerektiğini zikrettikten sonra bu bağlamda başka bir insan tipini de tanımamız gerekir. Bu tiplerin mevcut durumları ve yönelimleri sebebiyle daveti ilk kabul edecek kimselerden olmaları umulur. Ancak durum hiç de böyle olmaz. Daveti kabul etmemeleri bir tarafa bununla beraber ciddi bir muhalefete de girişirler. Davetçi bir hayal kırıklığına uğramamak için bu tipleri iyi tanımalıdır.

Asr-ı Saadette bu tiplere verebileceğimiz en iyi örnek Ümeyye bin Ebi Salt’tır. Bu şahıs Tevrat ve İncil’i okumuş, tek Allah'a inanıp Hz. İbrahim’in dini üzerinde olduğunu söyleyen biriydi. Aynı şekilde ahirete inanıyor ve o dönemlerde gönderilecek bir peygamberden de haberdardı. Özellikle şiirleri tam bir müslümanın şiirini andırıyordu. İşte böyle bir insanın ilk elde Müslüman olacağı düşünülüp beklenirken durum hiç de böyle olmamıştır. Bu zat, Resulullah aleyhisselatu vesselam’ın peygamberliğini sekiz yıl kaldığı Bahreyn dönüşünde yolda kendisini karşılayan Ebu Süfyan’dan öğrendi. Gerisini Ebu Süfyan’dan dinleyelim:

“Resulullah aleyhisselatu vesselam’ın peygamberliğini ilan ettiği günlerdi. Bunu Ümeyye b. Ebi Salt’a haber verdim. Bana dedi ki: ‘O gerçekten peygamberdir. Ona tabi ol!’ Dedim ki: ‘Peki sen niçin tabi olmuyorsun?’ Ümeyye şöyle cevapladı: ‘Sakif kadınlarının Abdimenafoğullarından bir delikanlıya tabi olduğumu haber almaları beni utandırır.”

Sonraki günlerde Ümeyye, Resulullah aleyhisselatu vesselam’a giderek artan bir muhalefetle karşı çıktı. Öyle ki adı artık sahabenin dilinde “aduvullah” (Allah düşmanı) idi. Hatta Araf: 175-176’da zemmedilen şahsın da o olduğu birçok müfessir tarafından dile getirilmiştir.

Bu tipleri tanıyabileceğimiz bir ipucu ararsak bunu Ümeyye’nin neden iman etmediği ile ilgili Ebu Süfyan’a verdiği cevapta bulabiliriz.

VII
Yukarıda davette öncellikli olarak kimlerden başlamak gerektiği ile ilgili yaptığımız tespitlerden sonra insanların hidayetinden bütünüyle umut kesilemeyeceğini de burada zikretmemiz gerekir. Çünkü Allah’ın hidayeti tamamıyla bizim istek ve beklentimizin dışında gerçekleşiyor. Dolayısıyla bir kesim için “bunlar hidayete gelmez” diyemeyiz. Bizim vazifemiz davettir, hidayet vermek ise Allah’tandır. Biz kendi vazifemizle yükümlüyüz. Nitekim tarihte en muannid kâfirlerin bile bir zaman sonra iman edebilecekleri ile ilgili birçok örnek mevcuttur. Ayet-i kerime’de şöyle buyruluyor:

“Onlardan bir topluluk: “Allah'ın kendilerini helak etmek veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediğinde “Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dediler.” (A’raf: 164)

Elmalılı M. Hamdi bu ayetin tefsirinde şunları yazmıştır:

“Bununla beraber, dünyada hiçbir hususta ümitsizliğe düşmek de caiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların hidayete ulaşmasını ümit ve arzu etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmektedir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinemez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar. Tamamen sakınmazsa da, belki günahlardan biraz uzaklaşır ve bu sayede azabı hafifler. Her hâl u kârda tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği tamamen terk etmekten evladır. Zira tebliği tamamıyla bırakmak ümit kapısını kapatmak anlamına gelir. Hiçbir mukavemetle karşılaşmayan fenalık, daha süratli yayılır. Herhangi bir fenalığı ortadan kaldırmak mümkün olmazsa bile hızını azaltmanın önemi de göz ardı edilmemelidir. (Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, A’raf 164’ün tefsiri)

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.