İslamî Mükellefiyet Süreklidir

İslamî Mükellefiyet Süreklidir

Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.

“Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.”[1]

“Dünya hayatı sizi aldatmaya sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile aldatmasın.”[2]

“Ama insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder. Dönüş şüphesiz Rabbinedir.”[3]

İslami mükellefiyet, Allah’a karşı kulluk görevi, emirlerini uygulayıp nehiylerinden men ve imtina aklı başında olarak buluğ çağına girmekle başlayıp ölene dek devam eder. Bu teklif ve imtihan sürecine gençlik-yaşlılık, sıhhat-hastalık halleri, başa gelen tüm musibetlerin bulunduğu dönemler dâhildir.

İslam’ı öğrenip öğretme, yaşayıp yaşatma, İslam’a ve Müslümanlara karşı mükellefiyet tüm zaman ve şartlarda sürmektedir. Yere, zamana ve şahsa göre, mükellefiyetin yapılabilecekler ve kaldırılabilecekler ile sınırlı oluşu teklifin sürekliliğine engel teşkil etmez. Zira sorumluluk sadece gençlik ve öğrencilik veya bekârlık ve işsizlik dönemiyle sınırlı değildir.

Genç ve öğrenciyken ifa edilebileceklerin, yaş ilerleyip çoluk-çocuk sahibi olduktan sonra yapılabilme imkânı belki olmayabilir. Ancak bu iş için koşup koşuşturmanın -imkânlar ölçüsünde- mesuliyeti devam etmektedir. Hiç kimse “Gençken biz de aynı heyecanı yaşıyorduk. Meğer geçici bir hevesmiş” düşüncesiyle bu işin, bu mesuliyetin gençlik ve öğrencilik dönemine ait bir duygu ve heyecan olup bir müddet sonra biteceği gibi bir zehaba kapılmamalıdır. Aksine yaş ilerledikçe daha olgun ve vakarlıca ve sadece Allah rızasını kazanmayı umarak bilinçli bir şekilde mesuliyetini ifa etmelidir.

Mezkûr hususlar bir yana, çoluk-çocuk sahibi olanlarda söz konusu duyarlılığın daha bir artması beklenir. Zira kendi mesuliyetlerine artık çocuklarınki de eklenmiştir. Bu bilinçle daha bir gayrete gelip çocuklarını ortamın çirkefliklerinden, sapık düşüncelerden, dünya ve ahiretlerini -Allah muhafaza- heba edecek çevrelerden koruyup salih bir ortam oluşturmak için çalışmalıdır.

Keza sıhhatliyken yapılabilecekler hastalık halinde yapılamayabilir. Ancak şifa bulduktan sonra mükellefiyet de geri gelmektedir. Hatta Şâfî (şifa bahşeden) Rabbine şükrünü eda etmek için daha fazlasını yapmaya gayret göstermelidir.

“Hastalandığımda bana şifa veren O’dur”[4]

İş, makam, mevki sahibi olmak da mükellefiyeti düşürmez. Sahip olduklarının kendi kabiliyetleri sayesinde olmayıp sadece Allah’ın lütuf ve vergisi olduğu, istediği an geri alabileceği şuuruyla hareket etmelidir. Cenab-ı Allah’ın verdiği iş, makam ve mevki kişinin şükrünü sınamak için verildiğini unutmamak gerekir.

“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: "Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi." Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çokları bilmezler.”[5]

“Gerçek şu ki, Karun, Musa’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: “Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.”[6]

“Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.”[7]

İslam’a ve Müslümanlara karşı görevini yerine getirme hususunda işsizlik, rızık endişesi vb. nedenler de gevşekliğe, tembelliğe ve hizmetten uzak durmaya asla sebebiyet vermemelidir. Duyarlı bir Müslüman bu noktada herkesten daha rahat olmalıdır. Zira kendisi; Rezzak olan Cenab-ı Allah’ın, tüm insanların, hatta hayvanların rızkına kefil olduğunu bilir. Yeter ki esbabı yerine getirip iktisatlı davransın.

“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.”[8]

“… Bu ayetin hükmü ile o (hakiki) rızık taahhüdü Rabbani altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.”[9]

İslam’a hizmetten ötürü sıkıntılarla karşılaşan kişi musibet döneminden sonra, söz konusu dönemde yapamadıklarını/aksattıklarını kaza edercesine, Allah rızasını kazanmak için, edindiği yeni tecrübelerle daha bir gayret sarf etmelidir. Bilmelidir ki, asıl musibet ve felaket; karşılaştığı sıkıntılar sebebiyle duraklaması, gevşemesi veya -Allah korusun- hizmetten uzaklaşmasıdır. Hz. Peygamber (sav)’i ve ashabı okuyanlar bilirler ki, onların döneminde rahatlıklar pek olmamış; hep muhacerat, şehadet, ayrılık, baskı ve sıkıntı yaşanmıştır. Hz. Âdem (as)’den Hz. Muhammed (sav)’e tüm peygamberler (aleyhimusselam) ve takipçileri söz konusu durumlarla karşılaşmış, bu durum onlar için bir yaşam şekli haline gelmiştir. Çekilen zorluk ve sıkıntılar onların nazarında hakiki manada musibet değildir. Zira karşılığında Allah’ın rızası, cemalini görme, cennetlerine nail olma vardır. Ashabın tabiriyle “Bu, ne kârlı bir alış-veriştir!”

Madem ki imtihan süreci kıyamete kadar sürecektir, o halde bu uğurda başa gelenler sabırla karşılanmalı, insî ve cinnî şeytanların telkinlerine adlanılıp musibetler esbaba bağlanmamalı; gevşemeye ve uzaklaşmaya neden olmamalı; salih insanların, akıbetleri hususunda sürekli endişeli halde olup kalp ve ayaklarının Allah’ın dini ve davası üzerinde, ölene dek sabit kalması için hep dua ettikleri hatırda tutulup meşakkatlere her daim hazır olunmalıdır.

“Allah, kimin iyiliğini isterse, ona musibet verir.”[10]

Mühim hususlardan biri de; bir dönem hizmette bulunup akabinde bundan geri duranların, kendilerinden sonra gelenler için kötü örnek teşkil etmeleridir. Zira başkaları da “Eski zamanda bunlar hizmet için koşuşturuyordu. Şimdi ise yerlerinde oturup hizmeti terk etmişler. Anlaşılıyor ki bu işin sonu yok, bu iş netice vermez” diyerek onları örnek edinip davadan uzaklaşır ve bunun neticesinde harama ve günaha saplanırlarsa bu kötü durumların vebaline ortak olmaları da söz konusudur.

Kendimizi de muhatap addederek okuyucu kardeşlerimizden isteğimiz; mezkûr sebeplerle İslam’a hizmetten uzaklaşan kardeşlerden tanıdıklarını ziyaret etmeleri ve mükellefiyetlerinin sürmekte olduğunu hatırlatıp mağfiret ve tevbeye, tüm varlıkları ile Allah yoluna tabi olmaya davet etmeleridir. Ta ki arşı yüklenen ve çevresinde bulunan meleklerin dualarına mazhar olsunlar.

“Arş’ı yüklenmekte olanlar ve çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih etmekte, O’na iman etmekte ve iman edenlere mağfiret dilemektedirler: Rabbimiz, rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşatıp-sardın, tevbe edenler ve senin yoluna tabi olanlara mağfiret et ve onları cehennem azabından koru.

Rabbimiz, onları Adn cennetlerine sok ki onlara (bunu) vaat ettin; babalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanları da. Gerçekten Sen, üstün ve güçlü olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.

Ve onları kötülüklerden koru. O gün Sen, kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona rahmet etmişsin. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.[11]

Çokça tevbe edip Allah’ın yoluna bihakkın tabi olarak bu büyük müjdeye mazhar olanlara ne mutlu!

Cenab-ı Mevla -geçmişte hizmette bulunmuşlar dâhil- İslam’ın tüm hizmetçilerine ve bütün mü’minlere hüsn-ü hatime nasip etsin. Âmin!

İnzar Dergisi


[1] Bakara: 155

[2] Lokman: 33

[3] Alak: 6-8

[4] Şuara Suresi: 80

[5] Zumer: 49

[6] Kasas Suresi: 76

[7] Kasas Suresi: 81

[8] Hud Suresi: 6

[9] İktisat Risalesi, 4. Nükte

[10] Buhari, Hastalıklar Bölümü

[11] Mü’min Suresi: 7-9
 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.