Kâinat Kitabını Satırlarını Dikkatle İncele; Zira Onlar Sana Mele-i Aladan Gelen Mektuplardır

Kâinat Kitabını Satırlarını Dikkatle İncele; Zira Onlar Sana Mele-i Aladan Gelen Mektuplardır

Sanayi Devrimi ve sonrasında gelişen teknolojik ilerleme neticesinde insanın tabiata ve atmosfere daha çok müdahale etme imkanı bulmasından kaynaklanan sorunlar küresel boyutlara ulaşmış durumda

Sanayi Devrimi ve sonrasında gelişen teknolojik ilerleme neticesinde insanın tabiata ve atmosfere daha çok müdahale etme imkanı bulmasından kaynaklanan sorunlar küresel boyutlara ulaşmış durumda. Başta Küresel Soğuma diye adlandırılan sorun daha sonraları Küresel Isınma olarak adlandırıldı ancak meselenin daha geniş boyutlu olmasından dolayı süreç içersinde sorun 'İklim Krizi' olarak daha geniş bir anlam ifade edecek şekilde isimlendirilmeye başlandı. Kimi çevreler ‘dünya yok oluyor’ diye ortalığı ayağa kaldırırken kimi çevreler ise meselenin çok fazla abartıldığı görüşünü savunmaktadır. Mesele abartılsın veya abartılmasın insanların doğaya ve tabiata karşı bilinçsiz davranışları, ileriyi düşünmeden atmış olduğu tehlikeli adımlar gelecek nesillere temiz ve yaşanabilir bir dünya bırakamayacağımızı göstermektedir. Tüm insanlığı etkileyen bu meseleyi bu alanda ciddi çalışmaları olan çevreci Prf. Dr. İbrahim Özdemir ile konuştuk.

Öncelikle şuaradan başlayalım. İklim değişikliği ve çevre kirliliği derken ne anlamalıyız?

İnsanlık tarihini bir bütün olarak düşündüğümüzde, gezegenimizin çok hassas dengelerle çalışacak şekilde yaratıldığını, gezegendeki en ufak bir değişimin tüm sitemi etkilediğini 1960'lı yılardan bu yana anlamaya başladık.

Bunu anlatmak için kelebek etkisi kavramı kullanılır. “Çin’de bir kelebek kanat çırpsa, Amerika’da kasırga veya fırtına meydana gelebilir” diye de örnek verilir. Çin’in Wuhan kentinde çıkan ve gözle görülmeyen bir virüsün dünyayı ne hale getirdiğini gördükten ve yaşadıktan sonra bunun daha iyi anlaşıldığını umuyorum.

Çevreciler olarak atmosferi bir seraya benzetiriz. Zira bir serayı ziyaret ettiğinizde nasıl çalıştığını görürsünüz. İklim değişiklilerinde seranın iç dengesinin korunmasının ne kadar önemli olduğunu tecrübe edersiniz.

Allah, Kur’an’daki ifadesiyle gökleri yükselterek, dağları bir kazık gibi çakarak, ovaları ve düzlükleri ayağımızın altına bir halı gibi sererek, gökle yer arsında sevk edilen bulutlardan yağmur yağdırarak; bu bereketli yağmurlarla her yerden hayat fışkırtarak bu dev serada insanların, hayvanların ve bitkilerin hayatını sürdürmesine imkân verecek bir ortam oluşturmuş. Bundan hareketle dünya denen gezegenimiz de dev bir seradır diyebiliriz. Bu seradaki en ufak bir değişim, serada yaşayan herkesi ve her şeyi etkiliyor.

İklim değişikleri çok uzun dönemlerde oluşuyor. Sanayi devriminin başlangıcı olarak genellikle 1750 yılı kabul edilir. Sanayileşmeyle birlikte yaşadığımız dünya serasındaki gazların oranı da değişmeye başladı. Ancak başlarda ekonomik refah ve siyasi güç sağlayan bu değişme olumlu karşılandı. Gezegenimiz ne kadar büyük olsa da her sera gibi bir sınırı var. Bu sınırların aşıldığını; dahası hayat tarzımızın, yani ekonomik kalkınma ve buna bağlı tüketim tarzımızın seranın etkisini olumsuz olarak etkilediğini bugün açık ve net olarak biliyoruz.

Ülkemizde sık sık yaşamaya başladığımız ve doğal felaket deyip geçtiğimiz olaylar arttı. Bilim insanlarının ortak görüşü: “Dünya genelinde ortalama sıcaklık artışlarını 1,5 derecede durduramazsak iklim krizinin etkilerini aşırı hava olayları, deniz seviyesinin yükselmesi, gıdaya, suya erişimde zorluklar ve biyolojik çeşitlilik kaybı olarak yaşamaya devam edeceğiz. Üstelik bütün bu değişimler bir insanın yaşam süresi içerisinde ölçülebilecek bir hızla gerçekleşiyor”.

Son bir yılda ülkemizde ve özellikle de İzmir’de yaşadığımız daha önce tanık olmadığımız doğal felaketler bunun somut örnekleri olarak görebiliriz. Bundan dolayı da bu konudaki komplo kuramlarına değer vermiyorum.

BM’in kurduğu Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) bu konuda en büyük otorite. Bu panel yaptığı çalışmalar ve yayınladığı bilimsel raporlarla insan faaliyetlerinin sonucu olarak atmosferde oluşan olumsuz etkilerin sonucunda küresel ortalama sıcaklıklarda artış yaşandığını ortaya koydu. Bu da tüm sistemi etkiliyor. Dahası iklim değişikliği üzerine yayınlanmış tüm bilimsel araştırmaların %97'sinde küresel ısınmanın gerçek ve gezegenimiz için büyük bir sorun olduğunu; bunun da insan faaliyetleri tarafından daha da şiddetlendirildiğini ortaya koyuyor.

İklim değişikliğine neden olan temel etkenler nelerdir? İnsanın ve ihmalkarlığının bu krizdeki rolü nedir?

Dünyanın iklimi çok dinamik bir yapıya sahip. Sürekli değişiyor ve dönüşüyor. Bu değişikliğin bir doğal boyutu var, bir de insani boyutu. Doğal etkilere baktığımızda; güneşten salınan enerjideki değişimler, dünyanın eksenindeki ve yörüngesindeki değişimler, kıtaların sürüklenmesi ve konumları, volkanik aktiviteler, evrendeki toz bulutları ve göktaşları, okyanus sirkülasyonlarındaki değişimler, dağ̆ oluşumları ve büyük dağ̆ sıraları gibi etkiler var.

IPCC’nin de vurguladığı başlıca insani etkiler ise şu şekilde özetlenebilir:

Ormansızlaştırma, tarımsal faaliyetler ve fosil yakıtlarının yakılması nedeniyle sera gazlarının artırılması, tarımsal atıkların ve fosil yakıtlarının yakılması gibi nedenlerle atmosfere salınan aerosollar ve parçacıklar, ormansızlaşma ve çölleşme nedeniyle dünya yüzeyinin güneş ışınlarını yansıtma özelliğindeki değişim, uçak ve gemi egzoz izleriyle bulut oluşturma ve atmosferde kimyasal değişim.

IPCC’ye göre 2004 yılındaki insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının %56’sı fosil yakıt kullanımında ortaya çıkan karbondioksite aittir.

Bunun gezegenimiz için anlamı üzerinde düşündüğümüzde durum şu: İklimdeki herhangi bir değişim; halk sağlığını, su kaynaklarını, yaban hayatını, tarımı, ormanları, uluslararası ilişkileri, iktisatçıları, orduları, politikacıları, çocukları, anne-babaları, öğretmenleri kısacası dünyada yaşayan tüm canlıları ilgilendiriyor.

Günü kurtarmaya çalışanların, torunlarının nasıl bir dünyada yaşayacağını düşünmemesi düşündürücüdür. Çocukları ve torunları için bir şeyler biriktirip miras bırakanların, asıl onlara nasıl bir dünya miras bıraktığımızı düşünmeleri gerekir.

İklim krizinin ortaya çıkmasında hayatımızı daha kolay ve daha lüks hale getiren teknolojik ilerlemenin bir etkisi var mı?

Biz çevreciler soruyu daha geniş bir açıdan soruyoruz. Bunun için de Bilimsel Devrimler’in ve bunu takip eden teknolojik devrimlerin başladığı 17. yüz yıldan bu yana meydana gelen gelişmeleri ve bunların nasıl şekillendiğini esas alıyoruz. Bu gelişmelerin insan-tabiat ilişkilerindeki rolü nedir?

İnsanoğlu çok eski dönemlerden bu yana tabiattan yararlanıyor. Hayatta kalması da buna bağlı. Ancak modern insan bu dengeyi tahrip ederek, aslında kendi hayatını tahribe başladı.

Modern teknolojinin içerdiği zehirli ve yıkıcı tohumlara ilk dikkat çekenlerden birisi Alman filozof Martin Heidegger’dir. ‘Tekniğe İlişkin Soruşturma’ adlı küçük risalesinde buna çok iyi temellendirir. Ren nehri üzerindeki bir su değirmeni ile modern bir hidroelektrik santralını karşılaştırarak; modern zihnin şekillendirdiği teknolojinin çerçeveleyici, sınırlayıcı, tahakküm edici ve yok edici boyutunu ortaya koyar.

İnsan-tabiat ilişkilerini yine ilk fark edenlerden Albert Schweitzer de bu olguyu “İnsanlar geleceği görme ve önlem alma yeteneklerini kaybettiler. Dünyayı yok ederek kendi sonlarını da hazırlıyorlar” diyerek dikkat çekmişti. Birçok akıllı uygulama ve yeni teknolojik ürünlerin hayatımızı kolaylaştırdığı doğru. Ama bir de bardağın diğer kısmına bakalım: Teknoloji hayatımızdan neler götürdü? Hayat derken, bu gezegende insan hayatını mümkün kılan her şeyi kastediyorum. Öncelikle gezegenimizde hayat olmasaydı, hayatta olamazdık.

Hayatın meydana gelmesi için çok hassas dengelerle yaratılmış bu dünyaya ihtiyacımız var. Bakınız tüm bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen hayatın olduğu başka bir gezegeni henüz keşfedemedik. Araştırmalar devam ediyor.

Modern teknolojinin dünyayı ve dünyadaki eko sistemleri nasıl tahrip ettiği de ortada. Ancak burada teknolojiyi suçlamıyorum; teknolojiyi oluşturan ve şekillendiren insanın, daha doğrusu insanın dünyagörüşünü sorguluyorum ve anlamaya çalışıyorum. İnsan, tabiatı kullanılacak ve sömürülecek bir nesne olarak gördüğünde, bu sömürüyü en büyük ölçüde gerçekleştirmek için gereken alet-edevatı da yapıyor.

Dikkat edilirse çevre bilinci oluşmadan önce sanayi kuruluşları zehirli atıkların etkisini azaltmak için hiçbir ek masraf yapmıyorlardı. Karlarını azami dereceye çıkarmak için masraflarını asgari seviyede tutuyor; zehirli atıkları nehir, göl ve denizlere ya da tabiata olduğu gibi bırakıyorlardı. Bunun sonucunda nehir, göl ve denizlerdeki Allah’ın yarattığı ve korunmasını bizlere emanet ettiği eko sitemler yok oldu. Nehir ve göllerde balıklar yok oldu.

Bu zehirli balıklar besin zinciri ile bize kadar ulaştı; başta kanser olmak üzere birçok hastalık ortaya çıktı. Hala gerçek sebebini anlamadığımız COVID-19 virüsünün beslenme zinciri ile ilgili olduğu görüşü çok yaygın.

Kısacası, teknoloji onu şekillendiren dünyagörüşüne göre çevre dostu da olabilir, çevre düşmanı da. Bütün mesele bizim kendimizi ve dünyayı nasıl kavradığımız, insan-dünya ilişkilerimizi nasıl temellendirdiğimizdir.

Tam da bu noktada iklim krizi, kapitalizm ve küreselleşme arasındaki ilişki hakkında neler söylersiniz?

Kapitalizmin yıkıcı ve ahlaksız boyutu çok açık. Bu konuda neredeyse tüm çevreciler aynı fikirdeyiz. Will Hutton ve Anthony Giddens’in özetlediği gibi kapitalizmin üç temel özelliğini hatırlarsak konuyu daha iyi kavramış oluruz. Buna göre kapitalizm bir özel mülk sahipliği sistemidir, ekonomik faaliyet piyasalardaki fiyat hareketleriyle belirlenir ve bu sistemin beklentisi ve dayanağı, kâr peşinde koşma dürtüsüdür. Görüldüğü gibi bu anlayışta ne çevrenin ne de yoksulların korunmasına yer yoktur. Tek amaç kârını maksimize etmektir.

Kapitalistler de bu anlayışın yıkıcı sonuçlarını kabul ederek ahlaklı kapitalizm diye yeni bir kavram icat ettiler. Bununla da kapitalizmin hem topluma hem de çevreye olan tahribatını azaltmaya, daha duyarlı bir anlayış oluşturmaya çalışıyorlar. Kapitalizmin yükselişi ile insan-tabiat arasındaki savaş da şiddetlendi. Doğal kaynakları çıkarmak ve kullanmak için her şey yapıldı. Adeta tabiata saldırıldı. Sınırsız bir büyüme anlayışı bu saldırının temel fikriydi. Dünyanın kaynakları sınırsızdı. Kalkınma ve ekonomik büyümede sınırsız olmalıydı.

Aydınlanmacılar, Newton’cu mekaniğin sağladığı imkânlarla kâinatı keşfederken her tür manevî, gizil (mitik) ve kutsalı dışlamış ve aklı tek ölçü olarak almıştı. Deney ve gözlem sonucu biriken bilgiler, tabiatın tüm sırlarını çözecek ve insanın tabiatla olan mücadelesi zaferle bitecekti. Bu aynı zamanda sefalet, açlık, hastalık, savaş, esaret kölelik vb. her tür olumsuzluğun da sonu olacaktı.

Aydınlanma filozoflarına göre insanlık uzun zamandır diğer bir dünyada aradığı cenneti yer yüzünde ve kendi elleriyle kuracaktı. Yeryüzü cennetinde mutlu ve müreffeh bir şekilde yaşayan insanın artık eskimiş ve köhnemiş (!) düşüncelere, metafizik fikirlere ve dinlere ihtiyacı kalmadığından bütün bunlar kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Aklı esas alan, ilerlemeci ve sonuçta insanlığa yeryüzünde bir cenneti vaad eden bu projenin vaadleri hâlâ gerçekleşmeyi bekliyor.

Ancak bu ütopya hiçbir zaman tam gerçekleşmedi. Daha doğrusu sadece dünya nüfusunun %20’i kadarını oluşturan kuzey ülkeleri için gerçekleşti. Geri kalan %80’i için durum aynen, belki daha vahim olarak devam ediyor. Başka bir ifade ile dünya kaynaklarının %80’ini, dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bir azınlık hoyratça tüketiyor. Bu düzenin devamı için ise “diğerleri” olarak tanımladığı medeniyet, ülke, azınlık ve topluluklar arasında çatışma ve sürtüşmeleri teşvikte görüyor. Bunun en iyi göstergesi, bütün ilerlemelere rağmen (eğer gerçekten bir ilerleme varsa) savaşların son bulmaması ve hâlâ en kârlı sektörün silah sanayii sektörü olmasıdır.

Çok uluslu şirketlerin devasa yıkımları karşısında çevreyi koruma adına bireysel bir çabanın içerisine girmek ne kadar başarılı olabilir? Daha kalıcı çözümler için neler yapılmalıdır?

Yapacağımız çok şey var. Ancak öncelikle neyi niçin yaptığımızı iyi bilmek lazım. Bu konuda iyi bir örnek ilk çevrecilerden sayılan bilim kadını Rachel Carson. 1960lı yıllarda çevrenin sanayileşme ve özellikle de tarım ilaçları sonucu nasıl kirlendiğini ve bunun sonuçlarını yazmaya başladığında kimse onu ciddiye almadı. Carson’ın mesajı basit ve netti. Tabiata saygı duymayan sınırsız ilerleme anlayışının iflas ettiğini ilan ediyor ve bunu çok basit bir dille anlatıyordu: “Biz şimdi iki yol ayrımında duruyoruz. Fakat Robert Frost'un çok bildik ­şiirindekilerden farklı olarak yolların her ikisi de aynı derecede doğru değil. Uzun süredir seyahat ettiğimiz yol aldatıcı şekilde kolay görünen, bizim büyük bir hızla ilerlediğimiz ancak sonunda felaket olan dümdüz süper bir otoban. Ayrılan ikinci yol – az gidilen yol - dünyamızı­ korumamızı garantileyen hedefe ulaşmamız için tek şansımız.” Carson, 17. Yüzyıldan bu yana takip ettiğimiz ve insanlara tabiatı daha çok sömürerek daha çok refah vaat eden yolun sonuna geldiğimizi ilan ediyordu.

Tüm bunları etkileyici bir sadelikle anlattığı ‘Sessiz Bahar’ kitabını yayınlamak için yayıncı bulmada zorlandı. Kitabın toplunun gözünü açacağını düşünen sanayiciler basımını engellemek için büyük bir baskı oluşturdular. Chomski’nin ifadesiyle tek amaçları “kamuoyunun zihnini denetim altına almak” olan sanayiciler, “karşı karşıya oldukları en büyük tehdidin kamusal zihin olduğunun farkına varmışlardı.”

Ama kitap basılınca bu sefer de dağıtımını engellemeye çalıştılar. Biraz da bu baskıların uyandırdığı merakla insanlar kitabı okumaya başladılar. Okuyunca aydınlandılar ve harekete geçtiler. Kitap kısa sürede bilim insanları dahil toplumda büyük bir bilinçlenmenin yeşermesine ve gelişmesine sebep oldu. Kitabın çığlığı zamanla tüm dünyada duyuldu ve yayıldı. Bundan dolayı dünyadaki tüm çevreciler Carson’u bir öncü olarak kabul eder ve selamlar.

Sonuçta başta o zamanlar çok etkin kullanan DDT olmak üzere birçok tarım ilacı yasaklandı. Çevre Bakanlıkları 80'li yıllardan itibaren kurulmaya başladı. Her ülke çevre mevzuatını somutlaşmaya başladı. Tüm bu oluşumlarda Carson’ın ve tetiklediği çevreci STK’ların çok katkısı oldu. Rachel Carson kitabını yazdığında böyle bir soncu hayal bile edemezdi. Bir insanın tek başına neler yapabileceği ile ilgili güzel bir örnektir bu.

Müslümanlar olarak yaptığımızın her şeyin hesabını vereceğimizin bilinciyle yaşamalıyız. Haliyle çevre ile ilgili yaptıklarımızdan da sorumluyuz. Bu bağlamda iklim krizine karşı Müslümanca tutum nasıl olmalıdır? Bu konudaki tutumumuz nasıl bir önem arz ediyor?

Bence modern zamanlardaki Müslüman demek daha doğru olur. İlk ve klasik dönem Müslümanların çevreyle ilgili bir sorunları yoktu. Allah’ın yarattığı kâinatı bir kitap gibi okuyor; tüm canlılarla çok sağlıklı bir ilişki içinde yaşıyorlardı.

Kendisine ev yaparken kuşları da düşünüyor; göçmen kuşlar için vakıflar oluşturuyorlardı. 13. Yüz yılda Şam’da bir hayvan hastanesi vardı. 19. Yüzyılda bile hala Müslümanların çevre tasavvuru ve ahlakı Batılıların dikkatini çekiyordu. En meşhurlardan birisi Fransız diplomat, tarihçi ve edebiyatçı Lamartine’in (ö.1869) İstanbul’u ziyaret ettiğinde tanık olduklarıydı.

Lamartin’in ifadesiyle Müslümanlara “… Canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin (türlerinin) hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Türkler, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar.”

Sömürge yönetimlerinden bağımsızlıklarını kazanan Müslüman toplumlar milli devletlerini oluşturdular. Ancak kafalarındaki model tıpkı sömürge mantalitesi gibi, tabiata hükmederek ve sömürerek ülkelerinin kalkınması sağlamaktı. Bu süreçte tabiat kimsenin umurunda değildi. Zira hâkim dünya görüşü liner, yani düz ve sınırsız kalkınma fikriydi. Müslüman çevrecilerin piri Seyyid Hüseyin Nasr, başta petrol ve doğal kaynak zengini Müslüman ülkeler olmak üzere, Müslüman ülkelerin “ilerleme ve kalınma” adı altında çevreyi nasıl tahrip ettiğini örnekleri ile anlatır.

Müslüman ülkeler ve toplumlar İslam Medeniyetine vücut veren Kur’an’ın ruhuna uygun bir kalkına modeli geliştirebilirlerdi. Hala bu potansiyel var ve birçok Batılı bile bunun farkında. İnsanın mutluğunun sadece parayla olmadığını ve olamayacağını yaşadığımız pandemi süreci herkese gösterdi.

Tam da burada Müslüman bir bireyin çevresindeki bitkiler, hayvanlar ve büyük küme olarak doğa ile nasıl bir ilişkisi olmalıdır?

Müslümanca baktığımızda, Lamartin’in yukarıdaki sözleri bunu çok güzel özetlemiş: “Canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinmek; ağaçlara, kuşlara, köpeklere velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet etmek”. Hepsi bu.  Allah’ın yarattığı ve bizlere nimet olarak takdim ettiği doğal kaynakları tabiatın dengesini bozmadan, tahrip etmeden; tüketimin kölesi olup israf etmeden kullanmak. Seküler bir mantıkla baksak bile, bugün çevre bilimin açık ve net olarak ortaya koyduğu gibi dünyadaki çok hassas dengeleri dikkate alarak hayatımızı tanzim etmek. Dikkat ederse sürdürülebilir kalkınma vb kavramlar hepsi yeni ortaya çıktı. Neden? Mevcut sürekli daha çok tüketimi tetikleyen ve teşvik eden ekonomik sistemin bize dayattığı bu anlayışın sürdürülemez olduğu anlaşıldığı için.

Her şeyin sınırlı olduğu bir dünyada sınırsız kalkınma ve dahası sorumsuz bir hayat olamaz. Öncelikle kendi çocuklarımızı ve torunlarımızı düşündüğümüzde sorunun vahameti daha iyi anlaşılır. Daha şimdiden birçok büyükşehirde su kıtlığı başladı. Torunlarımızın temiz suya erişimi bizi düşündürmüyorsa, gerçekten merhamet duygumuzu yitirdik demektir.

İklim krizi gibi çevresel sorunlara karşı Müslümanların çalışmalarında “Kur’an’a dayalı çevre etiği” ifadesi kullanılır. Bizler bu ifadeden ne anlamalıyız?

Kur’an daha ilk ayette “Yaratan Rabbin adıyla OKU!” emriyle kâinatı ve içerisindekileri okumamızı; yani gökler, yer, dağlar, denizler, ovalar üzerinde düşünmemizi; yepyeni bir anlayışla kavramamızı ister. Arapların en iyi bildikleri hayvan olan deveye “nasıl yaratıldığına” dikkat ederek bir kez daha bakmalarını söyler.

Mekke döneminde nazil olan Rahman suresi Kur’an’ın bizlere takdim ettiği alemi ve alemleri edebi ve muhteşem bir üslupla tasvir eder. Buna göre, güneş ve ay (Allah’ın buyruğu doğrultusunda) kendileri için belirlenen yörüngelerde belli bir hesaba göre akmakta; yıldızlar ve ağaçlar (O’nun önünde) secde etmektedir. Allah gökleri yükseltmiş ve (her şey için) bir ölçüyü (mizanı) koymuştur. Kâinattaki bu ilahi denge ve ahenge dikkat çekildikten sonra “Sakın dengeyi bozmayın!” denilerek insanlar uyarılır.

Dahası, tolumdaki adalet ve dengenin bu evrensel mizan/denge üzerine inşa edilmesine işaret edilerek “(yaptıklarınızı) adaletle tartın ve ölçüyü eksik tutmayın!” uyarısı yapılır. (Rahman, 4-9) Kur’an, ilk ayetlerden başlayarak hak, hukuk ve dengenin kaynağının ilahi boyutunu sürekli vurgulayarak, uymamız gereken evrensel kurallar olduğunu belirtti. Batıda zamanla tabii hukuk olarak ortaya çıkacak hukuk nosyonu, Hak ve Adalet temelinde evrensel bir ilke olarak ortaya konuldu. Kur’an ilk günlerden başlayarak adalet ve ahlak temelli bir birey ve toplum inşa idealini ortaya koydu.

Müslümanın bilincine Allah, âlem ve insan ilişkisi bu temelde inşa edildi. Böylece âlemdeki her şey, Allah’ı gösteren birer âleme yani işaret ve sembole dönüştü. Bu alemdeki her şeye karşı görevimiz ise; sınırsız ve sorumsuzca bir tüketim değil, hamd ve şükür temelinde bir ilişki olarak belirlendi.

“Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü O israf edenleri sevmez” (Araf, 31) buyruğu bilinçsiz tüketimi “Allah sevgisinden mahrumiyet” olarak tanımladı. Bundan hareketle, Kur’an’ın bizlere takdim ettiği ahlaki sorumluluk sadece Allah-insan ve insan-insan arasındaki ilişkileri düzenlemekle yetinmez; tüm mahlukatla olan ilişkilerimizi düzenler ve sorumluluklarımızı belirler. Kısacası, Müslümanın çevre bilincini ve ahlakını Yunus Emre’nin “Yaratılanları, Yaratandan ötürü sevmek” sözü çok güzel özetlediğini düşünüyorum.

Allah’ın yarattığı ve bizlere emanet ettiği her şeye öncelikle hürmet etmek, nimetler için şükretmek ve korumakla yükümlüyüz. Bu kanuni bir yükümlülükten daha çok sevgi ve merhamet temelli ahlaki bir yükümlülüktür. Kur’an’ın ruhunda var olan; Hz. Peygamberde somutlaşan merhamet ahlakını anlamak ve yaşamak durumundayız. Rahman ve Rahim olan Allah’ın tüm âlemlerin Rabbi; Hz. Peygamberin de tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin anlamı üzerinde derin bir tefekküre ihtiyacımız var.

Dinî değerler insanın doğa ile duygusal bağını güçlendirdiği görüşü baskın bir görüştür. Peki, doğanın insanın ihtiyaçlarını karşılamasının ötesinde Müslümanlar için nasıl bir önemi var?

Yukarıdaki soruya verdiğim cevapta kısmen buna değindim. Müslüman için kâinat ve içerisindeki her şey öncelikle Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, iradesini, cemal ve celalini gösteren bir ayet, bir ayna ve bir kitaptır.

Bunu anlamak için Gazzali’nin İhya’sının Tefekkür bölümünü okumak yeterlidir. Siz buna Beyazdı-ı Bistami, İbn Arabi, Mevlâna, Molla Cami, Aziz Mahmud Hüdaiyi ve Said Nursi’yi de ekleyebilirseniz. On sekizinci yüzyıl mutasavvıf şairi Abdülgani Nablusi irfan geleneğinin derin alem tasavvurunu iki beyitte özetler:

“Kâinat kitabını satırlarını dikkatle incele;

Zira onlar sana mele-i aladan (yüceler aleminden) gelen mektuplardır.”

Kur’an’ın ve İslam geleneğinin meseleye bakışı ile materyalist dünya görüşünün meseleye bakışını karşılaştırdığımızda çözümün İslam medeniyetinde olduğu, geleneğimizi hatırlamakta olduğu gerçeği ön plana çıkmıyor mu?

Çıkıyor. Ancak geleneği doğru anlamak şartıyla. Çağdaş İslam düşüncesindeki en büyük tartışmalardan birisi geleneğin nasıl anlaşılacağı ve anlaşılması gerektiğidir. Bu konudaki tartışmalara burada girmek istemiyorum. Ancak yorum bilimin (hermeneutik) bize sunduğu imkanlar kadar İslam düşünce geleneğinin ruhunda var olan ve Gazzali’in Munkız ve Tehafüt kitaplarında sergilediği eleştirel bir bakış açışıyla konuya yaklaşırsak farklı sonuçlara da ulaşabiliriz.

Buna rahmetli Roger Garaudy de işaret eder. 1998 yılında Cape Town’da Garaudy ile aynı üniversitede bir ay ders verdik. Kendisi ile uzun uzun konuştuk. Onun en büyük arzusu Müslümanların geleneğe esir/köle olmadan, geleneği sahih olarak anlamak; nihai olarak Kur’an’dan hareketle insanlığın karşı karşıya olduğu sorunları çözmek için somut çözümler üretmekti. Ona göre Batının insanlığa vereceği bir şey kalmamıştı.

Kur’an ve Hz. Peygamberin daha derin ve anlamlı bir tabiat ve çevre tasavvurunda bize söyleyeceği çok şey var. Sorun, Müslümanların büyük ekseriyeti bunun farkında bile değil. Müslümanların tabiata ve çevreye bakışta, kavrayışta ve tüketim tarzında batıyı taklitte yarışması hüzün verici. Kendi kutsal kitabın penceresinden kâinata ve kendine bakmayan/ bakamayan bir Müslümanın Batıya vereceği hiçbir şey yoktur.

İslam’ın tabiat ve çevre ile alakalı hassasiyeti ortadayken bu tip meselelerde genellikle sol grupların söz sahibi olmaları bir çelişki değil midir? Bu durum Müslümanların bu konudaki hassasiyetlerini yitirmelerinden mi kaynaklanmaktadır yoksa solun Müslümanlar aleyhine yürüttüğü bir propaganda mıdır?

İlginç ve düşündürücü bir soru. Müslümanlar açısından sebeplerini yukarıda kısmen izah ettim: Sömürge sonrası sosyo-psikolojik durum ve ulus devlet zihniyetinin aydınlanmacı kalkınma modeli gelenekle bağımızı kopardı. Türkiye örneğinde düşündüğümüzde geçmişle tüm bağlarımızı kopardık. Kültürel bir devrim yaşadık. Alfabe değiştirildi. Geleneksel dini eğitim kurumları kapatıldı. Yeni eğitim sisteminde din eğitimine yer verilmedi. İlk İlahiyat Fakültesi ancak 1949’da açıldı. Ardından da İmam-Hatip okulları açılmaya başlandı.

Tüm bunlar ülkenin sosyolojik gerçeklerinin bir tezahürü olarak ortaya çıktı. Hala eğitimi ve eğitimde din eğitim ve öğretiminin yerini tartışmaya devam ediyoruz. Diğer İslam ülkelerinde de benzer değişim ve dönüşümler yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Bundan dolayı siyasi sorunu ve kültürel tartışmalar çevre konusu dahil birçok konuyu tartışmayı gölgede bırakıyor.

Bugün gelenekten çok farklı bir şekilde bakıyoruz tabiata. Bakış açımız dini olmaktan çok seküler. Buna rağmen sekülerler veya sorunuzda olduğu gibi solcular kadar çevre sorunlarına ilgi duymuyoruz. Bu konuda yapılan soruşturmaların ortaya çıkardığı bir gerçek şu: Müslüman toplumlar için hala öncelikle konu başta Filistin, Myanmar, Suriye, Yemen ve Afganistan olmak üzere siyasi baskı ve etnik temizlikle yüz yüze olan Müslüman toplulukların sorunları.

Yarın ne yiyeceğini ve nerede barınacağını düşünen insanlardan çevre duyarlılığı adına ne bekleyebiliriz? Ancak Müslüman aydınlar bugün yaşadığımız birçok sorunun temelinin çevreyle; özellikle de İklim Değişikliğin sebep olduğu kuraklık ve yoksullukların sonucu olduğu üzerinde düşünmeli.

Bazen bu soru bana sorulduğunda bir espiri ile cevap veriyorum: Solcuların tek dünyası var. Onun için dört elle sarılıyorlar. Kirletilmesine ve sömürülmesine haklı olarak karşı çıkıyorlar. Müslümanlar ise “bu dünya geçici, asıl olan öteki dünya” deyip bu dünyayı ihmal ediyorlar. Öte dünyanın bu dünyadaki tüm mahlukatla olan ahlak temelli bir hayatla kazanılacağını unutuyorlar. Ancak gezdiğim Müslüman ülkelerde çevre bilincinin uyanışına tanık olmak sevindirici.

Sadece 2020 yılanda çevreye ilgili konularda birçok tez yapıldı, makaleler ve kitaplar yayınlandı.Bir çevreci olarak tüm çevrecilere şu mesajı veriyorum:

Hepimiz aynı gemideyiz! Bu gemiye zarar verecek ve batmasına sebep olacaklara- kim olursa olsun- birlikte karşı çıkalım. Gelecekte çocuklarımızın ve torunlarımızın gözünün içene bakabilmek için bunu yapmak zorundayız.

Son olarak bütün insanlık için soracak olursak, insanlar çevre konusunda daha bilinçli ve “doğru” davranmak için gerekli bilgiye sahip değiller mi? Herkesi ilgilendiren bir meselede bireylerin daha bilinçli olmaları, “doğru” davranmaları ve tabiatla ilişki düzeylerini belirleyebilmeleri gerekmez miydi? Bu bağlamda, çevre konusundaki farkındalığı bilgiden pratiğe geçirmek için ne tür bir yol izlememiz gerekecektir?

Bu çok kapsamlı bir soru. Birçok çevre filozofu bu soruyu kendisine sordu ve hikmetle bağımızı kopardığımız sonucuna ulaştı.  Bunu ilk soranlardan birisi İngiliz tarihçi ve düşünür Arnold Toynbee’dir. Çevre sorunlarının ve insanlık oluşturduğu sonuçların farkında olan düşünüre göre daha çok zengin olma ve daha çok tüketme hırs sınırlandırılmadıkça çevre sorunlarını ortadan kaldıramayız.

Dahası diyor: “Maddi hırsa kapılan insanlar dar görüşlü bir tavırla benden sonra tufan demektedirler. Hırslarını sınırlamayı başaramazlarsa çocuklarını yok olmaya mahkûm edeceklerini bilebilirler. Çocuklarını sevebilirler, yalnız bu sevgi çocuklarının geleceğini güvence altına almak için varlıklarının bir kısmını feda etmeye yetmeyebilir. Kanımca dinsel bir inanç biçiminde bu hedefe bağlanmadıkça (din kelimesini en geniş anlamında kullanarak) ileri ülkelerin çağdaş kuşaklarını, kendi pahaları (eko sistemler) için hemen fedakârlık yapmaya yöneltmek mümkün olmayacaktır”. Gördüğünüz gibi Toynbee köklü bir zihin değişikliğinden bahsediyor.

Diğer bir örnek ise ilk derin çevreci filozof olarak bilinen Prof. Henryk Skolimowski’dir. Analitik felsefe geleneğinden gelen Skolimowski tüm dünyada yaşanan çevre felaketlerinden dehşete düştü ve ciddi bir öz eleştiri yaptı. Her gün dünyanın bir köşesinde sürdürülen açık ve kamufle edilmiş sosyal savaşlarda bir şeyler sahiplenmek ve sürekli acımasız savaşlar yapmak yerine paylaşmaya ve idareye dayalı sosyal ilişkilere işaret etti ve geniş anlamda dünyanın yeni bir tasavvurunu paylaştı:

*Dünyayı, bir yağma ve yağma yeri; gladyatörler için bir dövüş arenası olarak değil, geçici olarak yaşadığımız ve azami özen göstermemiz gereken bir mabed (sığınak) olarak görmek,
*İnsanı, her şeyi ele geçiren açgözlü ve fetihçi biri olarak değil; bir koruyucu ve kâhya olarak görmek,
*Bilgiyi, doğanın egemenliği için bir araç olarak değil; nihayetinde ruhun arıtılması için bir teknik olarak görmek,
*Değerleri, sadece maddi bakımdan eşdeğer olarak değil; insanların birbirlerini daha derin bir anlayışla anlamalarına, insan ile yaratılışın geri kalanı arasında daha derin bir kaynaşmaya katkıda bulunan bir araç olarak görmek.

Müslüman bir çevreci olarak bu ilklerde paylaşacağım çok şey var. Hz. Peygamber yeryüzünün bir mescit olduğunu söylemişti. Müslümanlar olarak biz bundan bir çevre bilinci inşa edemedik. Mabedin temiz olması ve korunması gerekir. Herkesi birleştiren ve buluşturan bir mekân olması gerekir. Yeryüzü mabedi açgözlü yerli ve yabancı kapitalistlerce yağmalanırken ve kirletilirken seyirci kaldık.

Kur’an’a karşı yapılan herhangi bir saygısızlık ve provokasyona sert, bazen maksadını aşan tepki gösteren Müslümanlar, kâinat kitabının tahrip edilmesine benzer bir tepkiyi göstermedi. Kısacası, bugünkü sorunların kaynağı olana anlayışın üstesinden gelmek için Doğunun hikmetini keşfetmek zorundayız. Batıda Doğudan daha çok Hint ve Çin hikmeti anlaşılır. Bunu ilk kez doğru anlayanlardan ve hissedenlerden birisi Doğu-Batı Divanını yazan Goethe’dir.

Bugün yeni bilge ruhlara ihtiyacımız var. Ünlü psikiyatrist ve düşünür Erick Fromm daha 1960’lı yıllarda Mevlana’nın öğretisinin gelecekte bize (Batılılara) vereceği çok şey olduğunu söylemişti. En önemlisinin ise sevgi temelli bir anlayış olduğunun altını çizmişti.

Hayatı, insanı ve tüm alemi sevgi ile kucaklamaktan bahsediyoruz. Kapitalizmin ve sömürünün temeli olan açgözlülük, tahakküm, hedonizm, ötekileştirme, nefret dili başta olmak üzere her tür sömürü ve olumsuzluğun çaresi (aşısı) Vedud ismine dayanan bir sevgidir.

Prf. Dr. İbrahim Özdemir Kimdir?

Prof. Dr. İbrahim Özdemir 1960 yılında Gaziantep'te doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde, Yüksek Lisans ve Doktorasını Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümünde tamamladı.

1992 yılında Ankara Üniversitesinde başladığı akademik hayatında 2000 yılında Yar. Doç., 2004 yılında Doçent ve 2008 yılında da profesör oldu.

Akademik çalışmaları sırasında dünyaca ünlü üniversitelerde “misafir öğretim üyesi” olarak bulundu. Birçok uluslararası bilimsel toplantılara katıldı. Üsküdar Üniversitesi Felsefe bölüm başkanlığını yapmakta olan Prf. Dr. İbrahim Özdemir; Çevre ve İklim krizleri ile alakalı Müslüman bakış açısını oluşturmak, bu meselelere Müslümanca bakıp çözüm sunabilmek adına ciddi çalışmalar yapmaktadır.  2015 yılında duyurulan “İslam İklim Değişikliği Beyannamesi” sini hazırlayan isimlerden olan Özdemir’in yine bu konuyla akalı yazmış olduğu “Çevre, İnsan ve Sorumluluklarımız” adlı yayınlanmış bir kitap çalışması da vardır.

Röportaj | Selman Talayhan

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.