Nefsini Kötülüklere Gömenler

Nefsini Kötülüklere Gömenler

Nefsini kötülüklere gömen ziyân etmiştir” meâlindeki mukaddes cümledir.

İhtiyâr dünyânın neredeyse sekerâta yaklaştığı şu Âhirzaman günlerinde bütün Ehl-i Sünnet mensûbu Müslümanların i’tikád kitâbı olması gereken Risâle-i Nûr Külliyâtı, her dersine ekseriyetle ya bir âyet, ya bir hadîsle başlamaktadır. Her dersin başına konan bu âyet ve hadîsler ise kudsî birer şifredirler. Okuyucuların evvelâ o başlıktaki şifreyi çözmeye çalışması gerekir; çünkü sonra gelen ibârelerin hemen hepsi de o başlıktaki şifreden süzülmüş Kur’ânî ma’nâlardır. Okunan metinler eğer hep o başlıktaki kudsî şifre ile irtibâtlandırılmazsa, hakíkata ulaşmak imkânsızlaşabilir.

Yirmi Birinci Lem’a olan İhlâs Risâlesinin başına konmuş beş âyetten dördüncüsü de, yine Şems Sûresinin 10. âyeti olan, “Nefsini kötülüklere gömen ziyân etmiştir” meâlindeki mukaddes cümledir. Bir başka meâl kitâbı da bu âyete, “Onu (isyânıyla) örten mutlaká hüsrâna uğramıştır” diye ma’nâ vermiş.

Mâdem ders başlarında mukaddes şifreler bulunmaktadır; Şems Sûresinin 10.âyeti olan bu kudsî şifrenin dahi ne dediğini anlamak zorundayız.

Meâllerde geçen “gömmek” ve “örtmek” kelimelerinden işe başlayalım. Evvelâ “gömmek” kelimesine bakalım. Bu fiilden, “Herhangi bir şeyi, herhangi bir şeyin içinde gizlemek” ma’nâsını anlıyoruz. Peki, bu âyetin ifâdesine göre, neyi nereye gömüyoruz? Gömülen şey “nefs”, gömüldüğü şey ise “kötülükler” olarak belirtilmiş. Demek, bu “nefs”, adına “kötülük” denen şeye gömülürse, “ziyân etmiş” sayılıyormuş.

Tamâm, “nefs” denen şey, bizim kendimiziz; peki, gömüldüğümüz zamân ziyâna uğrayacağımız “kötülükler” nedir? Eğer Risâle-i Nûr yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın kudsî dâiresine giriliyorsa; o vakit “kötülük” denen nesnenin de Kur’ân vâsıtasıyla ta’rîf edilmiş olması gerekir. İslâm dîninin “günâh” saydığı şeyler, ve bilhassa onların da “kebâir” diye sınıflandırılan büyükleri; içine gömülen nefisleri yutan tehlikeli bataklıklardır.

Âhirzamânda “cadde-i kübrâ-yi Kur’âniyye” olarak ifâde edilen Risâle-i Nûr mesleğini tercîh edenlerin evvelemirde yapması gereken işlerin başında, “farzları işlemek” emri ile berâber “kebâiri terk etmek” de gelmektedir. Peki, kişi bilmediği şeyin neyini terk edecek? Fıkıh kitâblarının “kebâir” olarak sıraladığı maddeleri hayâtının bir parçası olarak kabûl etmiş bir mantık, nasıl olacak da “kebâiri terk etmiş” Kur’ân şâkirdleri sınıfından sayılacak? Yine Şems Sûresinin bir önceki âyetinde emredilen “nefsin temizlenmesi” için, dînin “kötülük” ve “günâh” kabûl ettiklerini terk etmek mecbûriyyeti vardır. Nefis “temizlenmiş” olmadan “ihlâs”ın elde edilmesi mümkün değildir. “İhlâs” olmadığı müddetçe de, yapılan çalışmaların adına “Kur’ân ve îmân hizmeti” denebilir mi?..

İkinci olarak da meâllerde geçen “örtmek” kelimesi üzerinde duralım. Bu fiil ise, “Herhangi bir şey ile, herhangi bir şeyin üzerini perdelemek” ma’nâsını anlatmaktadır. Peki, bu ifâdeye göre, ne ile, neyin üzerini örtüyoruz? Örten şeyin “isyân” olduğu belirtiliyor ki, Kur’ân ve Sünnet ile yapılması yasaklanan her türlü “günâh” ve bilhassa “kebâir” olanları murâddır. Günâhlarımızın örttüğü şey ise “nefs” oluyor. Ya’nî, kişi Allâh’a isyân ede ede nefsin hakíkatını unutuyor; kendi içindeki şeytân yardakçısından gáfil olunca da, “kalb, kulak ve göz” gibi îmân için en lüzûmlu cihâzlarının mühürlenmesine kendi irâdesiyle yol açıyor. Bunun netîcesinde de “hüsrâna uğramak” gibi ağır bir cezâ zikrediliyor. İhlâs Risâlesinde beyân edilen “saâdet-i ebediyye zarârına” ifâdesine tekrâr göz atarsak, Bedîüzzamân Hazretlerinin nasıl bir tehlikeye işâret ettiğini anlayabiliriz.

Şimdi, “İkinci Lem’a”daki şu cümlelere bakalım:

“Bizleri, günâhlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler -neûzü billâh- mahall-i îmân olan bâtın-i kalbe ilişip îmânı zedeler ve îmânın tercümânı olan lisânın zevk-ı rûhânîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet, günâh kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, tâ nûr-i îmânı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günâh içinde küfre gidecek bir yol var! O günâh, istiğfâr ile çabuk imhâ edilmezse; kurt değil, belki küçük bir ma’nevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” (Lem’alar, s.15)

Şu cümleler, aklı başında olan bir kişi için nasîhat olarak yetmez mi? İşlediğimiz günâhları ciddî tevbe ve istiğfâr ile sildiremezsek, kendi amellerimizle siyah noktalar hâlinde kapatmaya başladığımız kalbimizin üzerini kendi ellerimizle “örtmüş” oluruz. “Âyine-i Samed” olan kalb örtülürse, nereye tecelliyât olacak? Allâh’a intisâbını unutmuş ve kaybetmiş bir nefis “hüsrâna” uğramayacak da kim uğrayacak?

Günâhlara dalmak sûretiyle uğrayacağımız zarâr eğer dünyevî olsa idi, telâfîsi mümkün olabilirdi. Kebâire düşerek ihlâsı kırdığımız zamân, âhirette uğrayacağımız bir hüsrândan söz ediliyor. Yirmi Birinci Lem’a’nın girişinde “ihlâs”ın ehemmiyeti geniş geniş vurgulandıktan sonra, onu kazanmamanın veyâ kazanılmış ihlâsı kırmanın başımıza açacağı tehlikeler zikredilirken “saâdet-i ebediyye zarârına” denmesi, gözümüzü dört açmamıza yaramalıdır. “Saâdet-i ebediyye” nedir? Cennet’e kavuşmak değil midir? Cennet’e ulaştırma yolunun “zarârına” olan şeylerden “yılandan, akrepten” kaçar gibi kaçmamız boşuna mı tavsiye edilmiş?

Yüce Arş’ın sâhibi olan Rabbimiz, ezelî ve ebedî kelâmı olan Kur’ân ile bizi uyarıyor. Asrın İmâmı Bedîüzzamân Hazretleri de oradan aldığı ma’nevî ilâcları bize aktarıyor. Bu yüzden, Yirmi Birinci Lem’a olan İhlâs Risâlesinin başına konan o beş âyeti çok ciddî olarak kavramak zorundayız. Sûre-i Şems, ya’nî “Güneş Sûresi”nden alınan bu onuncu âyet de insana bir projektör tutuyor ve istikámetle gitmesi gereken yolu gösteriyor: “Nefsini kötülüklere gömen ziyân etmiştir”

Acûze kocakarılar gibi ömrünün son demlerini yaşayan ihtiyâr dünyâ, teknoloji sihirbazlarının binlerce vâsıta ile yaptığı makyajlardan dolayı herkesi kendisine koşturuyor. En sofisinden câmi kuşlarına kadar neredeyse herkesin birinci mâşukası dünyâ olmuş. Yapılan planların birinci maddesi “iş, eş, aş, rahat ve lüks yaşama” hedeflerine ayrılmış. Eh işte, teberrüken de, “İslâmî” boyası vurulmuş hizmetlerde görünüyoruz!

Halbuki, Risâle-i Nûr mesleği içinde “talebe” kabûl edilme şartı olarak, “Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip sâhib çıksın ve en mühim vazîfe-i hayâtiyyesini onun neşir ve hizmeti bilsin” cümlesi ifâde edilmektedir (Mektûbât, 26.Mektûb, 4.Mebhâs, s.353). Bu maddeyi hayât programımızın ilk sırasına almak ise “ihlâs” ile mümkün olmaktadır. Onun ise olmazsa olmaz şartı, “ferâizi işlemek” ve “kebâiri terk etmek” maddesidir.

Ahmed’i Mehmed’i, Jorj’u, Salamon’u bırak ey nefis! Bu mukaddes yük, “ihsân-ı İlâhî” tarafından senin omzuna konulmuş! İfrâttan tefrîtten uzak adımlarla ihlâsı kazanmaya ve muhâfaza etmeye -başkaları değil- sen mecbûr ve mükellefsin! Öyle ise niçin hâlâ oyunda ve oynaştasın? Kabir kapısından öteye beş para faydası dokunmayacak şeylerle niçin kıymetli ömür sermâyeni tüketiyorsun? Olmuş veyâ olmamış meyveler gibi patır patır ömür ağacının tepesinden kabristana düşenleri görmüyor musun?

Dünkü gün geçti cancağızım; yârınkinin de gelmesi mechûl. Sen şu içinde bulunduğun günü iyi değerlendir! “Ferâizi işlemek”, “kebâiri terk etmek” sûretiyle nefsi kötülüklerden arındırmaya, günâhlardan temizlemeye bak! İşte o zamân “ihlâs” da kendisini gösterir…

Eğer kitâbda ta’rîf edildiği gibi bir ihlâsı elde edememişsen, topraklar başına olsun! “Muhlisler dahi hatar-ı azîmdedir” hadîs-i şerîfi seni hiç korkutmuyor mu? Niye kendini kandırıyorsun ki?

İnzar Dergisi

İslam Kuran Haberleri

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.